Picasso müzesi başındaki isim Jean Clair, gerçek adıyla Gérard Régnier, 1967 Şubat’ında Picasso üzerine eleştirel bir yazı yazmıştı. Fakat bu eleştirel yazıya rağmen 1989’da Picasso Müzesinin direktörü olarak seçildi. Hemen herkesin sevdiği bir ressamdan hem nefret etmek hem de aynı anda onun eserleriyle yılda üç dört sergi hazırlamak mümkün mü acaba… Yıllar sonra Jean Clair’in fikri değişti mi? Picasso’yla neydi alıp veremediği? Aynı fikirde mi hala? Bu süreç içinde neler değişti, neler aynı kaldı bakış açısında sorulan üç soruda cevapladı bunları Jean Clair.


1967’de yazdığınız metin Picasso Müzesi’nin direktörü olmanızı öngörmüyordu. Bugün bakınca o metin üzerine taşıdığınız bakış nedir?


 


Metin bana açık ve net görünüyor ama yine de muhtemeldir ki bugün onu 1967’de yazıldığı gibi yazmazdım. O zaman, şu veya bu eser üzerine kendi spontane duygularımı dile getirme lüksünü ödeyebilen, Fransa müzelerinde genç bir konservatördüm. İlk sergim 1966 yılında Bonnard’a adanmıştı, fakat benim bu ölçüsüz bir aşk duyduğum şeyden Picasso tiksindiğini bildirmişti, o bu resimleri cılız ve yapılanmamış bulmuyordu. Bonnard, Picasso’nun asla olmadığı bir renk ustasıydı; Picasso resimlerinin zalimliğinin zıttına meyleden sakin bir duygusallık hâkimdi onda. Böylece, gençliğin bütün aceleciliğiyle Picasso’ya karşı Bonnard’ın tarafında yer aldım. 1989 yılında, daha sonraları, Picasso Müzesi’nin başına getirildiğimde, sanıyorum ne dalkavukluğa ne de nefrete düşmeksizin tam da bu harika olguyu üstlenebilmek için gerekli uzaklıkta, bana verilen bu eserin büyüsü ve onuru karışımını duydum. Benim amacım ilkin böylece Picasso’nun dinlerdeki kutsanmış imajını aynı anda hem çekip hem de geri itebilen toplanmamış eserlerinin çeşitliliğini ortaya serebilecek (Fransa’da ya da dışarıda, üç dört yılda bir, kırka yakın) bir sergi dizisi hazırlamak oldu. Dört eksen etrafında döndüğümü söyleyebilirim: Picasso’daki erotizm, eserinde doğurgan bir güçle dile gelerek yerleşmiş şu yarı insan-yarı boğa figürü; Hristiyan kültüründen derinlemesine beslenmiş bu Endülüslüde Katolikliğin yeri; boğa ve mitra kültü ve arşivlerinin ışığında Picasso’nun politik angajmanı. Ama nedensiz sevdiğim bir sanatçı üzerine de aynı şekilde bu çalışmaları yapacağımdan emin değilim. Sevdiğimiz birini analiz etmek ister miyiz? Sizce de gizemini korumayı seçmez miyiz onun?


 


On beş yıldan fazla onu işledikten sonra, hala 1967’de yaptığınız gibi Picasso’da “kabul etmediğiniz” bazı motifler var mı?


 


