A password will be e-mailed to you.

Mardin Bienali ile ilgili daha önce iki yazı kaleme almıştım. İlk yazıya dolaylı sansürler uygulandığı için, o yazı Kürd Araştırmaları Dergisi’nde yayımlandı. İkinci yazı ise sevgili Mevlüt Oğuz’un çevirisiyle Le Monde Diplomatique Kurdî gazetesinde Kürtçe olarak çıktı. Açıkçası bu bir bienal yazısı değil, daha farklı bir açıdan ama benzer şeyleri söylemek üzere -yoğun bir süreçte olmama rağmen- yine yazmak istedim. Daha önce Mardin Bienali ile ilgili iki dosya paylaşan birisi olarak, bu yazıyı yazmak hem bir yandan sıkıcı hem de bir zorunluluk. Bu sefer dili olabildiğince teorik örüntüden uzak, yalın ve basit kurgulayacağım, yazıyı da kısa tutmaya çalışacağım. Önceki yazılar teorik olduğu için belli ki muhatapları tarafından anlaşılmamış, bu defa herkesin anlayacağı bir üslupla yazmaya karar verdim. Dahası üslubumu hem değiştirerek hem de dışına çıkarak konuyu öyle ele alacağım. Öncelikle neden bir zorunluluk, çünkü bu bir politik gelenek. Bu tarihsel bilinç ile iltisaklı zoraki bir gelenektir. Bu coğrafyalarda daha önce de insanlar konuştular, itiraz ettiler, karşı çıktılar ve hatta isyan ettiler. 2500 yıllık Dehaq’ın o günkü zulmüne insanlar bugün bile sembolik olarak itiraz ediyor. Dolayısıyla Bedirxanê Botî’de lafını esirgemeden konuştu,  Musayê Zivingê’de itiraz etti ve asla pes etmedi, Nûrî Dêrsimî’de bir an bile tereddüt etmeden daima karşı çıktı. Herkes kendi alanı dâhilinde itirazlarını en yüksek perdeden dile getirdi. O geleneğin devamı olarak bugün bizlerde sanat konteksi içinde itiraz ediyoruz. Bizden sonra da birileri itiraz edecektir. Şimdi itirazımıza gelelim. Mardin Bienali kendi sosyal medya hesaplarından ilk olarak bienalin Küratörü Çelenk Bafra’yı tanıttılar, ardından Bafra’nın Mardin’e geleceğini ve buradaki insanlarla kamuya açık bir toplantı yapacağının tarihini paylaştılar. Toplantı yoğun bir katılımla gerçekleşti. Ancak ilginç olan şu ki, toplantıdakiler HİÇ KİMSELERDİ! No name insanlardan oluşan bir kalabalık orada Bafra’yı dinliyordu. Kalabalık Bafra’nın gözüne “anonim” bakışlarla, Bafra’nın bienal konusunda neler düşündüğünü, hangi tasarruflarda bulunacağını, mekanları nasıl seçeceğini, konseptin üç aşağı beş yukarı ne olacağını anlamlandırıyordu.  Peki, oradaki insanlar neden HİÇ KİMSELERDİ? Bence mesele tam da burada düğümleniyor. Çünkü orada bulunan bireylerin varlığı bienalin kurumsal yapısı tarafından meşruluğu olmayan insanlardan oluşmaktadır. Bienal orada bulunan insanların Kurdî varlığını bugüne kadar kurumsal olarak kabul etmedi. Yani Kürt’ün varlığına (kimliğine-diline) dair herhangi bir imgeyi somut bir şekilde tüzüğüne, manifestosuna, bildirisine veya her hangi bir sosyal medya paylaşımına dahil etmedi. Aksine Kürtçeyi çok sınırlı tutarak sadece aftır partilerde müziklerini kullandı. Kürtçe, açılış sonrasındaki herhangi bir aftır partide şarkı olarak yer alabilir, müzik olarak çalınabilir ve insanlar bu müzikle eğlenebilir ama aynı Kürtçe, vasat bir broşürün “dil statüsünde” yer alamaz. Başka bir ifadeyle, Kürtçenin sadece bir eğlence ortamının basit bir nesnesi (masa, sandalye, tabak, çatal, bıçak, bardak, sabun vs.)  gibi ele alınması ile bir milleti temsil eden bir statü dili olarak yer almamasının ideolojik ayrımı ciddi bir kolonyal bakıştır. Dolayısıyla o toplantıda oturan kalabalığın yüzde doksanı Kürt sanatçılarından ve sanat ilgililerinden oluşmasına rağmen, Çelenk Bafra esasında hiç kimseye konuşuyordu veya büyük bir boşluğa konuşuyordu. Ya da tersten soralım, Bafra tam olarak kime konuşuyordu? Bafra’nın karşısında oturan kalabalık kimdi? Bienalin nezdinde hiçbir meşruluğu olmayan insanlara küratör ne anlatıyordu? (Bu arada küratörün pozisyonu ile ilgili hiçbir metafor kullanmayacağım, örneğin safari şapkalı beyaz kadın gibi benzetmeler hem klişe hem de yanlış kurgulanmış tabirlerdir). Zira mevcut