İyi adamların savaşlarının ekranda modası geçerken, DC ve Marvel sinema salonlarında yumruk yumruğa savaşıyor ve biri kazanıyor…

İyi adamların savaşlarının ekranda modası geçerken, DC ve Marvel sinema salonlarında yumruk yumruğa savaşıyor ve biri kazanıyor…

Bu baharın çizgi roman adaptasyonu gişe sineması, birbirleriyle savaşan süper kahramanlar modasını yeniden ön plana çıkardı: Superman’le dövüşen Batman, Kaptan Amerika’ya karşı Demir Adam. Ama tüm bu all star takımları da -özellikle Warners/DC Comics’in Batman v Superman: Adaletin Şafağı ve Marvel/Disney’nin Kaptan Amerika: Kahramanların Savaşı- kendi aralarında bir savaş vermekte ve verdikleri savaş sadece hangi serinin daha hantal bir isimle ortaya çıkacağını görmek için değil… 

Yıllardan beri DC üretken ve hatta kimi zaman Oscar’a aday gösterilen çizgi roman sinemalarına imza atarken onun en önemli rakibinin karakterleri hiç de gösterişli olmayan ucuz filmlerde boy gösterdi (ya da pek de bilinmeyen Roger Corman prodüksiyonun Fantastik Dörtlü’sünde olduğu gibi kelimenin tam anlamıyla gösterime giremedi). Ama Marvel evreninde 2008 yılında Demir Adam (Iron Man) ile başlayan ve Christopher Nolan’ın Karanlık Şövalye (Dark Knight) üçlemesi ile son bulan çıkışı, bütün dengeleri değiştirdi: Birdenbire oyunu Marvel kurmaya ve DC onu takip etmeye başladı. Marvel‘ın büyük bir gayret ve ciddiyetle BvS ile birlikte kendi çok bölümlü, çok filmli dünyasını yaratması rakibinin izinden gitmek için çok cüretkar bir adımdı. Daha da beteri, film vizyona girdikten bir hafta sonra gişede yaşanan keskin düşüş, çok istekli olan bir seyircinin gördüklerinden tatmin olmayarak  filme bir kez daha gelmek istemediğini gösteriyordu. Bu arada, Kahramanların Savaşı tarihteki beşinci en büyük hafta sonu açılış gişesini elde etti. Yani bu raundu Kaptan kazandı!

Kahramanların Savaşı ile Adaletin Şafağı’nı karşılaştırabilmenin hiçbir yolu yok ve bunun nedeni sadece onların vizyona girme tarihlerinin Thinkpiece Industrial Complex’in dikkatini çekecek kadar yakın olmasından kaynaklanmıyor. Bu her ikisinin de konularının yüzeysel olarak bakıldığında esrarengiz bir biçimde aynı olmasından da kaynaklanmıyor- her iki konu da merkezine dünyayı kurtarmaya çalışırken gerçekleşen sivil zaiyatlardan sorumlu süper kahramanları koyuyor.  Daha önemli konulara ek olarak, her iki yapım şirketi de  en azından, iki film de başrol karakterlerinin (ya da BvS sözkonusu olduğunda ikinci başrol karakterinin)  -nazikçe söylemek gerekirse- aptal ve sakar olabilmeleri için gösterilen çabanın bir ürünü olarak görülmesi için savaşıyor.

Aynı şekilde Glen Weldon’ın yazmış olduğu kültürel tarihte, Superman: İzinsiz Biyografi’de, Superman özünde “nazik, müşfik ve kendini sevdirecek kadar dürüst” biridir; 2014 yılında yazılmış “Kaptan Amerika Neden Yalnızca Bir Puşt Olduğunda İlgi Çekicidir” başlıklı bir makalede Vulture yazarı Abraham Riesman “Kaptan’ın hem ekranlarda hem de çizgi romanda esas olarak sıkıcı bir karakter olduğunu,” söyler: “Bizi yalnızca daha büyük bir hikayenin bir parçası olduğu için yakalar, karakteri doğal olarak olağanüstü olduğu için değil…” 

Sırasıyla Büyük Bunalım ve İkinci Dünya Savaşı sırasında doğan Superman ve Kaptan Amerika’nın her ikisi de iyi ve kötünün arasındaki sınırların kalınlaştığı ve koyu renklerle çizildiği bir zamanda yaratıldılar. Superman Cleveland’lı iki Yahudi tarafından, Nietzsche‘ci üstinsan kavramına bir Amerikan yanıtı olarak hayal edildi; hatta ilk baskısının kapağında, Kaptan Amerika Hitler’in çenesine yumruğu oturtur. Yüzyılın geride kalan üç çeyreği boyunca her iki karakterde defalarca yeniden kurgulandılar, ama her ikisi de özlerindeki temel ahlaka sadık kaldılar. Ve ahlak, takdire şayan bir vasıf olabileceği gibi, oldukça sıkıcı da olabilir. 

