A password will be e-mailed to you.

Kuir feminist yazar ve akademisyen Sara Ahmed, 14 Mayıs’ta Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi (SU Gender)’nin davetlisi olarak İstanbul’da okurlarıyla, akademisyenlerle ve öğrencilerle bir araya geldi. Ardından 15 Mayıs günü Frankeştayn Kitabevi’nin üçüncü kuruluş yıldönümü etkinliğine katıldı. Kitabevinin Beyoğlu’ndaki mekanında onlarca dinleyicinin merakla, heyecanla, omuz omuza dinlediği ve sokaklara taştığı, herkese açık olarak gerçekleşen etkinlikte Ahmed’e sorularıyla Evren Savcı eşlik etti. Konuşmayı Duru Aygüven etkinlik esnasında Türkçe’ye çevirdi. Sanatatak okurlarının da büyük bir ilgiyle takip ettiği Sara Ahmed’in Duru Aygüven tarafından çevrilen konuşmasını sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Adaletsizlik Hissini Tanımlayabilmek

Öncelikle burada sizinle birlikte olduğum için çok mutluyum. Bu feminist kuir alanda (Frankeştayn Kitabevi) bulunmak benim için bir oyunbozan neşesi… Aslında henüz kelimelere sahip değilken de feministtim. Çocukken babamla hemfikir olmak istemeyişimle başladı. Aile içinde baba figürü hep bilge bir kişi olarak gösterilirdi. Ben de bunu kabul etmek zorundaydım. Ama bunu kabul etmiyordum ve bunu kabul etmemenin getirdiği gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyordum. Bunlar aile içinde de olabilir, okul içinde de olabilir. Buradan gelen adaletsizlik hissini tanımlayabilmeye başladığım zaman kendimi feminist olarak tanımlayabildim.

Fotoğraf: @feministkilljoyatwork

Feminizmi keşfetmemi sağlayan kişilerden biri de halamdı. İsmi Gulzar. Kendisini Pakistanlı Müslüman bir feminist olarak tanımlıyordu. Benimle feminizm hakkında konuşan ilk kişilerden biriydi. Aynı zamanda şairdi ve kendini tanımak için alanların nasıl açılacağını fark etmemi sağlayan mücadeleci bir ruha sahipti. Bence bu yüzden babamdan daha zekiydi. Feminizmin insanlara nasıl daha fazla alan sağlayabildiğini, kim olduğumu ve hayatta ne yapabileceğimi fark etmemi sağlayan ilk insandı. Tabii ki bunun dışında kitap okuyarak da çok fazla şey öğrendim. Üniversitede İngiliz Edebiyatı okumaya başlamıştım. Başka yoldaşlarım olduğunu da gördüm. Bu yüzden böyle kitapçıları çok seviyorum; çünkü orada kendimizi yoldaşlarımızın arasında hissedebiliyoruz. Kitaplar bize yardım ediyor. Bana en çok yardım eden kitaplardan birinin yazarı Audre Lorde. Çok etkili bir isim. O da ırkçılık ve cinsiyetçiliğin çok kullanılmış kelimeler olduğunu ve aslında biz bu terimleri yaşarken henüz bunları tanımlayacak kelimelere bazen sahip olmadığımızı söylüyor. Aslında bunlar sadece benim değil, bu kelimeler hepimize ait. Sadece ailenin içinde değil, tüm kurumların içinde karşımıza çıkabilen şeyler. Bunları nasıl anlamlandırabileceğimizi ve daha sonra bu kurumların içinde kendimize nasıl alanlar yaratabileceğimizi düşünmemi sağlayanlar, kitaplardı.

“Diğer Feministler İçin Yazıyorum”

Akademi dünyasındaki işimi 2016’da bıraktım ve çok korkutucuydu. Çünkü yirmili yaşlarımdan beri üniversitedeyim ve 4 yaşından beri de eğitim ve öğretim dünyasının içindeyim. Bunun, hep sahip olacağım bir hayat olduğunu düşünmüştüm. Ama öyle olmadı. İlk defa feminist düşüncelerle karşılaştığımda tabii ki güç ve iktidar üzerine çok düşünüyordum. Aynı zamanda feminist düşüncenin dönüştürücü gücü üzerinde de çok düşünüyordum. Bu yüzden, yazarken diğer feministler için yazıyorum. Kendi feminist komünitemizi oluşturmak ve onun içinde birlikte düşünebilmek için… İşi bıraktıktan sonra da sizin gibilerle, benim yanımda duran diğer oyunbozan feministlerle daha kolay etkileşime geçebildiğimi fark ettim. Bu çok değerliydi.

