“Sound Dreams of İstanbul”, şehrin geçmişiyle bugününün, yaşam stillerinin değişiminin izini sürerken alternatif doğaçlama müzik sahnelerinin özgün sanatçılarının rüyalarından yola çıkarak hayalle gerçek arasında bir anlatıyla izleyiciyi akışına katılmaya davet ediyor.
İzleyiciyi çektiği gerçeklik sınırının bir “gündüz düşleri silsilesi” hissi verdiği anlatım biçimiyle beni hülyalar arasında salondan ayrılmaya zorlayan film, çok yönlü sanatçı Anıl Eraslan’ın projesi. Bir rüyasında “yerin kulağı vardır” sözünü anımsatacak biçimde yeryüzünün sesleri kaydeden bir yapısı olduğunu ve bu kayıtların tarihsel olarak katmanlı bir biçimde kaydedildiğini görüyor. Aslında arkeolojik kazı çalışmalarının mantığına benzer biçimde işleyen bu katmanlar döneme göre ayırt edilebiliyor ve kentin ses hafızasını oluşturuyor. Doğaçlama müzik icra etmenin mantığını da rüyanın oluşum ve akış biçimine benzeten sanatçı böylece rüyalar ve doğaçlama müzik arasında köprü oluşturan biçimiyle bu projeyi ortaya çıkarıyor. Kendi rüyasından yola çıkarak oluşturduğu projeye rüyalarıyla dahil olan sanatçılar arasında; Şevket Akıncı, Oğuz Büyükberber, Korhan Erel, Volkan Ergen, Canfeza Gündüz, Ayşe Hatipoğlu, Alper Maral, Merve Salgar ve Tolga Tüzün gibi alternatif müzik sahnelerinden ve caz kulüplerden aşina olduğumuz müzisyenler bulunuyor.
Filmden önce albüm
Anıl Eraslan’ın aklına doğaçlama müzisyenler ve rüyalar ile bağlantı kuracak bir proje üretme fikri ilk düştüğünde, filmden önce bir albüm çıkartmışlar. Albümün akışını “yekpare bir rüya” olarak ele alan müzisyen, pandemi nedeniyle birlikte çalışacağı müzisyenlerle bir araya gelemese bile herkes kendi kaydını almış ve “Dream Works” isimli albümde buluşmuş. Her parçada farklı bir müzisyenle ortak çalışan sanatçının bu albümdeki konukları ise, Sumru Ağıryürüyen, Şevket Akıncı, Orçun Baştürk, Eda Er, Anıl Eraslan, Volkan Ergen, Elif Canfezâ Gündüz, Zeynep Ayşe Hatipoğlu, Zeynep Kaya, Alper Maral, Merve Salgar ve
Tolga Tüzün. Hem dijital platformlarda yayınlanan hem de plak olarak çıkarılan albümü Eraslan aslında, baştan sona sırasıyla ve tek parça olarak tasarlamış. Bu nedenle albümü de bu şekilde dinlememizi salık veriyor. Birbirine doğaçlama müzik sahnelerden aşina olan sanatçıların bu birlikteliği, sonradan hayata geçecek film için de bir temel oluşturmuş. bantmag’den Cem Kayıran ile yaptığı söyleşide, 13 şarkılık albümü, sanatçıların rüyalarını sese dökmek amacıyla kurguladığını söyleyen Eraslan, İstanbul’da hiç yaşamadığını, sadece proje bazlı 7-8 aylık kısa ziyaretlerde bulunduğunu belirtiyor. Ancak bu projede, bu şehirden ve bu şehrin müzisyenlerinin birlikte yaratacağı sinerjiden duyduğu heyecanla yola çıktığını da ekliyor. Burada işaret ettiği şehir yaşamı ve kentin müzik dünyasının değişen paradigmaları da filme en önemli yaratıcı unsurlardan biri olarak katılıyor.
Deneysel bir belgesel filmi
“Filmin, bir saatlik bir müzik eseri gibi kendi ritmine sahip olmasını istedim; farklı dinamikleri barındıran, izleyiciyi sürekli merak içinde tutan, kimi zaman şaşırtan, kimi zaman gülümseten bir akış yakalamak benim için çok önemliydi.”* diyen Eraslan, film için analog bir biçim benimsemek istemiş ve (negatife kaydeden) Super 8 kamera ile çekim yapmış. Pelikül- film kullanan kameranın görüntülerine ulaşmak için en az iki ay beklemek gerekmesini de filmin heyecan verici bir unsuru olarak yapım sürecine dahil etmiş. Kurgu sürecini de bizzat kendisi üstlenmiş ve planlı performansları doğaçlama kurgular ile eşleyip sıralayarak yeni bir bütünlük oluşturmuş. Rüya ile gerçeğin bu kurgusal ses geçişleri ve analog görüntülerin oluşturduğu bazen buğulu-flu, bazen yansımalı görüntüler bu geçişler arasındaki sınırı muğlaklaştırmış. Böylece müzisyenlerin rüyaları arasında kaybolup gerçeklik algısını da geride bırakan seyirciye yepyeni bir deneyim kurgulamış. Aslında bu geçişlerin muğlaklığını filmde, belgesel katılımcılarından Şevket Akıncı, “Rüyalar benim için bir ikinci yaşam gibi. Ben çok rüya görür çoğunu da hatırlarım. Rüyaların fazlasıyla yaratıcı ve işlevsel bir yanı olduğunu düşünüyorum.” cümleleriyle açıklıyor.
Filmin en ilgi çekici ve kesinlikle absürd rüyalarından biri ise Oğuz Büyükberber’den geliyor. Rüyasında Charlie Parker’ın İstiklal Caddesi’nde bir tostçu büfesi işlettiğini gören Büyükberber, “pandemi de başladı ölmeden gidip şu adamın bir tostunu yiyeyim” diyerek bu tostçuya koşuyor. Film için heyecanınızı yeterince cezbedeceğine inandığım bu anekdotlardan sonra filmin, İstanbul Film Festivali’nde ve İstanbul Modern’in “Aç Sesini” programı kapsamında gösterilmesinin ardından festival sürecine 14-19 Haziran tarihlerinde Documentarist- İstanbul Belgesel Günleri’nde devam edeceğini de belirtelim.
Müzisyenlerin yaratım süreçleri hakkında film izlemeye meraklıysanız yapay zeka ile kurgulanan Brian Eno belgeseli Eno’ya ve sanatçıların şehir ile kurdukları ilişki üzerinden üretim süreçlerini konu alan ve MUBI’de izleyebileceğiniz çağdaş sanat belgeseli Crossroads’a göz atmanızı da önemle tavsiye ederim.
İyi seyirler!