Oyunculuğu büyük bir aile yemeği çıkarmaya benzeten Tilbe Saran ile Aslı Ceren Bozatlı konuştu.

Virgina Woolf’un “Bir kadın olarak bütün dünya benim ülkem” derken ne demek istediğini Tilbe Saran’la ilk karşılaşmamızda anladım sanırım. Çünkü o hem kendi hikayesini yanında gururla taşıyan, hem de kendine yabancılaşıp, dünyanın bütün kadınlarını tek bir vücutta birleştirebilen ender oyunculardan. Sakin, huzurlu, tutkulu, kendinden emin ve nadir.

Tanrısal bir enerjiyle ve hiç bitmeyen tutkusuyla, yeni filmi Çekmeceler’le, sezonun iddialı oyunu Savaş’taki performansıyla ve Şeref Meselesi dizisiyle bu yıl onu daha sık görme şansına eriştik biz de.  Ama ben Tilbe Saran’ı bulmuşken, dersine giren bir öğrenci amatörlüğüyle tiyatro ve oyunculuk üzerine konuşmak istedim.

Keyifli okumalar.

 

Aslı Ceren Bozatlı: Oyuncu olarak nelerden beslenir, kendinizi neyle yenilersiniz?

Tilbe Saran: Öncelikle öğrencilerimden beslenirim. Edebiyat, sinema, doğa böyle gider.. Eğer bir oyun çalışıyorsam, karaktere yönelik çalışmalar yaparım. Dönemsel bir oyunsa mesela, bana altyapı sağlayacak müzikler, o dönemin tarihi, oyunun yazarı ve yazarın diğer oyunları başlıca araçlarımdır. Döküm yapabilecek hale gelene kadar malzeme biriktiririm oyun için.

 

Sette ve sahne provalarındaki tutumunuz nasıl değişiyor? Kendinizi gözlemlediğiniz oluyor mu hiç?

Arada çok fark var aslında. Tiyatroda birlikte üretme ve bir ekip olabilme hazzı bambaşka bir şey. Birlikte yemek hazırlamak gibi. Sanki birisi domatesi doğrarken, öbürü tuzu biberi ayarlıyor, diğeri suyunu ölçüyor, biri müziği ayarlıyor. Demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi? Sahne benim evim gibi bu yüzden. En rahat ettiğim yer, ne kadar tedirgin, heyecanlı, ürkek olsam da orası benim yatağım, salonum, mutfağım. En kendim gibi olabildiğim, en benim olan yer.

Sette ise her şeyin belli olduğu, tüm sahnelerin bir sırasının, bir matematiğinin olduğu sistemli bir ortam var.  Bir de üstüne ekip arkadaşlarınızla da sahneleriniz farklı saatlerdeyse zaten denk gelemiyorsunuz. Ama ben şanslıyım ki son filmimde ekiple prova yaparak, üzerine konuşarak, kavga ederek, ikna ederek, birlikte yaşadığımız bir süreç geçirdik.

 

Rolü çıkarırken kişisel deneyimleriniz ve geçmişinizden ne kadar yararlanıyorsunuz? Güçlü bir katkısı var mı sizce?

Yüzde yüz yararlanıyorum. Hiçbir oyuncu kimseyi öldürmemiştir ama Leydi Macbeth ya da Macbeth oynayacaksa o duyguya tanıdık olması gerekir bir yerden. Kendi hayatında o roldeki karşılıkları bulmaya çalışarak, aslında kendini malzeme ederek çıkarır rolü. Bu yüzden de yıpratıcı bir meslektir oyunculuk eğer ki dürüstçe gösterilirse bu karanlıklar. Sahicilik o gerçekliktedir çünkü. Gerçeklikse sizin ruhunuzdan, karanlığınızdan, çirkinliğinizden, iyiliğinizden çıkar.

Diğer oyuncularla olan buluşmalarınızdan, çarpışma anlarından doğar. Ve o karanlıkta emeklerken hem kendi derinliklerinize dalmak hem de onu karşınızdakilerle paylaşacak cesareti göstermek esas meseledir. Ve bu cesurca eyleminiz de karşılaştığınız herkesin, oyuncu, yönetmen, seyirci ortaya çıkan işe katkısı olan herkesin cesur olmasını talep eder. İşte onu yakaladığınız zaman o karşılaşmalardan harika şeyler çıkar.

 

Mutlaka bir oto kontrol var ama?

Provalar böylesi bir tasarım içinde insanın bedenini ruhunu ve zihnini ters yüz etttiği alanlardır zaten. Yani bilinçli yaratma, araştırma, laboratuvar kısmı bir bakıma. Ne yapıyorsanız orada yapıyorsunuz. Üstelik tek başınıza değilsiniz hiçbir zaman. Yönetmen, yazar, tasarımcı, size bakan başka gözler var orada. Onlarla birlikte de kendi yolunuzu daha net bulabiliyorsunuz.

 

Sizce bir yönetmenin özellikle o oyuncuyu o rolde görmek istemesinin nedeni ne olabilir?

Tiyatroda çok fazla görünüş üzerinden değil de daha çok o rol kişisini taşıyıp taşıyamayacağına bakılır. Arada cam ekran yok ne de olsa,  o anda gelişecek her şeyde o ilişkiyi taşıyıp taşıyamacağı değerlendiriliyor. Onun dışında tabii ki bazı roller belli başlı tipolojik özellikleri ister veya bazı roller belli yaşları bekler. Yaşanmışlıkları, deneyimleri bekler. Aslında sadece oyuncu olarak değil, insan olarak da belli bir tortunun birikmiş olması gerekir.

 

Siz bir oyuncunun ışığını nerede görürsünüz peki?