Audre Lorde, 1983. Fotoğraf: Robert Alexanderi

“Polis Beni Her Durdurduğunda…”

Burada bahsedeceğim birkaç isim var. Audre Lorde ve Stuart Hall gibi isimler. Kültür eleştirisi üzerine çok çalışıyorlar. Onların bahsettiği şey çoğunlukla tarihin içindeki konumumuz, durumumuz… Özellikle sömürgecilik odaklı bir şekilde bundan bahsediyorlar. Onlardan okuduklarımı kendi deneyimlerimle ve kendi içimdeki hikayelerle birleştirdiğimde de kitaplarımda buna yer vermeye başladım. Strange Encounters kitabımda bundan bahsediyorum. Yabancı olmak ve yabancılık kavramından… Yani buradan olmayan biri. Bu kişinin nasıl tehlikeyle eşleştirildiğinden bahsediyorum. Bu insanlarda bir korku hissi de uyandırabiliyor. İçinde bulunduğumuz sosyal durum veya haritalar üzerinde bu bedenlerin nasıl korkuya yol açabildiğinden, kimlik ve komünite kavramları üzerine nasıl korku uyandırabildiğinden bahsediyorum. Tabii ki bunu ırk ve ırkçılık üzerine yaptığım çalışmalardan yola çıkarak yaptım. Avustralya’da kahverengi bir çocuk olarak büyüdüm. Polis beni her durdurduğunda böyle şeyleri sorguluyordum. Bunun uyandırdığı duygular, yabancılık kavramı üzerine düşündürüyordu. Bir yer kime aittir veya kimler o alanda yabancı bedenler haline gelir? Bütün bu konulardan Duyguların Kültürel Politikası kitabımda bahsediyorum. O kitabım duygulanım teorisiyle eşleştiriliyor. Gerçi bunu ben her zaman böyle tanımlamıyorum. Lancaster Üniversitesi’nde kadın çalışmalarında görevliyken, orada duygular ve umumi duygular üzerine bir çalışma ve düşünme grubu kurmuştuk. O grupta Lauren Berlant ve şu an burada olan partnerim Sarah Franklin ile bunu konuşuyorduk. Duyguların bir komünite hissi kurmaktaki görevinden bahsediyorduk. Bu komünite daha büyük ölçeklerde de olabilir. Devlet boyutunda gibi… Yine duygulara odaklanıyorduk. Bunun felsefi bir boyutu da vardı tabii ki. Duyguların sadece bedenimizden değil, bazı yargılardan da doğabileceği üzerine düşünüyorduk. Bunlar bu kitapta toplandı.

Neşe Kaçıran İnsan Olmak

Benim için en değişik deneyimlerden biri, oyunbozan feminist kavramı hakkında konuşmaya başladığımda oluyor. Çünkü oyunbozan feminist olmak, bir yandan çok keyif kaçırıcı ve aynı zamanda bizim için de üzücü ve acılı bir süreç olabiliyor. İnsanlarla bunu konuştuğumda herkes “ben de bunu yaşadım, ben de bunu hissediyorum” diyor. Ortada bir enerji oluşuyor ve bu, harika bir şey. Bu da bize insanlar için zor ve acılı olan bir sürecin, ne kadar ödüllendirici hale gelebildiğini gösteriyor. Bunu görüyoruz ve politik açıdan feminizm hakkında düşünürken de bunu aklımızda tutmamız gerekiyor. Bir oyunbozan feminist olduğumuzda sorunun kendisi gibi görülebiliyoruz, çünkü sadece sorunun kendisini gösterdiğimiz için sorun haline gelebiliyoruz. Tabii ki bu sorunlar normalde üstü örtülen, görünmeyen şeyler oldukları için biz bunları parmakla gösterdiğimizde neşeyi kaçıran insanlar oluyoruz. Buna bir örnek olarak, İngiltere’de birlikte çalıştığım ve çeşitlilik alanında çalıştığı halde sadece renkli bir insan olduğu için işten atılan bir arkadaşım var. Çünkü üniversitenin içindeki çeşitlilik komitesi, sadece mutlu konuşmalar yapılmasını istiyordu. Irkçılık hakkında konuşulması, onların mutlu imajını zedeliyordu. Sırf bunu gösterdiği için bir oyunbozan haline geldi ve işten atıldı. Ama önemli olan, oyunbozan bir feminist olduğumuzda yapmamız gereken sorun neyse parmağımızı ona yöneltebilmek. Geçmişten beri bize miras kalan bütün bu sorunları gösterebilmek…