sanat ortamının mentorleri genelde ampirik anekdotlarla taşrada teknik şeyler anlatırlar ve bu sayede kendi deneyimleriyle varlık gösterirler. Kaldı ki bu sanatın doğasındaki epistemoloji ve ampirizm çatışmasıdır. Dünyadaki sergi mekanlarını ve bienallerini gezmekle sanatın bilgisine maalesef erişilmiyor. Deneyim bir sanat formunun bilgisini vermiyor, öyle olsaydı imkanları dahilinde gezebilen insanlar bugün en iyi eleştirmenler olurdu. Ya da tersten bakarsak tüm yaşamı boyunca Königsberg’in dışına çıkamayan Kant, estetik tarihinin miladı sayılan ve onu sistemli bir disipline dönüştüren Yargı Gücünün Eleştirisi isimli Magnum opus olarak sayılan devasa eserini yazamazdı. Ampirizmin paradoksal olarak bize gösterdiği deneyimsel gerçek, tam olarak bu bilgiye ampirizmle erişemeyeceğimizin şimdiki anına dair idrakıdır. Öyle ki kimsede onlardan Mardin’e gelip Kantçı bir çözümlemede bulunmalarını beklemiyor, ama bienalin doğasına uygun hareket etmelerini elbette ki bekliyordur. Hoş bir önceki bienalin küratörü Ali Akay kendi formasyonu dahilinde minör çözümlemelerde bulunmuştu. Ancak onunda bienal sonrası K24’te verdiği röportaj çok problemliydi. O günlerde o röportaja iki nedenden dolayı yazmadım. Birincisi Akay, yazısında bazı isimleri eleştirmişti ve ismi geçen o muhataplardan karşı bir cevap beklemiştim, bundan dolayı yazmadım. İkincisi ise benim için yazmak bir paradokstu. Başka bir deyişle Akay’ın söyledikleri benim için paradoksu oluşturan sebebin sonucuna dönüşmüştü. Aslında o kendince tutarlıydı, ama ben yazma ile yazmama arasında gidip gelerek tutarsız davrandım. Tutarlı olmak için ciddi bir motivasyona ihtiyacım vardı. Tutarsız olmayı, eş deyişle yazmamayı tercih ettim. Beni yazmamaya sevk eden ve ağır basan vasatlık Akay’ın şu açıklaması olmuştu: “Ayrıca 6. Mardin Bienali çerçevesinde yapılan iki günlük konferans dizisi filozofların, sanatçıların, sosyologların, müze müdürlerinin katılımlarıyla gerçekleşti. Sanatın ve yaratının sürecine dair yeni düşünceler ortaya kondu. Bu konuşmalar Bienalin yaratıcı gücü üzerine bir bakıştı. Entelektüel düşünce ve sanat felsefesi söz konusu olduğunda kimsenin bir satır yazdığını görmedim. Neden? Çok mu aşıyordu yazı yazanların bilgisini ve ilgisini, sanatçıların ve konferansçıların yaptıklarını ve söylediklerini takip etmek?(1)” Akay, iki günlük konferans dizisini kimsenin yazmadığını ve takip etmediğini söylemişti. Yazmaktan kastının tam olarak neye denk geldiğine bir anlam veremiyorum. Çünkü o günlerde yine Sanatatak’ta yayımlanan Halil Altındere’ninMotherland isimli sergisine yazmış olduğum yazıda(2) Akay ve 6. Bienale bir bölüm açmıştım. Ayrıca Akay’ın bahsettiği konferans dizisinin ikinci günkü oturumuna Mahsum Çiçek ile birlikte katılmıştık. Her üç filozofun konuşmalarının nesnel uzamlarından asla sapmadan ayrı ayrı sorular sormama ve tatmin edici hiçbir cevap almama rağmen, gelin görün ki Akay’a göre mevzu bizi aşıyordu. Benim dışımda salonda bulunan diğer dinleyiciler de bir takım sorular yöneltmişti. Hem genel anlamda bienali hem de konferansı yakından ve ilgi ile takip etmiştik. Keza Mahsum’da o günlerde Mardin Bienali ile ilgili Sanatatak’ta bir yazı(3) yazmış ve Akay’ın konferanslarına değinmişti. Daha ilginci ise Akay ile bu röportajı yapan kişi bile o gün konferansta filozoflara soru sormuştu, ancak gelgelelim Akay’ın bu açıklamasına yönelik hiçbir tekzipte bulunmadı.  Akay da bunları röportajda çok rahat bir şekilde söyledi, çünkü müdahale edilmeyeceğini biliyordu ve yazılacağından da emindi. Bu durum tam da “oryantalist bir parodi” tasarısıydı, başka hiçbir şey değil. Çünkü Akay o filozofların memleketlerinde böyle bir röportajı veremez. Zaten mevzu tam da bu değil mi? Ne Akay İngiltere veya Fransa’da böyle bir röportaj verebilir ne de söz gelimi Gülsün Karamustafa Mardin’de sergilediği işi Venedik veya İstanbul’da sergileyebilir.