İlk başta cesaretidir beni etkileyen. Ve arzusu. Orada olmayı çaresizce arzu etmeli bir oyuncu. Bunun için bedel ödemeye hazır olmalı. Işık denilen şey tam olarak bu bana göre.

 

Oyunculuk mutlaka okulda öğrenilmesi gereken bir meslek mi? Alaylı oyunculara nasıl bakıyorsunuz?

Okul ya da kurs bir başlangıçtır bana göre, bir kapıyı aralar. İşi çok daha derli toplu, tekniklerini öğrenerek yaparsınız. Yaşıtlarınızla birlikte ortak bir öğrenme sürecini paylaşırsınız. Uzun bir laboratuvar çalışmasına hazır olduğunuz, bir takım şeyleri daha kolay halledebilme özgüvenine sahip olduğunuz bir alandır. Ama okuldan çıkmak oyuncu olmak demek değildir. Tersi de olmadığı gibi. Aslında bu kişinin kendini ne kadar beslediğiyle alakalı. Okuldan çıktığınız gibi oyuncu olamazsınız bana göre. Tüm meslekler için geçerli bu dediğim. 9 yıl tıp okursunuz ama sonunda tıba dair herşeyi biliyorsunuz anlamına gelmez bu. Kendinize her gün bir şey eklemelisiniz. Dünya değişiyor, koşullar değişiyor, buluşlar değişiyor çünkü. Siz de buna paralel olarak gelişmezseniz ilk baktığınız hastayı öldürürsünüz.

 

Sizi en çok heyecanlandıran ve hala unutamadığınız rolünüz hangisiydi?

Hepsinin farklı bir macerası var. Şu ya da bu diye ayıramıyorum. Sadece rol değil, onu yaşarkenki birlikte üretim süreci de damağında kalan bir lezzet. İkisini birbirinden ayıramam bu yüzden.

Mesela Vanya Dayı’daki Sonya rolünü çalışma sürecim benim için ikinci bir konservatuar deneyimiydi. Rus bir yönetmenle ve Şehir Tiyatrosunun değerli oyuncularıyla birlikte çalışmıştım ve çok zenginleşmiştim oradan çıktığımda. O günler bende büyülü bir anı olarak kaldı. Coşkusu, acısı, birlikteliğiyle…

En son Savaş’ta da Serdarla sanki bir workshop bitirmiş gibiydim. Sadece provadan da bahsetmiyorum. Öğrencilerle olan çalışmalarda da.. Hiçbirini birbirinden ayıramıyorum. Bu yüzden sadece rol değil bir şeyi unutulmaz kılan benim için. Daha önce de dediğim gibi büyük bir aile yemeği hazırlamak gibidir oyun çıkarmak.

 

Şeref Meselesi dizisinden ayrıldınız.  Önünüzde bekleyen projeler var mı ya da neler yapmak istiyorsunuz?

Şu aralar rahatım. Kesinleşmemiş bir sinema projesi var şimdilik. Aslında önümüzdeki sezon daha çok oyun yapabilmek istiyorum ben.

 

Piyasanın üzerinde egemen olduğu bir sanat üretimi kendini ne kadar ifade edebilir? Sanatın bu karanlık çağdan bir çıkış yolu var mı ne dersiniz?

Sanatın karşısında her zaman, her çağda egemen güçler vardı, hep de olacaktır. Çünkü sanat çoğunluğun ve egemen olanın karşısındadır. Sanatın çoğunluk olduğu bir dönem neredeyse yoktur. Hep aykırıdır ve yaramaz çocuktur. Kural dışıdır. Zaten öyle olduğu için bu kadar ilerletici, sağaltıcı, kafa bulandırıcı ve yenilikçi olabiliyor.

 

Alternatif tiyatroların çoğalmasıyla genç yazarlar birer birer ortaya çıktığından beridir “yeni yazar yetişmiyor” klişesi aşıldı sanki. Bu umut verici ortamın biraz kendi fırsatını kendi yarattığını görüyorum. Yani bu alanlar genç tiyatrocuların “biz de buradayız” deme şekli gibi. Yenileşmenin kaçınılmaz olduğunu söylediniz. Peki hala kurumsal ve köklü tiyatroların bu yenileşme sürecinde elini taşın altına sokmuyor oluşunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle ben oyun yazarlığının oyunculuk bilmeden yapılabileceğine inanmıyorum. Herhangi iyi bir oyun yazarına dönüp bakın hepsinin çok ciddi tiyatro deneyimi olduğunu görürsünüz. Hem oyuncu, hem yönetmen hem idareci olarak. Hani oradaki mutfağı, işleyişi bilmekten bahsediyorum. Bu anlamda da yeni yazarların alternatif ekiplerle bunu deneyimleme şansı oluyor, çünkü işin her aşamasında var olabiliyorlar. Ama sahiden gönül ister ki o küçük deneyimlerin daha verimli yazarlık serüvenine dönüşebilmesi için kurumsal, ödenekli tiyatrolar başka bir koldan bunu ilerletmek için bir şeyler yapsın. Mesela kendi bünyelerinde yazarlık atölyeleri yapsalar ne hoş olur. Yazar da yaptıkça öğrenir çünkü. En basitinden bir yazarın kendi yazdığı metni dinlemesi bile ona çok kapılar açar. Zira tiyatro oyunu edebi bir eser olarak sadece okunmak için yazılmış bir metin değildir. Sahneye aktarılırken adeta başka bir dile çevrilmesi gerekir. Sahnede oluşan bu dönüşümü deneyimlemek sahne için yazan bir yazarın mutlaka deneyimlemesi gereken bir tecrübedir. Kurumsal tiyatroların bu olanağı yaratması pek çok genç kalem için önemli bir fırsat olacaktır.

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-03-28 12:10:34