A password will be e-mailed to you.

 "Bu kadar zarif, bu kadar bilge, bu kadar alçakgönüllü, bu kadar insancıl mı olur bir büyük sanatçı!"… Alin Taşçıyan yakından tanıdığı ünlü İtalyan yönetmen Ettore Scola’yı tatlı sözleri ve söyleşisiyle uğurluyor.

Sinema sanatının yaşayan en büyük ustalarından Ettore Scola’yı 84 yaşında kaybettik. Bir yanım çok üzüldü bu habere, bir yanım hiç şaşırmadı. Kendisini tanıma, defalarca onunla aynı sofraya oturma ve sohbet etme onuruna ve şansına eriştim. Bu kadar zarif, bu kadar bilge, bu kadar alçakgönüllü, bu kadar insancıl mı olur bir büyük sanatçı! Neden şaşırmadığıma gelince: Bari’de düzenlenen İtalyan Filmleri Festivali Bifest’in başkanı ve FIPRESCI genel kurullarının evsahibi olduğu için başladı kişisel ilişkimiz. Her zaman bizimle olan, bütün gösterimlere katılan, sık sık yemeğe gelen Ettore Scola’yı 2015 festivalinde pek az görebildik… FIPRESCI’nin 90. yılı onuruna verdiğimiz ödülü sahnede benden ve Genel Sekreterimiz Klaus Eder’den aldı, bir de masterclass verdi… Açılış ve kapanışlarda bulundu ama sanki çökmüştü. Çok sevdiği arkadaşı, bir başka büyük yönetmen olan Francesco Rosi’nin kaybıyla sarsılmıştı.Onu öyle üzgün görmek herkesi üzüyordu. Genellikle hiç yanından ayrılmadığı eşi bazı galalara tek başına geliyordu film izlemeye, Maestro odasında kalıyordu… Son olarak Genova’da opera sahneye koymuştu ama birden acı haberi geldi. 2014’te cesaretimi toplayıp bir söyleşi talep ettim kendisinden, aşağıda okuyacağınız söyleşi o dönemde çalıştığım Star gazetesinin Pazar ekinde yayınlandı. Addio Maestro, sizi çok özleyeceğiz. Hepsi başka bir başyapıt olan filmlerinizle yanımızda olacaksınız.

Ettore Scola: "İtalyan usulü komedi iyimserlikten doğdu”

Ettore Scola sinema tarihinin en sevilen yönetmenlerinden biri. Senarist olarak girdiği sinemada İtalyan usulü komedilerden insanlık durumunu ve tarihin önemli dönemlerini mizahla ele aldığı incelikli filmler yapmaya uzanan bir serüvene sahip. Diğer ustalardan yaşça daha genç olmasına rağmen İtalyan sinemasının o efsanevi kuşağına dahil edilen bir auteur. “Birbirimizi Öyle Çok Sevmiştik ki”, “Özel Bir Gün”, “Varennes Gecesi”, “Balo”, “Teras”, “Splendor” gibi birçok başyapıta imza attı. Son yıllarda nadiren film yapıyor. Ama bu yıl İstanbul Film Festivali kapsamında “Scola Fellini’yi Anlatıyor / Che Strano Chiamarsi Federico” belgeselini izleyeceğiz. Maestro ile dostu Federico Fellini üzerine yaratıcı bir belgesel olan bu filmi ve o şahane kariyerini başkanlığını üstlendiği Bifest – Bari Uluslararası Film Festivali’nde konuştuk.

 

Alin Taşçıyan:Scola Fellini’yi Anlatıyor adlı yaratıcı belgeseli yapma sürecini, Fellini ile ilişkinizi, tanıştığınız dönemleri anlatır mısınız?

Ettore Scola: Federico ile çalışmaya başladığım zaman tanıştım. 16 yaşındaydım. Çizer olmak istiyordum. Marc’Aurelio adlı ünlü İtalyan gazetesinde çiziyordum. Faşist dönemde kurulmuştu, hiciv yapıyordu. Cesare Zavattini, Achille Campanile, Anton Germano Rossi gibi kalemler yazıyordu. Muhteşem mizahçılardı. Faşist rejimi de eleştiriyordu ama çok rahatsızlık vermeden. Fellini ile birlikte çalışıyordum. Çoktan ünlü bir sinemacı olmuştu. 16 yaşında her şeyi anlamak, o büyük mizahı öğrenmek isteyen bu genci ilginç bulmuştu herhalde. Gazeteden sonra birlikte çalışmadıysak da arkadaş kaldık, hep görüşmeye çalıştık. 30 – 40 yıl boyunca sürdü, sık sık buluştuk. Çok şanslıyım onun gibi bir insanı tanıdığım için. Ben Marchesi’nin gölgesi olarak işe başladım. Toto’nun bütün filmlerini yazıyordu. Ben de onun senaryolarına küçük gag’ler buluyor, eklemeler yapıyordum ama imza atmadan. Gölge diye dalga geçerler ama ben gurur duyuyordum bundan. Artık böyle anonim, kimliği gizli iş yaparak mesleğe girme kalmadı. Oysa benim çok işime yaradı. O kişiler benim hakiki üniversitem oldu.

