Sanatın bizzat hayat, ya da tersi olması kapitalizm içinde değil, onun ötesindeki bir ütopya ile ilgiliydi. Bu unutuluyor çoğu zaman!

 

Hem mekanı ve lokasyonuyla sevdiğim, hem de Sevil Tunaboylu, Erol Eskici, Rafet Arslan ve Ahmet Doğu İpek gibi sevdiğim sanatçılara evsahipliği yapmış olması dolayısıyla takip ettiğim Sanatorium’da Zeyno Pekünlü’nün “Bildiğim Her Şey” adlı sergisini dolaşıyorum. Hemen girişteki bültene bakıyorum:

“(…) ikinci kişisel sergisinde yer alan yeni çalışmaları önceki işleriyle benzer montaj, yeniden düzenleme ve bağlamdan koparma yöntemleri kullanarak bilginin üretimi ve dağıtımı süreçlerini parçalara ayırıyor. Sanatçının buluntu imajlar ve metinlerle başlayan koleksiyoncu tavrı, üniversite amfilerinin çöplerine ve sıra altlarına, internetin muazzam dijital ve düzensiz arşivine ve son olarak da insanın ömrü boyunca biriktirdiği, lüzumlu, lüzumsuz, ezberlenmiş, evrensel, kişisel, anlık ya da kalıcı bilgi yığınına yöneliyor.”

Evet! Son 30 yılın en gözde metin diliyle yazılmış önümdeki kağıt. Walter Benjamin’in kalıntı, diyalektik imge ve koleksiyoncu argümanı, Foucault’un “bilginin arkeolojisi” ya da yüzlerce konsepte konu olmuş “palimsest” kavramı geliyor aklıma. Pekünlü takip ettiğim kadarıyla eleştirel teori ve Walter Benjamin ilgisi yüksek biri. Birçok politik insiyatif içinde aktif yer aldığını da düşünüyorum. Tam bir aktivist!

Sergiyi dolaşıyorum. Niyetini anlayabiliyorum. Politik bağlanmasını da. Erkekliği sorgulayan iki video var. Youtube’dan toplanmış “How to..?” kliplerinden oluşmuş kolaj videolar izliyoruz. Erkekliğin saç formlarını ve “kendine ait erkek banyolar”ın eleştirel yönelimini tahmin etmek güç değil. Videolara eşlik eden yaklaşık 1000’e yakın (sayamadım) notları okuyoruz gayet hijyen bir dizilim içinde. Bu notlar kişisel tarihten, herkesin tarihine ironik ve trajik çizikler atıyor. Bu notlardan sanatçının akademide Neşe Erdok atölyesinden mezun olduğunu öğreniyorum; ve aynı yıllara damgasını vuran soyut-figüratif gerilimine dönük sezgiler de ediniyorum. Neşe Erdok atölyesine dönük notlar, o yıllarda yükselmekte olan güncel sanata ve toplumcu gerçekçi resme dönük “küçümseyici” sarkastik yargılar da barındırıyor.

Toplamda karşımdaki dökümantasyon yığıntısı ve neredeyse sosyolojik birikinti elbette bıktırıcı sorular da uyandırıyor. Tamam bazı yönleriyle etkileyici. Ama fazlasıyla bıktırıcı bir sergileme var karşımda.

Örneğin bir sanat eleştirmeni olarak Pekünlü’nün çiziktirmelerini, pentürünü, asemblajını, kolajını ya da her neyse merak ediyorum doğrusu. Konvansiyonel olmak zorunda değil! Fakat karşımda sosyolojik, antropolojik bir döküm duruyor. Sanat değil! Biraz direkt olacak: Bu yapılanlara elbette saygı duyuyorum. Herkes istediğini yapmakta serbest. Ama bunlar üniversitelerin kültürel çalışmalar bölümlerinde, enstitülerinde, sosyal antropoloji arşivlerinde yer alabilir. Ya da kendileri profesyonel galeri olmayan SALT, AKSANAT gibi mekanlarda ya da bağımsız mekanlarda, sokakta olabilir. İyi niyeti anlayabiliyorum; eleştirel teoriye karşı amatör ilgiyi de… Ama açıkçası alanda aktör bir eleştirmen olarak bir sanat galerisinde; profesyonel bir White Cube’de, bu tür iyi niyetli uğraşlarla karşılaşmak istemiyorum.