Bu böyle olmak zorunda değil: İyi niyetli çizgi roman karakterleri ve onların beyaz perdedeki temsilcileri, uzun zamandan beri kuşku götürmeyecek bir biçimde kahraman, hatta süperkahramanlar. Christopher Reeve’in Superman’i, yok edilmiş bir ırkın son temsilcisi olarak yaşadığı yalnızlık ve taşıdığı korkunç sorumlulukla başa çıkmak için ve hatta Lois Lane’in karşısında anlamlı cümleler kurabilme yeteneğini kazanmak için mücadele eder, ama iyi olan herhangi bir şey için güçlerini kullanmak konusunda bir an bile tereddüt etmez. Eski Ahit’in nahoş öfkesini zerre kadar taşımayan bir Pazar Okulu Mesihi gibidir, cömert ve bağışlayıcı. 

Bu yıl 30’uncu yılına basacak olan Frank Miller imzalı Kara Şövalye’nin Dönüşü tüm bunları değiştirdi. Onun Batman’ı bugün artık klişeleşmiş terimleri kullanacak olursak, karanlık ve cesurdu, Clint Eastwood’un Dirty Harry’sinin damarlarında dolaşan öfkeli bir intikamcıydı. Hikayenin tepe noktasında güçleri zayıflamış bir Superman ile bir dövüş tasarlar, Demir Adam’a karşı taktiksel bir avantaj kazanabilmek için insanca kurnazlığını ve gelişmiş teknolojiyi kullanır. (Snyder da Batman ve Superman arasındaki final savaşını canlandırabilmek için Miller’ın hayal gücünü çok, oldukça çok zorlamıştır). Ama sanatçı yazar aslında şunları yazmaktadır: Pelerinli Savaşçı’nın asıl avantajı öfkesiydi. Bu öfke ona, asla kötü olamayan ve mükemmel olduğunu sanan rakibinin yoksun olduğu bir odak ve bir amaç sağlamlığı veriyordu. “Sen bir rozeti ya da bir sancağı olan herkese, her zaman evet diyorsun” diye alayla gülümser Bruce Wayne, rakibinin namağlup çenesine balyoz yumruklarını yağdırırken. “Senin bir adam olmanın ne demek olduğunu öğrenmenin zamanı geldi de geçiyor bile”. 

Karanlık Şövalye, ilk sayıları aynı yıl içinde yayınlanmış olan Alan Moore ve Dave Gibbons’ın Watchmen’i ile birlikte çizgi roman dünyasında bir deprem etkisi yarattı -özellikle çizgi roman kahramanlarının dışarıdan nasıl algılandıkları hakkındaki görüşü kökten değiştirdi. Anaakım medya kuruluşları çizgi romanların “yetişkin” temalar içerdiğine dair sayısız makaleler yayınladılar. Hepsi ufak değişikliklerle aşağı yukarı şu başlığı taşıyorlardı; “Vur! Esir al! Çizgi Romanlar Artık Yalnızca Çocuklar İçin Değil”. 1989’da Tim Burton’ın barbarvari Batman’i kendi kanunlarını dayatan işkence görmüş kahramanının zaferini sağlamlaştırıyordu ve her ne kadar bu diziler kendisinden önceki Superman filmleri gibi bayağılaşsalar da, etkileri sürmeye devam etti. Christopher Nolan’ın Kara Şövalye’si karakterini çok daha karanlık, cüretkar derinliklere taşısa da, doğruyu, adaleti ve Amerikan yaşam tarzını savunan adam, karakteri ekranlarda filizlenmek için yeniden oluşturacak olan beş girişimle birlikte, gelişme cehenneminde çürüdü ve 2006’nın Superman’in Dönüşü filmi yeni seküeller getirecek başarıyı yakalayamadı.

Kaptan Amerika’nın yolcuğu çok daha beterdi. Kendisine Marvel evreni içinde bir yer edinmeden önce, yalnızca 1990 yılında çekilmiş bir sinema filminde yer aldı. Film öyle kötüydü ki A.B.D’de hala gösterime girmedi. (Varlığını bir zırvalık olarak sürdürmektedir, varlığı sürdürmesinin tek nedeni başrolü J. D. Salinger’in oğlu Matt’in oynamış olmasıdır). Marvel’ın Marvel evreni öncesindeki girişimlerinin başarısızlığının kökleri derinlerde olan birçok farklı nedeni vardır, ama kırmızı, beyaz ve mavi kalkanlı adam özel bir sorun teşkil etmektedir: Amerikan değerlerinin somutlaşmış bu halini nasıl sade ve abartısız bir halde sunabiliriz? 

