Heykel sanatçısı Prof. Rahmi Aksungur’un sanat yaşamına kapsamlı bir bakış sunan “Retrospektif” sergisi, İş Sanat Kibele Sanat Galerisi’nde sanatseverlerle buluştu. Sergide, sanatçının farklı dönemlerde ürettiği 70’i aşkın heykel, eskiz defterlerinden sayfalar ve çizim örnekleri yer alıyor. Sergiye eşlik eden, Doç. Dr. Fırat Arapoğlu’nun hazırladığı kapsamlı katalog ise Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları etiketiyle sunuluyor. Sergi, 14 Temmuz 2025 tarihine kadar ziyaret edilebilir.
Uluslararası İstanbul Bienali kapsamında Karaköy Yolcu Salonu’na yerleştirilen “Mekâna Saygı” eseri hafızalardaki yerini koruyan Aksungur’u, Maçka Demokrasi Parkı’nda bulunan “Seçkin Ziyaretçiler” eserinden, Kadıköy Sanat Parkı’nda yer alan “Tiyatro” eserinden ve daha nice kamusal çalışmasından hemen tanıyabilirsiniz.
Prof. Rahmi Aksungur ile kişisel yolculuğunu, akademik kimliğini, sanata bakışını ve retrospektif sergisini konuştuk.
“Heykel yapmalıyım” duygusuna kapıldığınız o ilk anı hatırlıyor musunuz?
Benim sanatla tanışmamı babam sağladı. 4-5 yaşlarındaydım, bir boya takımı ve resim defteri koydu önüme. Neler yaptığımı hatırlamıyorum ama hoşuma gittiğini hatırlıyorum. Sonra ilkokulda bir yağlıboya takımı getirdi, bu sefer bir de tuval bulmuş. Daha da ileri gitti, önüme bir Renoir resmi koydu, “Bunun aynısını yap bakalım yapabilecek misin,” dedi.Hoşuma gitti, hiç unutmuyorum. Bir de demek ki çok şanslı bir insanım ki lise başlarında İzmir’de Bilal Erdoğan isimli bir ressam, resim öğretmeni olarak göreve gelmiş, benim öğretmenim oldu. Artık bende ne fark ettiyse bana bir elma kalıbı aldırdı. Alçıdan elma döktük. Heykel ile tanışmam da bu şekilde oldu.
Şimdiki elmanın oradan bir izi var mı?
Olmasa nasıl yaparım. Ben, hayatımda iz bırakmış veya önemli olmuş şeyleri kendiliğinden yapmaya alıştırılmış bir insanım. Çünkü çocukluğumda yaşadığım şeyler bana öz eleştiriyi de öğretti. Yani bir çocuğa “Yap!” diyorsunuz, “Koy önüne bakalım, ne düşünüyorsun bu yaptığın hakkında, bir eleştiriver,” diyorsunuz. O çocuk kendi kendini sorgulamaya başlıyor. Bu 15 yaşında bir çocuk için çok kıymetli. Bunu 60 yaşından sonra fark ettim. O dönemden başlayan bir heykel sanatı hayatım var benim. Ondan sonra hep, yapacağım bir sonraki projeyi düşünerek ve tasarlayarak yaşadım. Bugün de öyle yapıyorum. Burada bile sizinle konuşuyorum ama kafamda bir simülasyon devamlı hareket halinde. Geriye dönüp bakınca fazla da bir iş yapmamışım aslında. Mesela Picasso ile kıyaslıyorum, bakıyorum binlerce eser yapmış -resim yapmak biraz daha farklı tabii. Sonra dikkat ediyorum, o yemek yerken bile bir hiç boş durmamış, cebinde hep renkli kalemleriyle dolaşmış. Onu, hayatının bir parçası yapmış.
Kişisel sanat yolculuğunuzdan söz ederken hocalarınızı da muhakkak anıyorsunuz. Sizi etkileyen isimlerden bahsedelim mi biraz?