Zaten 10-15 gibi bir rakama sahip, neredeyse bütün ülkeyi taşımaya çalışan, profesyonelleri bile dışarda bırakan, akan genç öğrenci sayısını içermesine imkanı olmayan sanat galerileri bu kadar azken; her bir periyod ve metrekare önemli hale geliyor.

Bu yıl Mamut Art jüri üyesi olarak alana akan sanatçı yoğunluğunu bizzat deneyimleyeceğim zaten. Naçizane kendimce bir serzeniş bu. Ama aslında derin bir arka plana sahip.

İtiraf edeyim: Sergilerde dökümantasyon, hazır nesne ve şıpın işi videolar gördükçe, sanat denilen bir alanın özerkliğinin daha çok farkına varıyorum. Ben de yıllarca sanat ve sanatçı idealizasyonuna elbette karşı çıktım; ama “sanat olmayanın” sanatı sömürgeleştirdiği bir aralıkta Kant’ın ve Alman Romantizminin özerklik talebi, kavrama ve hayata indirgenemez çekirdeğinin önemi ve acilliği tekrar karşımızda duruyor sanırım.

 Kant ve Alman idealist düşünürler, sanatın; oyun, çıkarsızlık, “amacı kendi olan amaçlılık” “Kategorik Emperatif” (karşılıksız evrensel buyruk-ödev) gibi özgürleştirici, hayatın rutininde bulunamayacak “lanetli pay”ın ortaya çıktığı, ölçülemeyen arzunun kıtası olarak görüyorlardı. Çünkü hayat endüstri devriminin hızı hesapçı siyah redingotlu burjuvazi tarafından sıkıcı bir rutine ve araçsallaşmış bir boğuntuya dönüşüyordu. Sanat; emek, kavramsallaştırılamaz olan, düşler, fantezi, güzelliğin durgunluğuna karşı ele geçirilmez “tekinsiz” süblime (yüce), doğaçlama ve en önemlisi malzeme-doğa arasında kurulan bambaşka bir dünya açma potansiyeli taşıyordu.

Ekleyelim: bugün kullandığımız anlamda büyük harfle Sanat (Art) kavramını 18. Yüzyıl ve sonrasına borçluyuz. Kendini “pratik hayatla lekelenmiş” zanaattan (artizan) ayıran Sanat, tekniğin ve yararlılığın ötesinde “amacı kendi olan bir amaçlılık” olarak özerklik kazanıyordu. Buna romantizmin yaygınlaştırdığı “yoğun içsellik”, biriciklik ve yer yer seçkinci tınılar taşıyan özgür Deha kavramları eklenmekte de gecikmeyecektir. Her şeyin ölçülebilir hale geldiği dünyada, Sanat dünyevi bir din gibi ölçülemezdi artık… Kendini gerçekleştirmenin, aykırı olmanın (bohem) biricik yurduydu.

Şu açık: Duchamp’tan Avangard’a yaşadığımız sancılı Modernizm, Marksizm’in de esiniyle “sanat ve hayatı birleştirmek” için sanatın iptali üzerinden kurulmuştu. Şunu unutuyoruz çoğu zaman: 1917 tarihli Pisuar bir sanat yapıtı değil, bir “soru”ydu… Ya da gündelik nesneye eklenmiş bir metin… Neyin sanat ve imza olabileceğine dair “felsefi” bir sorgulama…