Marvel’ın yanıtı: Aslında, sunamayız. Chris Evans’ın Kaptanı tam anlamıyla atalarını yansıtan, daha eski, daha basit bir çağda dondurularak günümüze ulaşmış bir kalıntıdır. Onun köşeliliğini yumuşatmak yerine, filmler bunu alay konusu yapmaktadır: Kış Askeri’nden sessiz bir bölüm onu, pop kültürüne ait bir yapılacaklar listesini gözden geçirirken göstermektedir. Bu listede disko, Berlin Duvarı’nın tarihi ve “Nirvana Grubu” yer almaktadır. Etrafı Scarlett Johansson’ın Siyah Dulu ve Robert Downey Jr. Demir Adam gibi alaycı ve kötümser tiplerle çevrelenmiştir ama o kararlı ve sarsılmaz tavrıyla  ideallerini savunmaya devam eder. Bu savunma giderek artan bir biçimde onu yaratan otoritelere karşı direnmek anlamına geliyor olsa bile… Kahramanların Savaşı Kaptan’ı bir dolandırıcı, bir ajan yapar, kendi hükümeti tarafından aranmaktadır ve buna rağmen hala iyi adamdır. 

Zack Snyder’ın dünyasının Superman’i ise tek kelimeyle Batman’leştirildi. Demir Adam Henry Cavill’in Kal-El’ine orta batı değerlendirinde çok sağlam bir temel sundu: “Kansas’tanım.” diyordu bu noktada. “Sizin düşünebileceğiniz kadar Amerikalı sayılırım.” Ama o 9/11 sonrası Amerikası’ndandı ve bu Amerika’da ilkeler üzerinde pazarlık edilebilmekte ve idealler henüz oluşum halindeydi. Filmdeki heyecan verici savaş boyunca -bu savaş onun rakibinin boyununu kırmasıyla sonuçlanacaktır- savaşın Metropolis üzerinde yol açacağı dehşet verici sonuçlardan gamsız bir başkuş kadar habersizdir. Batman ve Superman’de kentin kurtarıcısı ilan edilir, ama Bruce Wayne bedenleri sayma işiyle ilgilenen kişidir. 

Özü itibarıyla, Marvel ve DC çok benzer bir sorunla karşı karşıyadır ama çözümleri neredeyse birbirlerinin aynısıdır. Daha önce DC’nin Watchmen’ini uyarlamış olan Snyder, Pelerinli Savaşçı’yı bir anti kahraman yaptı, dünyayı kurtarma işi en azından eskiden olduğundan çok daha az komik görünüyordu. Ama Marvel’ın filmlerinde Kaptan Amerika bir anti anti-kahraman, yozlaşma nedeniyle yarılmış ve politik çıkarlar nedeniyle bölünmüş bir dünyaya karşı çıkan, ama buna rağmen hala kendisi olmayı tercih eden biri… Karmaşık bir kişiliği inatçılıkla karıştırmak kolaydır, ama çok fazla şey hissetmeniz gereken bir dünyada, ideallerinize tutunmak gerçekten çok karmaşıktır. 

Batman v Superman’in çok daha iyi yaptığı bir şey -belki de tek şey- zararın değerlendirmesini yapmak oldu. Kahramanların Savaşı bize Avengers’ın uyanışında geride kalan enkazın çabuk bir kurgusunu sundu ve Scarlet Witch diplomatik bir yerleşkenin içinde bir bombanın infilak etmesine izin verdiğinde bilançoya birkaç şey daha ekledi. Ama filmin tek gerçek dışsal bakış açışı filmin kötü karakteri tarafından sunuldu. Bu karakter Ultron Çağı’nın sonunda yaşanan Sokovia savaşı sırasında ailesini kaybetmişti. BvS aslında kendinden önce gelen yapımların doruk noktasını yeniden yaşatıyor, yalnızca bu defa biz bu zirveye Superman ve Zod gökyüzünde birbirleriyle kavga ederken ofis kulelerinin yerle bir oluşunu umarsızlıkla izleyen Bruce Wayne ile birlikte yerden bakıyoruz. Metropolis’in ölümü anıtı, taşa kazınan her isimle birlikte  açıkça Vietnam anıtını anımsatıyor. 