 

Hakikaten büyük isimler, bugünden bakınca Yunan mitolojisi gibi görünüyor! Peki ama o dönemde neler hissediyordunuz? İtalya değişiyordu, dünya değişiyordu… Efsaneleştiğinizi bilemeyeceğinize göre ne düşünüyordunuz o süreçte?

Bilincinde değildik yaşadığımız deneyimin… Hoşumuza gidiyordu, müthiş bir sevgiye ve tutkuya sahiptik ama sizin ifade ettiğiniz mitolojinin parçası olduğumuzun farkında değildir. Bir süre sonra ediniyor insan yaşadığı dönemin izlenimlerini. Yaptığımız şeyden memnunduk; öğrenmekten, yazmaktan…  Çoktan üne kavuşmuş olsalar da o büyük ustalar da henüz çocuktu, benden on yaş büyüktüler. Birlikte olmak, çalışmaktı önemli olan… Oysa bugün bakıyorum da genç auteurler arasında dostluk daha az. Bazen arkadaş oluyorlar… Bizse Scarpelli, Zavattini, Fellini ile arkadaşlık ederken onların büyüklüğünü henüz algılamıyorduk. Okul arkadaşları misali birlikte büyüyorduk, aynı deneyimlerden geçiyorduk.

 

Sizin filmlerinizin, Fellini’nin, Visconti’nin, De Sica’nın filmlerinin sanat açısından üstünlüğü tartışılmaz ama bir de o insan sevgisi, kişiliklerinize duyduğunuz sevgi, nasıl yaşadıklarını anlama çabanız var ki bence bugün eksik olan asıl bu… Sinema sanatı yine üstün düzeyde ama başka biçimlerde icra ediliyor…  Nereden kaynaklanıyordu o hümanizm, o sevgi?

İtalya’ya, kendi memleketimize sevgiden kaynaklanıyordu. Bugün yok artık. Bugün bir çocuğa İtalya’yı sevmen lazım, demek zor. Niye sevsin? Kaotik, düzensiz, Avrupa’nın kalanı gibi krizde bir ülke. Bizse savaştan çıkıyorduk, Almanlar çekiliyordu, bombardımanlar, kıyımlar, deportasyonlar bitiyordu. Ülkeyi ayağa kaldırmak, yeniden inşa etmek gereğini hissediyorduk. Bu yeniden inşaata herkes kendi tuğlasını taşımalıydı. Yazdıklarımızın, çizdiklerimizin yanı sıra bir amacımız, bir hedefimiz vardı, İtalya’yı savaşın, yıkıntıların dışına taşımak için genel bir tasarı vardı. Harap olmuş olsa da hepsi bizimdi o bombalanmış sarayların ortasında büyümüştük. Bir noktada birleştik, hep beraber işbirliği yapıyorduk. Bundan İtalya sevgisi doğdu.  İtalyan sineması aslında buna hizmet etmiştir; İtalya’yı dünyanın geri kalanına tanıtmaya. Salt sinema değildi, İtalya nedir, İtalyan kimdir, nasıl yaşar? Söz ettiğiniz kişilikleri anlatıyorduk. Savaştan çıkmışız, yoksuluz, hala açlık vardı! Açlığı bir düşünün, artık hatırlanmıyor… Yatağa aç girerdik, bu da bir uyarandı bizim için yarının nasıl olacağını düşünmek için… Daha güzel günlerin, daha güzel bir yaşamın, değişimlerin beklentisi içindeydik. Bütün kategorilerde bunu nasıl yapacağımız planlıyorduk, ülkemizi daha iyi bir geleceğe taşımak için. İtalyan sineması işte bu işe yaradı. Fransa gibi büyük bir ülke değildik. Büyük sanatçıları vardı, edebiyatçıları, sinemacıları, ama sadece kendilerinden söz ederlerdi. Bu yüzden büyüktüler, insan denen canlıyı anlattıkları için. Bizse kabuk değiştirmekte, gelişmekte olan ülkemizi anlatıyorduk kendimizi bulmak için! İtalyan sinemasını seven yabancılar İtalya’yı da seviyordu. Bu tuhaf ülke her daim uluslararası kültüre katkıda farklı biçimlerde bulunmuştu. Savaşla, dekadansla, zorluklarla dolu bu ülke insana karşı müthiş bir sevgi sunuyordu. Zavattini, sinemada insana dönmek lazım diyordu, öyküler kişiliklerin, insanların içindedir diyordu. İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin büyük devrimi budur. Sıradan insanın, sokaktan geçen insanın içinden öykü buluyorduk. Bir gözlem sinemasıydı. Bu sinemanın yeniliği buradaydı buluşlar, fanteziler üzerine bir sinema değildi, hakikate, gerçekliğe dayanıyordu.