Şu unutuluyor mesela: Duchamp diğer “hazır nesne (ready made)” yapıtlarında dönüştürerek sanat alanında konaklayan bir enerjiyi üflüyordu gündelik sıkıcılığın ve metalaşmış nesnelerin üstüne; yadırgatıcılığın büyük enerjisini… Sıradan olanın başkalaşımı! Sanatın hayat, hayatın sanat olduğu bir ütopya. Hala geçerli tamam… Ama? Buradaki ana unsur, yine Romantizm’deki indirgenemez, “çıkarsız” ve “araçsallaştırılamaz” olanın, sanatın kapitalist araçsallık içindeki huzursuz durumuydu. Bu anlamda yanlışlanması veya ortadan kaldırılması ya da Sovyet sosyalizmi içinde mühendisliğe dönüşerek bir gelecek tasarımına sahip olmasıydı hedeflenen. Bunu anlamak zor değil. Yani sanatın bizzat hayat olması kapitalizm içinde değil, onun ötesindeki bir ütopya ile ilgiliydi; dönem içinde bu ise sosyalist ütopyaydı. Bu unutuluyor işte, bıktırıcı bir söyleme dönüşen sanat üzerine konuşma eyleminde… Yani olumsuzlanan nesnelerin bizzat “aynısının” sanat haline geldiği bir yeni sanat değildi. Kısacası sanatı “olumsuzlamanın” kendisi bizzat “sanat” haline gelerek avangardı iğdiş edivermişti. Burada avangardın başarızlığından çok, kapitalizmin ve rızanın (hegemonyanın) başarısından da söz edilebilir elbette. Hala bunu yaşıyoruz; ironi, parodi ve pastişe sığınmış bir “sanatı iptalin sanatı”.

Bir tarafıyla büyük üçkağıt! İptale çalışacaksın, olumsuzlayacaksın ama elinde kalan yine Büyük Sanat olacak… Tam da gündelik hayatı sömürgeleştiren, başka bir aura inşa etmek oluyor bu… Tabii önemli bir farkı gözden kaçırmamak gerekiyor: 1920’lerin Sürrealistlerinin terk edilmiş nesnelerde, kentsel atıklarda, çöplerde aradıkları yine o özerk Romantik düş ve yeni bir mit umuduydu. Yani zamanda politik olabilen bir hafıza arayışı…1950’lerin Sitüasyonistleri Amerikan Rüyasıyla lekelenmiş imgeleri, reklamları çizgi romanları “saptırarak” başkalaştırıyorlardı. Ya da dökümantasyonu çantalara sığdıran Fluxus tam da sıradan imgede, patlamaya hazır bir “diyalektik imge” arıyordu. Kosuth’un sıradan imgeleri sanatın kavramsallaşacağına ya da kavramın estetik olabileceğine, felsefeyle-sanatın barışabileceğine dair iyimserlik taşıyordu. Bunlar hala silik de olsa avangardın ve 1968 hareketinin ütopyacı tınılarına sahipti. Ya da Beuys’un bedenin sanat olacağı, performatif “sosyal plastiği”. Herkes sanatçı umudu…

Kosuth’un sanatın felsefe olacağı savından bu zamana epey sular aktı.

Hegel’in sanatın sonu dediği evre, felsefenin altında bir sanatın sonunu ve “eksik konuşulmuş” bir dil olarak sanatın yok olması, yerine “mutlak akılın” geçmesi tasarısını içeriyordu. Oysa olan sanatın bizzat felsefeye dönüşmesiydi. Bugün Contemporary’nin temel malzemesini neredeyse eleştirel teori oluşturuyor. Büyüyen text ve söylem neredeyse malzemeyi, doğaçlamayı ve “kavramsallaştırılamaz-dile gelemeyen” olanı sömürgeleştiren bir bulutsu ağırlığa dönüşmüş durumda.

Şunu da biliyoruz: 1990 finans baharının, “Genç İngilizler” ve Saatchi fırtınasında Tracey Emin, 1980’li yıllarda yükselen “yeni bireycilik”e uç veren kişisel dökümantasyonla başka bir evreye geçmişti zaten. Kavram eklenmiş, ağdalı söylemlerle ağdalanmış bir dökümantasyon furyası hala devam ediyor. Tuhaftır en çok da bizim ülkemizde. Elbette bunlar uzun tartışmalar istiyor. Ama şunu söylemek acı ama gerçek: sanat olamayan, olmayı istemeyen bir yordam; egemen bir konumdan sanat oluveriyor. Üstelik sanatı dışlayarak. İşte bu düşündürücü! Sömürgeleştirici bir eğilim. Biliyorum yukarda sıraladığım silsile içinde bayağı muhafazakar gelecek bazı düşüncelerim.

Ama bazen, Foucault’nun dediği gibi “doğruyu söylemek” gerekiyor.

Daha fazla yazı yok
2024-03-29 00:32:48