Ve bunun ardından, konunun içinde anlaşılmaz ters köşeler ve açıklanamaz güdülenmeler arasında kaybolan ahlak ve sorumluluk sayılarıyla, her şeyi büyük ölçüde eline yüzüne bulaştırdı. Batman ve Superman birbiriyle savaşmaya ilkesel olarak son vermedi ama bunu yapmak için Lex Luthor tarafından ustalıkla yönlendirildi. Lex Luthor’un temel amacı dünyanın en güçlü kahramanlarına bir çocuğun oyuncaklarına yaptığı muameleyi yapabilmektir. Birebir mücadele etrafında şekillenen  bir filmin aynı zamanda DC’nin en son oyun dünyasının köşetaşı olarak tasarlanmış olması, Gal Godot’nun Harika Kadın’ının final savaşına ve Adalet Ligi’nin diğer olası üyelerinin filmdeki geçici, beyhude küçük rollerine tıkıştırılmış olması bir işe yaramadı. BvS parçalanmış bir dünya inşa eden bir düzine filmi tıkabasa bir araya getirmeye çalışıyor ve bu hantal formun çok iyi olduğunu söylemeye çalışıyor. 

Marvel’ın karakter kadrosu bunun tam aksine, öyle geniş ki yeni katılan yüzleri neredeyse fark etmiyorsunuz. İç Savaş Chadwick Boseman’ın Siyah Panteri ve Tom Holland’ın Örümcek Adam’ını bir araya getiriyor. Her ikisi de pek yakın bir gelecekte kendi filmlerinin yıldızları olmaya adaylar, öyle ki Kaptan daha şimdiden kendi filminde neredeyse yardımcı oyuncu konumuna düşmüş durumda: filmin ismi Avengers 3 olsa kimsenin ruhu duymaz. Bu film dizisi Marvel evreninin nimeti ve laneti. Artık çok büyük –Kahramanlar Savaşı onun 13. filmi, önümüzdeki dört sene için dokuz tane daha film çekilmesi planlanıyor- dolayısıyla kendi kurallarını yaratmış durumda. Eleştirmenler Kahramanlar Savaşı‘nı “Marvel’in bugüne dek çektiği en iyi film” olarak değerlendiriyorlar ama filmin kendisinin gerçekten iyi olup olmadığı konusunda hiçbir yorum yapmıyorlar. 

DC’nin filmlerinin kaçıp kurtulmak için çok daha uzun: Richard Donner’ın Superman’i hem Nolan’ın hem de Tim Burton’un Batman’i. Ama bu filmler aynı zamanda Snyder’ın kendi stiline sıkı sıkıya bağlılar, bu stil başka yönetmenlerin kolay kolay taklik edemeyecekleri bir stil. Onun baştan sona devam eden görkemi ham bir şiirsellik taşıyor, ama David Ayer’ın pek yakında gösterime girecek olan İntihar Takımı’nın DC’nin yazılı olmayan “şaka yok” politikasını ihlal ederek filme daha çok mizah katabilmek için aynı sahneyi tekrar tekrar çekmesi bir merhabaya işaret ediyor olabilir. Marvel filmleri daha hafiftir, hem ton olarak hem de görsel olarak: BvS ve Kahramanlar Savaşı arasındaki fark kelimenin tam anlamıyla gece ve gündüz arasındaki fark gibidir. Ama Marvel filmleri aynı zamanda kendilerinin çok daha fazla farkındadır, Peter Parker’ın May Teyze’sinin nasıl olup da pörsümüş yaşlı bir kadından seksi bir Marisa Tomei’ye dönüştüğü üzerine şakalar yapabilir. 

Şirketin TV yayınları, özellikle The Flash yükselen duyguları ve şaşkın eğlenceleri ustaca dengelese de, örneğin, Galaksinin Koruyucuları’nın DC tarafından yapılmış eşdeğerini hayal etmek bile imkansızdır. Snyder’ın büyük ekran dünyası acımasız bir dünyadır ve bu kötü olmak zorunda değildir ama bu hiç şüphesiz, kesinlikle daha monoton bir dünyadır ve yalnızca birkaç filmden sonra kendisini bir köşeye çevirecek biçimde boyayacağı hissini uyandırır. Marvel’ı Marvel yapan şey her temel karakterin yalnızca kendi kişiliğinin olmasının yanısıra kendisine özgü bir stilinin olmasıdır. Bu stil öyle ayırt edicidir ki bu karakterlerin bağımsız filmlerinin kendi kendine yeten filmler olarak hissedilmesine yol açar, ama bunlar aynı havuzda oynayamayacak denli birbirinden farklılaşmış karakterler değildirler. Bir dünyayı kuran yalnızca büyüklüğü değildir: Çeşitliliktir ve DC renkli kalmaya devam etmek istiyorsa kalem kutusunda biraz daha çok renkli kalem keşfetmelidir. 

Kaynak: ‘Civil War’ vs. ‘Batman v Superman’: What Marvel Is Getting Right

Daha fazla yazı yok
2024-03-28 08:46:09