“Oyunbozanlık Bizi Ödüllendiren Bir Şey”

Fotoğraf: @frankestaynkitabevi

Tabii ki bazen bana, “Sara sadece bu filmi açıp izlesek olmaz mı?” diyenler oluyor. Tabii ki böyle diyen insanları anlıyorum. Düşünmeden sadece bir filmi izlemek isteyenleri anlıyorum. Yorulduğumuz anlar oluyor ve o yorulduğumuz anları da kabullenmeliyiz. Ama aynı zamanda oyunbozan olmanın sadece keyfimizi kaçıran bir şey değil, aynı zamanda bizi ödüllendiren bir şey olduğunu da fark etmeliyiz. Ben bu sayede beni anlayan insanlar olduğunu ve dünyayı benim gibi gören insanlar olduğunu fark etmeye başladım. Ayrıca kendisini feminist olarak tanımlayan, farklı bakış açılarına sahip olan insanları da eleştirmemiz gerektiğini fark ettim. Üniversite gibi kurumların içinde sadece bir kademe atlamak isteyen ama aynı zamanda o kurumun içindeki tacizden hiçbir zaman söz etmek istemeyen iş arkadaşlarım da oldu. Bunu reddetmek ve buna boyun eğmemek de oyunbozanlığın bir parçası. Oyunbozanlık bizden bir şeyler götürebildiği gibi, bize çok fazla şey de katıyor.

“Misyonumuz Mutsuzluk Değil”

Bazen bu kavram üzerine yazmam neden bu kadar zaman aldı diye şaşırıyorum. Bunun hakkında yazmaya başladım ama ondan daha uzun zamandır ben de bir oyunbozan feministim. Duygularla ilgili yazdığım kitapta merak, nefret, sinir ve umut üzerine kısımlar vardı. Ama oyunbozan feminist kavramı hakkında bir bölüm yoktu. Ortaya çıkması neden bu kadar uzun sürdü ben de bilmiyorum. Tabii ki kapsayıcılık kavramını kullanan ama aynı zamanda gerçekten kapsayıcı olmayan kurumların farkındaydım. Mutluluk Vaadi kitabını yazarken, mutluluğun İngilizcesi happiness içinde yaşamak ve doğru olan yolda yaşananları göstermek anlamları da var. Bunu yazarken fark ettim. Oyunbozan bir feministken, kavramın İngilizcesi olan killjoy yani neşeyi öldüren kişiler olmamıza rağmen aslında bizim misyonumuzun tabii ki mutsuzluk olmadığının da altını çizilmesi gerekiyordu. Ama eğer oyunbozan feminist olmak insanların mutsuz olmasına yol açacaksa “buna rağmen oyunbozan feminist olmayı göze alıyorum” diyebilmek önemliydi.

Sevgi ve Komünite Hissi 

Mutluluk Vaadi kitabını yazarken, o kitabın içinde oyunbozan feminist kavramı sadece bir bölümde vardı. Oyunbozan feministler bence bundan memnun kalmadı. Orada dolan şey sonra taşmaya başladı. Önce bir blog oluşturdum. Tişörtler yapmaya başladık. Bu ismin markalaşabileceğini fark ettim. Bu riskin farkına vardım. Öğrencilerden bana mektuplar gelmeye başladı. Hepsi dayanışmanın ne kadar önemli olduğunu söylüyorlardı. Omuzlarını dayabilecekleri birileri olduğunu fark ettiklerini söylüyorlardı. Bana oyunbozan eldivenleri gönderdiler. “Umarım bu eldivenler elinizi ısıtır” yazıyordu gelen mektuplarda. Bunların hepsinden sevgi ve komünite hissini aldım ve bu sayede bu kitabı yazdım. Bu kitap benim üniversite basını dışında yayınlanan ilk kitabımdı. Benim için en büyük sorunlardan biri bilginin de zor ulaşılabilen bir şey haline gelmesiydi. O yüzden bu kitabın şimdiye kadar basılan en ucuz kitabım olması da çok önemliydi. Kitap İngiltere’de 10 Euro’nun altında satılıyor. Benim için bu kitabın daha ulaşılabilir olması dediğim gibi çok önemliydi.