Türkiye’nin sanatından ve tarihinden söz ediliyorsa hiçbir şey yalnız başına bir yerde durmaz, bir merdivenin basamakları gibi çıkılır. O merdivenin basamaklarımdan bahsederim her zaman. Heykel bölümüne girdim, orada da şanslıydım. Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi sanatçıların öğrencileri olduk. Bir tanesi Şadi Çalık, minimalizmin öncüsü, minimalizm denen sanat hareketi başlamadan 5-6 sene önce minimalizm çalışmaları yapmış bir sanatçıdır. Özer Kabaş gibi Yale Üniversitesi resim bölümü mezunu bir sanatçı, Altan Gürman gibi çok mühim bir isim… Bunların öğrencileri oldum ben, çok şey öğrettiler bana. Böyle hocalarla çalışmanız, mesleğinizdeki bilgi yükünüzü çok artırıyor doğal olarak. Tabii ben dünyayı da takip ettim. Mesela Art in America’nın 20 sene boyunca üyesiydim, her ay gelirdi bana, en sonunda özel bir sebeple ayrıldım. O zamanlar internet yayını yoktu, birkaç mektup ilettiler adresime ve neden ayrıldınız diye sordular. Daha sonra da ücretsiz bir şekilde göndermeye devam ettiler. Bugün artık dijital ortamlardan takip ediyorum. İnsan, dünyadaki meslektaşları neler yapıyor diye merak ediyor.
“BU TOPRAKLAR, SANATI GERÇEKTEN ÇOK SEVİYOR
AMA SANATI İYİ DEĞERLENDİREMİYOR”
Bir de akademik kimliğiniz var. O dönem, üretim sürecinizi nasıl şekillendirdi?
Güzel Sanatlar Akademisi, Avrupa’nın en eski sanat okullarından biriydi. Biz orada çok idealist insanlar, Türkiyemizi çok seven insanlar, sanatı çok seven insanlar olarak yetiştirildiğimiz için o görevleri yapmak bizim için bir hizmetti. Yani yetiştiğimiz yere bir borç ödemek gibiydi. Bazı insanlar için o görevleri yapmak hırs olabilir. Benim için öyle değildi, dekanlığımda olsun rektörlüğümde olsun elimden geleni yapmaya çalıştım. Mesela rektörlüğümde Güneydoğu Avrupa Sanat Akademileri Birliği’ni kurdum. Sergiler açtık, sanat değişimleri yaptık. Orada tek bir amacımız vardı: Sanat bir heyecandır. Sanat sevgisini ve heyecanını ateşlemek gerekiyordu. Doğu’da sergiler açtık, gençler, çok ilgilendiler, çok sevdiler. Bu topraklar, sanatı gerçekten çok seviyor ama sanatı iyi değerlendiremiyor.
“Retrospektif” sergi, onlarca yıllık birikiminizi bir arada sunuyor. Dönüp baktığınızda, sadece bir sanat hayatına mı tanıklık ediyoruz, yoksa zamanla değişen bir benlik vurgusu da var mı?
Sergiye bakınca bende şöyle bir duygu gelişti, acaba yaşlanıyor muyum, diye düşündüm. Çünkü ben “retrospektif” başlığını hiç düşünmüyordum. Bahsettiğim gibi, hep bir sonraki projemi düşünüyorum ama retrospektif deniyor. Ben yaşlanıyorsam aklımdaki projeleri nasıl yapacağım! Şimdi böyle kötü bir duygu geldi geçti, ne yalan söyleyeyim. Ben yaşımın farkında değilim, devamlı çalışan insan yaşını mı düşünür, öyle bir fırsat yok. Ben bugün hâlâ sabah yedide atölyeme giriyorum, akşam yedide çıkıyorum.
“SOYUTMUŞ, FİGÜRATİFMİŞ, BUNLARIN HİÇBİRİ YOK”
Bronz, ahşap, taş gibi birçok farklı malzemeyle çalışıyorsunuz. Teknik unsurları bir kenara bırakırsak bu seçim süreci nasıl ilerliyor?