 

Peki siz film yapmaya başladığınızda Fellini, Visconti ve De Sica gibi yönetmenlerin varlığı gölge etti mi? Size esin verip ışık mı tuttular yoksa korkutucu muydu onların gölgesinde film yapmak?

Aksine çok rahatlatıcıydı! Benden yaşça biraz büyük olan meslektaşlarım yaratıcılık açısından dünya çapında tanınmıştılar.Bir film fikri geldiğinde hemen onlara danışıyorduk, anlatıyorduk, onlar da yorum yapıyordu, güzel olur, böyle iyi olur diye. Bugün bu da kalmadı! Bütün genç yönetmenler kendi kendine yetmeye çalışıyor, yaşlı meslektaşlara danışmanın da yararlı olacağı akıllarına gelmiyor. Biz onları model alıyorduk. Ben Fellini olmak istemiyordum, başka yönetmenleri de beğeniyordum. Steno örneğin. O da Marc’Aurelio da çalışıyordu. Benim için bir modeldi o… Bu mesleği, bu mesleğin işlevini seviyorduk. Sinemanın bütün düzeyleri ve alanlarının bir amaca hizmet ettiğini biliyorduk. O amaç da İtalya’yı bütün renkleriyle anlatmaktı. Yeni Gerçekçilik savaşı, Nazizmi, Yahudi soykırımını anlatmıştı… Bu büyük trajedilerin yanı sıra insanın başka boyutları olduğunu biliyorduk. Bu boyutlardan biri mizahtı, iyimser biçimde yaşamaktı… Commedia all’italiana buradan doğdu. Yeni Gerçekçiliğin çocuğuydu ama iyimser bir bakış açısından. Gerçekliği hayat devam ediyor, hayat güzel olabilir, hayat sadece savaşa değil iyi şeylere de neden olabilir diyen bir açıdan anlatıyordu. İtalyan usulü komedinin büyük fethi buydu.

 

Siz kısa sürede bu akımlardan sıyrılıp kendi stilinizi bulabildiniz… Diğerlerinden tamamen farklı bir yönetmen olabildiniz…

Bu modellerden ayrışma sürecimde oldu bu. Sevdiğim, takdir ettiğim sinemacı arkadaşları taklit etmek istiyordum başlangıçta… Yavaş yavaş stilimi buldum, özelliklerimi keşfettim. Kendime özgü olanı tercih ettim. İtalya’da yaygın olan sinemayı yapmak istiyordum, sadece Nazi işgali altındaki İtalya’yı değil daha hafif meseleleri de anlatmak istiyordum. Her birimizin diğerinden farklılaştığı bir yolculuk oldu, her birimiz karakteristik niteliklerimizi keşfettik. Ben hiçbir zaman sadece trajik ya da sadece komik olanı sevmemişimdir. Bunlar birbirinden ayrıldığı zaman etkili olmayan, önemli sonuçlar vermeyen şeyler çünkü insan trajik olduğu kadar hafif bir varlıktır da…

 

Ama ben filmlerinizi izlediğimde hiç hafif diyebileceğim bir yan göremiyorum! Biz o filmlerle İtalya’yı, İtalyan kültürünü sevmeyi öğrendik. İstanbul’un ortasında İtalyanca öğrendik. Sanatın, operanın, bu filmlerin dili olduğu için. Filmler öncelikli çünkü küçükken operayı, Rönesans’ı düşünmez insan ama filmler içine işler…