7. Mardin Bienali küratörü Çelenk Bafra bienal mekanlarını gezerken

 

Bugüne tekrar gelirsek, bienal, şehir ile ilgili doğrudan kurulan otantik kamu ve otantik şehir bağının meşru bir hakkıdır. Bu otantiklik en nihayetinde coğrafi olarak belirgin bir yere işaret eder ve bu da kendi içinde tarih, etnisite, siyaset, ideoloji, kültür, antropoloji, modernite, oryantalizm, tahakküm vs. birçok unsuru barındırır. Kürt’ün varlığı ve o varlığa içkin kimliği bu bağın içinde yer alan edilgen bir unsur veya onun bir bileşeni değildir, BİZZAT BU BAĞIN KENDİSİDİR! Gramsci’nin tanımladığı haliyle illa ki birileri hegemonyaya “rıza” gösterecektir, ancak birileri de göstermeyecektir. En azından bizler bu aşamada göstermeyeceğiz, ister Mardin’de ister Diyarbakır’da ister Van’da nerede olursa olsun bunu söylemekten vazgeçmeyeceğiz, anlatmayı bırakmayacağız. Ta ki bazı şeyler eşitlik adına düzelene kadar. En başından dediğim gibi bu bir gelenek, hele bugün itibariyle dissensus’a dayalı bir gelenektir. Rancière’in basit izahıyla dissensus veya “uyuşmazlık, ak diyen biri ile kara diyen biri arasındaki çatışma değildir. Dissensus, ak diyen biri ile yine ak diyen, fakat ondan aynı şeyi anlamayan ya da ötekinin aklık adına aynı şeyi söylemekte olduğunu anlamayan bir başkası arasındaki çatışmadır”(Rancière, s,12, 2005).  Dolayısıyla bizler bu çatışmayı bazı ilkeler ışığında sürdüreceğiz. Şimdi bienal ekibi diyebilir ki hazır bir barış süreci devam ediyor, biz 7. Bienalde bazı pozitif şeyleri göz önünde bulunduracağız. Üzücü olan bu tercihin sanat adına konjonktürel olmasıdır. Buna rağmen yine de bazı şeyleri pratiğe dökerlerse bizler elbette memnuniyet duyarız, ama sadece ve sadece o kadar, en nihayetinde bu bizler için bir lütuf değildir. Gelgelelim öyle bir düşünceleri varsa küratör ismini deklere ettikleri gibi, pekala sosyal medyada hiç zaman kaybetmeden ve zamana bırakmadan bugünden paylaşmaları gerekir. Diğer türlü spekülatif niyetler olarak kalır. Daha doğrusu bienale hala bir sene var ve barış süreci sekteye uğrayabilir, o yüzden temkinli olalım ve erken davranmayalım saiki ile hareket ediliyor anlamı kendiliğinden belirir. Diğer bir konu bienali Mardin’in ilçelerine taşımak hiçbir sorunu çözmez, önemli olan o ilçelerin kimliğini kurumsal olarak tanımaktır.