Belleğimdeki tasarım için hangi malzemelerde kendini daha iyi ifade eder diye bakarım. Bu, aklınıza gelebilecek her şey olabilir. Pet şişe bile olsa benim için fark etmez. Malzemenin kreatif imkânlarını maksimum kullanırım. Bende malzeme bağımlılığı diye bir şey yok, esas olan tasarımdır.
Eserlerinizin figüratif ve soyut arasında gidip gelen bir dili olduğunu söylesek, ne kadar doğru ne kadar yanlış?
İzleyicilerin belleğinde soyut diye bir şey var, bunlar size öğretilmiş şeyler. Soyutmuş, figüratifmiş, bunların hiçbiri yok. Üniversitede de soyut tartışması her zaman olurdu. Ben genç bir hocayken de neyi tartışıyorlar diye bakardım. Olmayacak şeyler… İstiyorlar ki izleyici de bir şeyleri bir kategoriye sokabilsin. Hayır efendim, kategoriler bize illa bir şey katmaz. Ben hiçbir eserimi bu amaçlarla yapmadım. Hiçbir şeye peşin öngörüyle bakmamak gerekiyor.
“İZLEYİCİYE HAYAL PAYLARI BIRAKIYORUM”
Heykelleriniz kadar içlerinde bıraktığınız boşluklar da güçlü bir anlatıya sahip. Boşluklar bize ne anlatıyor?
İşte bu güzel bir yorum… Bu boşluklarla ben bu uzayı kuşatırken ölçek sorgulaması yapıyorum. Yani izleyicinin karşılaştığı doluluk ve boşluk var. Boşlukla kendi ilişkisini nasıl kuruyor? Geometriyle organik formu yan yana kullanış nedenlerimden biri bu, yani izleyiciye hayal payları bırakıyorum. Bir işe baktığı zaman kendi düşündüğünü de oralarda aramaya başlasın istiyorum. Eğer aradıysa, o boşlukta yaşamak ister mi, girmek ister mi o boşluğa, bir kapı gibi düşünse o kapıdan geçmek ister mi? Eğer isterse ölçeğini değiştirmek zorunda, yani heykel bir metrelikse o da 30 santimlik bir insan boyutuna inmek zorunda. Sanal olarak geçebilir. İşte insan ve ölçek ilişkisini izleyiciye sorgulatmak için o mekânları kuşatıyorum ben.
Sanat eleştirmeni Ayşegül Sönmez’in İş Bankası Resim Heykel Müzesi’nde sergilenen eserlerde yer alan hayvanları kendi aralarında konuşturduğu “Müzede Gör-II” kitabında ana karakterlerden biri, müzenin açılışına özel olarak üretilen eseriniz “Özlem”in esas hikâyesini sizden dinlemek isteriz.
Ben denizi seven bir insanım. Yemeyi çok sevdiğim balıkların da heykelini yaptım çünkü şöyle düşünün, canlılar bir döngü içinde birbirini yiyor ama yenen her şey canlı. Bu canlıların adını hiç anmamak olmaz. Bir de seviyorum diyorsun, o zaman sevdiğini yapacaksın, diye düşündüm. Tabii bunların tersleri de var. Özlem de bu terslerinden biri. Yani biz Akademi’ye girdiğimizde deniz kenarında otururduk hep; balık tutar, pişirir, yerdik, midye çıkarırdık. Orada otururken Akdeniz foku görmüşlüğüm bile var. Ama zaman içinde türler bir bir gitti… Kılıçbalığı Özlem de o gidenlerden biri. Belki dönerler diye, adı da Özlem.
Peki “Özlem”in başka bir kitapta ana karakter olması sizde nasıl bir duygu uyandırıyor?
Birinin eserinin başka birinin eserinde tekrar tezahür etmesi kalıcı olmakla ilgili, hoş bir an.
“SANAT, ULAŞILAMAYAN BİR ŞEY OLMAMALI”
Günümüzde heykel, kamusal alanda daha rahat yer bulabilen, artık alışılmış/kabullenilmiş bir sanat haline geldi diyebilir miyiz?