Sinema bir kitle iletişim aracı olarak yadsınamaz bir öneme sahip. Sanırım bu sinemanın büyüklüğü o özel dönemin büyüklüğüne ait. Artık küçük zamanlarda yaşıyoruz, küçük insanlar, küçük politikacılar, küçük idealler, yönümüzü kaybettik. Kimse bir şeyi zorunlu hissettiği için yapmaz bir işe yaradığı için yapar… İzleyenler ne diyecek, başka ülkelerde izlendiğinde ne düşünecekler… Gece televizyonda izlediğimiz alçakgönüllü filmlerin bile bir işlevi var. Bir şeyi belgeliyor, bir şeyi gösteriyor, daha az başarılı filmler bile bir oyalanma aracı…

 

Açılış töreninde Bifest’in aynı zamanda bellek üzerine bir festival olduğunu söylediniz. Geçen yılki Fellini retrospektifinin ardından bu yıl da Gian Maria Volonte filmlerini gösteriyorsunuz. Büyük yönetmen ve oyuncuların tanıklıklarını dinleme olanağı sunuyorsunuz. Bence sizin filmleriniz de bu belleği oluşturmaya hizmet etti. Varennes Gecesi filminiz örneğin…

Tarih benim çocukluktan beri tutkum olmuştur. Dedem kördü ve tarihe çok meraklıydı. Radyo dinlerdi ama torunlarının ona kitap okuması çok hoşuna giderdi. Fransız Devrimi, Napolyon tutkunuydu. 9, 10, 11 yaşlarında daha anlayamayacağım kitapları okudum: Montesqieu, Lamartine, tarihçiler, filozoflar… Yine de okuyordum çünkü dedem anlıyordu. Bana da geçti bu tarih tutkusu. Sonra çağdaş yapıtlara da merak sardım. Bu yüzden filmlerim birer günce oldu. İtalya belleğine sadık bir ülke değildir, her şeyi unutmaya eğilimliyiz. Odyssea’daki Lotus Yiyenler gibiyiz! Lotus bitkisini yeyip her şeyi unuturlar… İtalyanlar da lotus yer, bu yüzden tarihin ihtişamını unutuyoruz. Yakın tarihi bile unutuyoruz. Federico (Fellini) gibi sadece 20 yıl önce ölen biri bile sanki 50 yıl önce ölmüş gibi unutuluyor… Bu festival bu yüzden monografiler adıyor Carmelo Bene, Alberto Sordi, Fellini, Volonte, Massimo Troisi gibi isimlere. Filmleri izletmenin yanı sıra gençlere kimin ardından geldiklerini hatırlatma işlevi var. Bunu okulların, üniversitelerin, televizyonun yapması gerek, ama yapmıyorlar.

 

Sizin de tarih yazdığınız oldu filmlerde: “Birbirimizi Öyle Çok Sevmiştik ki” sadece aşk üçgeni anlatmıyor! Ya da “Özel Bir Gün” fondaki faşizmi nasıl anlatıyor, bir gün Roma’da gidip o binayı aramıştım! Zaman duygusu, mekan duygusu, kişilikler ve politika o dahiyane filmde buluşur örneğin.

Tarihi anlatmak benim saplantım. Sinema bunun için uygun bir araç. Örneğin “Balo”da elbette bir balo salonu var, insanlar dans ediyor, yalnız hissediyor, bir eş arıyorlar ama o salonda 80 yıl akıp gidiyor… Nesneler aynı kalıyor, dekor değişmiyor ama insanlar hep diğerinin hayalini kuruyor. Her biri kendi geçitlerini, kendi katmanlarını yaratıyor. Değil 80 yıl, 2 yıl gibi kısa bir sürede bile değişiriz. Oğulken baba oluruz. Biraz daha İtalyan, biraz daha Türk oluruz. Belki Türkiye de her gün biraz değiştiği içindir. Bu değişim bence hep büyüleyicidir.

 

Senarist olarak başladınız mesleğe, filmlerinizin senaryolarını da hep kendiniz yazdınız. Nasıl başlarsınız onca şeyi bir araya getirmeye? Ne zaman gelir o fikir, okurken mi, sokakta yürürken mi?

Esin kaynağı hep karmaşıktır. Ne olduğunu bilemeyiz bile. Ama kimse bir ada değil. Hepimi koşullara, değişimlere maruz kalırız, bunların karşılığı oluşur bizde. Gazete okurken bile! Bazen soyut biçimde gelir… Bizi dönüştürür… Ben başka yönetmenler için senaryo yazardım, çok hoşuma giderdi. Dino Risi, Antonio Pietrangeli, Luigi Zampa, Nanni Loy… Derken bir gün Vittorio Gassman için yazdığım bir senaryoyu Dino Risi çekemedi, başka bir projesi vardı. Gassman kendin yap, dedi. Böylece ilk filmimi çektim onunla. Sonra on film daha yaptık. Senarist olduğum için çoğu oyuncuyu tanıyordum, onlara kişilikler yazmıştım, psikoloji öğrenimi de görmüştüm; sete gelip ilk kez oyuncularla tanışan yönetmenden daha avantajlıydım. Bütün oyuncularımla eski tanışıklığa dayanan özel bir ilişkim olmuştur. Pek az oyuncuyu sette çekime başladığımızda tanımışımdır.