 

Bienal mekânı olarak düşünülen eski Buğday Pazarı, Kızıltepe

 

Şimdi aynı soruyu yineleyelim, Çelenk Bafra tam olarak kime konuştu? Orada oturan insanlar kimdi? Maalesef şunu söylemeye mecbur kaldık. Kürt’ün haysiyetinin ve eşit yurttaş statüsünün sanatın nezdinde hiçbir önemi yok.  Sizler sanat adına böyle bir durumu kendi bilincinizde nasıl konumlandırıyorsunuz? Ben bunu çok merak ediyorum. Eğer buraya bir fabrika kurmaya gelmiyorsanız ve mevzu da aş ve iş değilse, o halde ne oluyor tam olarak? Bana sorarsanız o toplantıyı organize sanayi bölgesinde de yapabilirdiniz veya ticaret odalarında. Yanınıza eminin bir iki devlet yetkilisi de bulunurdu, size eşlik ederdi. Dolayısıyla bu yaptığınız bienal toplantısı Akay’ın röportajı gibi formel bir prosedürün zoraki bir parodisinden başka hiçbir şey değildir. Eğer orada oturan insanların meşrulukları o toplantıyı düzenleyen kurum tarafından tanınmıyorsa, vodvil karakterleri gibi renkleri, tenleri, kiloları, boyları ile orada temsil ediliyorlar demektir. Oradaki kitleyi anlayabiliyorum, bienalin ve küratörün (konsensüsün) networkundan faydalanmak isteyebilirler veya kariyerlerinin geleceği için ilişki geliştirmeyi düşünebilirler ya da sadece sanat adına orada oturuyor da olabilirler, tüm bunları anlayışla karşılıyorum. Zira Kürt sanatındaki genel olarak politik işlerin politik olmadığını ve sanatçıları da politik yapmadığını, tam da Ranciéreci terminoloji ile buradaki jestlerde ve mekân yadsımalarında gerçekleştiğini söylemeliyim. Sanat en nihayetinde bir sahne değişimidir, ancak teorik kurulumları, izlekleri, sinyalleri, alımlayıcıları bu doğrultuda her zaman değişir. Öyle ki bu değişim, tam da basit bir jest ile bu politik aksiyonu açığa çıkarır, tam tersine ve bilindiği üzere iktidar eleştirisini medyumun odağına ve merkezine taşıyan sansasyonel işlerle değil. Doğrusu bu başlıkları (politik sanat, mekân, temsil, sanat formu vs. ) ve birçok başlığı Mahsum Çiçek ile Mahmut Celayir ve Bahram Hajou’nun monografilerinde bölümler halinde ayrıntılı bir şekilde ele aldık. Mahsum Kürt sanatındaki çağdaş formun temsili rizikolarını bu bağlamda ele aldı. Ben ise bununla ilgili “Üçüncü mekân protokolü” argümanını sundum. Kürtlerin “Mekânsız Mekânlar Modalitesi: Politik, Kültürel ve Estetik” bölümlerinde bu argümanı kullandım. Bu argümanın ayrıntısına girmeyeceğim. Ancak şunu söylemeliyim, her şeyden önce bir bienal eşitliği sağlayamıyorsa Althusser’in dediği gibi, ötekinin lehine bir üst belirlenim olarak sadece ideoloji üretir. Sonuç itibariyle ister bir sergi, ister etkinlik, isterse de bienal, söz gelimi Antakya’da yapılıyorsa Arapçayı, Dersîm’de yapılıyorsa Zazacayı bünyesine almalıdır. Eğer bir devlet aygıtı veya siyasi partinin pragmatizmi gibi hareket etmiyorsa, sanatın ontolojisi ve demokratik normu bunu gerektirir. Aksi halde bu sanat paradigmasının iflasıdır. Son olarak şunu tekrar sormalıyız: Çelenk Bafra kime konuştu?

 

Notlar:

  1. https://www.k24kitap.org/6-mardin-bienali-kuratoru-ali-akay-ile-soylesi-mezopotamyanin-ruzgarinin-ve-ovasinin-oznelligi-4658
  2. https://www.sanatatak.com/aci-ceken-ikon-halil-altindere/
  3. https://www.sanatatak.com/bienaller-guncel-sanatta-uyarlamalar-estetigi-ve-halil-altindere-ironisi/
  4. Rancière, J. (2005). Uyuşmazlık Politika ve Felsefe (Çev. Hünler, H.). Ara-lık Yayınları

Daha fazla yazı yok
2025-06-14 02:45:00