Eğer Picasso’da gedik aramaya kalkarsanız, bunu onun yüz ile olan ilişkisinde bulursunuz. Eserlerinin bozulduğu yer orasıdır: Picassso’da iyi portreler bulmak çok zordur. Ötekine yönelik bütünüyle biçimsel bir ilişkisi söz konusu onun: çehreyi durağan bir nesne olarak çizer. Bu nedenle onun portreleri modelin hayatından, tutkularından, acılarından izler taşımayarak umut kırıcıdırlar.  Picasso’nun resmi “Mavi dönem” ve bazen yumuşak bir duygusallıkla ürettiklerinin dışında, Avignonlu Kızlar’dan başlayarak bütün bir psikolojiden bağını kopardı. O andan itibaren Picasso, Roger Caillois’nın onun hakkında dediği gibi “büyük bir tasfiye memuru” oldu: Batı’yı en büyük projesi olan yüzün temsilinden temizledi Picasso, bu yüz Hristiyanlığın içinden doğmuştu, insanın tanrıyla olan ilişkisinden ve hemen sonrasında batı dünyasının güçlü portreleri arasında, aşk oyunlarında hep vardı…. 19. ve 20. yüzyıl sanatçıları bize psikoloji açısından bir ikna edici portreler galerisi sunarlar; Van Gogh, Degas, Munch ve daha birçoğu. Picasso ise orada değildir. Denebilir ki psikolojik içerik onu tümden ilgilendirmez. Bu nedenle, belki de, Komünist Parti bir Stalin portresi yapması için ona çağrıda bulunmuştu: hiçbir iç yoktur bu portrede, içeride geçen hiçbir şey yoktur. Hakettiği de budur belki de daha çok…


 


Geliştirdiğiniz fikre göre Picasso’da yaratıcılık onu yaratıma götürüyordu ve Picasso “yaratıcının çağdaş sanatın en büyük parçası olma sürecini tersine çeviren en önemli kökendi.” Bugün hala öyle mi düşünüyorsunuz?


 


Bu formül artık bütünüyle doğru değil. 1967’de Picasso yeni nesil bir resmin modeli olmuştu, kendine dönük bir ironiyle Neue Wilde (Yeni Vahşiler) ya da “bad painting” (kötü resim) sanatçıları ismini taşıyan: Georg Baselitz, Keith Haring… Onların enstantane resimleri asalet kaynağını Picasso resimlerinde bulurdu, ne var ki bu bütün bir hızla yakında gerçekleşecek kendi ölümünün fırça darbelerini tuvale vurdu. Bu vahşi ve şiddetli bad painting pek uzun süremedi, resme kalan son şeyleri de tasfiye etti ve doğal olarak da yerleştirme, minimal ve konseptüel tarafından aşıldı. Jeff Koons Picasso’ya hiçbir şey borçlu değildir örneğin.  Çağdaş sanatı bu günkü yaratımın dolaylarına, yarı yarıya kaybolmuş resim ve şifrelenmiş nesnenin tüm bir gücüyle Duchamp’ın getirdiğini görüyoruz. Duchamp inanılmaz yetenekli genç bir ressamdı fakat anladı ki resim artık aşılması gereken köhne bir operasyon olmuştu. Ve böylece o, bambaşka bir ses, sofistike nesnelerle olağan üstü derecede ince ve karmaşık bir düşünme biçimi getirdi. Yüce bir sembolizm fabrikası,  Mallarmé’nin tıpkı edebiyatta yaptığı gibi! Buna karşın, Picasso ise resim yapmaya devam etti, ta ki resmin sonunu getirene dek. Babası olmaktan çok bence o modern resmin canavarıdır; modern resmi hadım eden, onu yiyip bitiren. Nitekim yuttu ve sindirdi her şeyi. Sandığımızın aksine, Picasso’nun hüzünlü bir tarafı vardır onu aşırı melankolik kılan. Picasso bütün bir görsel mirası tasfiye etti, onu emdi ve kendine özgü fizyolojisiyle tükürdü yeniden, eşsiz bir yıkıcı güç ve kuvvetle. Ne fizyoloji ama! Picasso’dan sonra ancak sadece bir kalıntılar yığını kalabilirdi.


 


Jean Clair: Yazar ve denemeci Jean Clair 2008’den beri Académie Française üyesidir. Çağdaş sanattaki sapmaların düşmanı. Picasso’da Hristiyan kültürünün yeri, erotizm, boğa kültü ve Picasso’nun politik angajmanı ile birlikte Jean Clair’in Picasso Müzesi yönetimi bünyesinde seçtiği başlıklardan biridir.


 

Le Figaro Hors-serie Kasım 2014


Fransızca’dan çeviren: Selman AKIL

Daha fazla yazı yok
2024-03-29 13:59:16