Kuir ve Trans Hayatlarda Başka Tür Neşeler

Oyunbozan feminist figürü içinde çok mutsuz ve sefil bir kısım varmış ve biz insanları buna çağırıyormuşuz gibi anlaşılıyor. Ama bu hiç öyle değil. Tam tersine, içinde çok fazla şaka unsuru da içermesi gerektiğini düşünüyorum. Bunu kabul ettiğimizde bir rahatlama ve huzura erme hissi de bununla birlikte geliyor. Kesinlikle bunu kabul etmek her şeye sırtını dönmek anlamına gelmiyor. Ben de üniversitenin içindeyken arkadaşlarımızla beyazlık ile ilgili şakalar yapabiliyorduk. Bu kavram şakasızlıkla ilgili değil, kim olduğumuzu ve ne yapabileceğimizi tanımlamakla ilgili… Öncelikle bu kavram hakkında konuşurken cis-normatif ve heteronormatif düzenler içinde ne olmamız gerektiğinin bize dayatılması da var. Tabii ki kuir ve trans bir insanın hayatında başka türden neşeler var oluyor. Bu neşelerin varlığı, başka insanların neşesini kaçıran bir şey haline geliyor. Sizin neşeli bir hayat sürebiliyor olmanız onları rahatsız eder hale geliyor. Ama tabii ki bu insanların üstüne bir baskı da oluşturabilir.

Fotoğraf: @feministkilljoyatwork

Kamala Harris’in Neşesinden Farklı Bir Neşe

Neşeli olmak bir şeyi kanıtlama gerekliliği gibi hissettiriyorsa bu da bir baskı oluşturabilir. Çünkü içimizde hala yaşadığımız bir acı ve travmanın etkileri var. Yani bu neşeden bahsettiğimizde bütün bunların bilincinde olmak da bu kavramın bir parçası. Neşe dediğimizde şu anda Kamala Harris’in yansıttığı gibi bir neşeden, Gazze’de soykırım yaşanırken hâlâ bir şeyleri gülerek anlatıyor olmaktan ve bu konuların üstünün kapatılıyor olmasından bahsetmiyorum. Çok fazla kıyım var ve bunlardan bahsetmemiz ve bunlardan bahsederken hayatımızı nasıl şekillendirebileceğimizi bulmamız gerekiyor. Bir şey daha ekleyebilirim buna: Avustralya’daki ailemin yanına gidiyorum ve bazı şeyleri kabul ediyorlar. Beni ve partnerimi kabul ediyorlar. Ama hâlâ aklımdaki düşüncelerinin çok heteronormatif olduğunu fark edebiliyorum. Çünkü bana köpeğim Poppy’nin, onların köpeği Alfy’nin kız arkadaşı olup olamayacağını soruyorlar hâlâ. O yüzden onlarla oturduktan sonra çıkıp bir gay bara gitmek gibisi yok. Bunu rahatsız bir ayakkabıyla dolaştıktan sonra eve gelip onu çıkardığınızda hissettiğiniz o rahatlama hissine benzetiyorum. Bu da sanki oksijenin ve nefes almanın verdiği bir neşe gibi…

Zor Şeyleri Yazmak

Yazma konusunda sıkıcı bir insanım. Yani belli yapıları seviyorum. Tabii ki şu anda bağımsız bir yazarım ama yazarken de belli bir rutinim var. Sabah köpeklerimi gezdirip sonra Sarah’yla yürüyüşlere çıktıktan sonra ofisime dönüp yazı yazmaya başlıyorum. Ama kendimi yazar olarak tanımlamak biraz sürdü. Çünkü akademide yazarken hep bir amaç, bir son hedef için yazıyormuşuz gibi hissediyorum. Ama ondan kurtulduğumda yazma şeklim özgürleşti ve şimdi yazarken biraz sesler üzerine de düşünüyorum. Kelimelerin içindeki sesleri daha çok duymaya çalışıyorum. Zor şeyler yazıyoruz ve o yazdığım kelimelerin ritmi bazen onlarla baş edebilmemi sağlıyor. Sanki o sesler okurlara o kelimeler aracılığıyla ulaşacak gibi hissediyorum. Bu süreç, o zaman daha katlanılabilir bir hal alıyor.

Fotoğraf: @frankestaynkitabevi

*** Sara Ahmed’e, Frankeştayn Kitabevi’ne, Evren Savcı’ya ve Duru Aygüven’e teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Daha fazla yazı yok
2025-05-17 10:23:11