 

Oyunculardan söz etmişken… Onlar açısından da ne dönemdi ama! Gassman, Marcello Mastroianni, Sophia Loren

Sordi, Manfredi, Tognazzi…   

 

Hakikaten inanılmaz! En az ilginci Raf Vallone olsun!

Büyük yaratıcıların, büyük senaristlerin, Zavattini, Scarpelli, büyük oyuncuların, büyük yönetmenlerin kolektif sinemasının çağıydı… Herkes biraz yaratıcıydı, bir filmin parçası olmak onun yaratıcısı olmaktı. Oyuncular da commedia all’italiana yaratıcılarıydı.

 

Hep geçmişten sorduğum için özür dilerim ama son yıllarda pek az film çevirdiniz hepsi birbirinden başarılı olmakla birlikte… Neden böyle oldu? Artık film yapmak mı istemediniz, ekonomik sorunlarla mı karşılaştınız?

Daha çok fiziksel koşullar yüzünden. Yönetmenlik harika bir meslektir ama çok yorucudur. Çok erken kalkarsınız sabahları, beşte, altıda… Gecenin geç saatlerine kadar çalışırsınız, çekim biter ertesi günün programını yaparsınız. Bitmek bilmez, çok yorucudur… Ayrıca bir de şu yurdunu sevme meselesine dönelim… Bu da zayıflıyor. 1945 – 46 yıllarında ülkemiz için yapacak çok şey vardı. Ama şimdi öyle güçlü bir itki yok, ekonomik koşullar git gide kötüleşiyor. Sinema yalnız icra edebileceğiniz bir sanat değil, pahalı bir sanat, ekip ister, sermaye ister. Kaos içinde bir yarış bu yüzden sinemayı daha az yapıyorum. Türkiye’de durum nasıl?

 

Doksanlı yılların ortasında başlayan bir tür yeni dalga vardı. Şimdi onun ikinci kuşağı geliyor. Bazı yönetmenlerimiz hakikaten çok başarılı, Cannes’da, Berlin’de ve başka festivallerde büyük ödüller kazanıyorlar. Ama hiç izleyicileri yok. Sadece festivallerde ve az sayıda kopyayla gösterim olanakları var. Eleştirmenler çok beğeniyor bu sinemayı ama izleyici tahammülfersa komedilere rağbet ediyor. Hakikaten utanılacak düzeyde filmler var. Fakat gişe hasılatları inanılmaz düzeyde. Toplam hasılatın yüzde ellisinden fazlası yerli yapımlara ait. Hollywood’u sildiler! Elbette çok Hollywood yapımı giriyor gösterime ama o kadar başarılı olamıyorlar.

İtalya’daki Noel filmleri de tahammülfersadır. İzlenemez şeyler yapıyorlar.

 

Yurt sevgisinden söz ettiğinizde Lega Nord’u, ayrılıkçıları düşünmeden edemedim. Siz Komünist Parti üyesiydiniz değil mi?

Evet.

 

İtalyan birliği ne kadar önemliydi ama doksanlardan beri Lega Nord, bölünme taraftarı.

Daha savaş ertesinde, ellili yıllarda Sicilya’da ayrılıkçı bir hareket vardı. İtalya’da hep biraz varolmuş bir fikirdir. Herkesin kendini tehlikede hissettiği bir ortamda, birlikte yaşamaya hep mafyozo bir yaklaşımda bulunmuşuzdur. Biz ve ailemiz, diğerleri düşman! Bu mafyozo bir toplum anlayışı! Ayrılıkçılık güçlü, ağırlığı olan bir hareket değil. Ama İtalyan zihniyetinin bir parçası. Kimse komşusuna benzemez, herkes değişiktir. Aslında öyle güçlü bir millet ve devlet hissiyatı yok. İngiltere, Rusya, Fransa gibi bir devrim yaşamadığımız için böyle. İtalya’da büyük devrimler olmadı, değişimler yaşandı. Bu da İtalyan karakterini belirledi: Bireyci, kendini düşünen… Bunlar kusurdur insanda!

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 12:06:05