Daha tam gelmedi efendim. Sanat koleksiyoncularına dair bir deneyimim var. Şimdi sanat alanında gerçekten özgünlüğe, o sanatın dünyadaki temel konularına önem vererek çalışmalarını yürüten, güncelliği önde tutmayan ama bu çalışmaları dünyayla koşut olarak yürüten sanatçılar var. Bir de sanatı ve sanatın medyatikliğini sevip sanatçı gibi gözükmek için çırpınan ve koleksiyoncuların, sanat eleştirmenlerinin sanatçı dediği insanlar var. Çok enteresandır ki onların sayısı çok fazla. Öbürlerinin sayısı çok az. Bu örnekte 100 kişiden 10’u gerçekten sanatla ilgili, geri kalanı özeniyor, büyük bir sanatçı olarak gözükmek istiyor. Tabii ben mesleki alandan bakıyorum. Genç kuşak aradaki farkı daha iyi görüyor. Ama benim kuşağım, hadi 50 yaş üstü diyelim dekoratifliği sanat zannediyor. Halbuki sanatın hiçbir dekoratiflik iddiası yoktur. Yani şunu salona koyayım da çok güzel gözüksün… Sanatta asla böyle bir iddia yok. Böyle bir çalışma da yok ama kimilerine göre bahçemde güzel gözüküyorsa onu yapan heykeltıraş büyük heykeltıraş oluyor. Buna alan kayması diyoruz. Bu alan kaymaları tehlikelidir. Bu alan kaymaları biri ifade edip doğrusunu söylemezse hızlanır ve o alan terk edilir. Bu da Türkiye’nin sanat alanının dejenere olması ve terk edilmesi demektir. Bunları onun için ifade ediyorum; sanat bir dekoratif araç değildir, cici bir şey değildir, güzel değildir, tiyatral değildir. Değilleri de saymak mühimdir.
Sizce bir kentin, kamusal alandaki bir heykelle kurduğu ilişki nasıl şekilleniyor?
Sadece insanlar değil, çevredeki hayvanlar, canlılar da heykelle ilişki içinde. Heykel büyük bir obje ve yeri çok önemli. Milattan önce 2500’lerden bugüne belli çalışmalar heykelin konumlanacağı yerde yapılır. O sırada oraya şantiye deriz. Bu mimarlık deyimi değildir, mühendislik deyimidir. Büyük işlerde ekonomik ve teknolojik zorlukları aşabiliyorsanız atölyeden farklı çok da bir zorluğu yok, keyifli. Kamusal alan için çalışılan heykeller, yaşam alanlarının içinde olmalı, yaşam çevrelerinin içinde olmalı. Tabii yaşam çevresinin içinde olunca zaman içinde biraz tahrip olacaktır. Vandallar dünyanın her yerinde her zaman var, bizde de var, heykel üzerindeki küçük tahribatları doğal karşılıyorum. Olsun, onarılır ama insan hayatının içindedir. Sanat, hayatın içinde olmayan, ulaşılamayan bir şey olmamalı.
Bugünkü teknoloji kullanımının heykel sanatına etkisi neler, siz hangi yönüyle teknolojiden yararlanıyorsunuz?
Bugünkü genç sanatçıların şöyle bir imkânı var, ki bazen ben bile kullanıyorum. Bir kere 3D tasarlayabiliyorsunuz ve bunu çıktı alabiliyorsunuz, artı yapay zekâyı kullanabiliyorsunuz. Bunlar işi hızlandıran enstrümanlar. Bunları olduğu gibi kullanırsanız çok büyük bir tehlike başlıyor. Sanat çalışmanız ruhunu, duygularını kaybetmeye başlıyor. Özellikle bu yeni enstrümanlar tanımlı bilgi kopyalanabildiği için size yepyeni, taze bir duygu sunamıyor. Oysa insanın duygu ve düşünceleri saniyeler içinde yenileniyor. İşte o duygu için teknolojiyi sadece bir araç olarak kullanmanız lazım, aksi durumda ortaya çıkan şey sanat olmuyor.