A password will be e-mailed to you.

Neil Gaiman’ın aynı isimli romanından uyarlanan ve ilk bölümü 30 Nisan 2017’de Amerikan Starz (Spartacus‘ün de yapımcısı) kanalında yayınlanan American Gods, son dönemin en iddialı projelerinden.

Dizi, Norveçli kaşif Kızıl Erik’in, Grönland’a varmaya çalışırken yanlışlıkla Amerika topraklarına ayak bastığı o tarihi anla açılıyor. Bu sahnenin çarpıcı yanı, doğruluğu tartışmalı olan tarihsel bir olayı iyi bir şekilde yorumlaması değil, tüm bir hikayenin meselesini, çatışma eksenini ve üslubunu başarılı bir şekilde ortaya koyması. Vikingler karaya ayak basar basmaz içlerinden birinin üzerine yağan oklar, ilk başta çatışmanın Vikingler ile Amerikan yerlileri arasında olduğunu düşündürse de, bu eksenin öbür tarafında İskandinav panteonunun baş tanrısı Odin var. Elbette burada bahsedilen çatışma fiziksel değil; bir avuç savaşçının kudretli Odin karşısındaki şansı, taş ve sopalarla bir tanka saldıran vahşilerinki kadar…

Gelgelelim, bir köle efendisine bıçak çekmese bile bu durum, bu ikilinin arasında bir çatışma olmadığı anlamına gelmez; çatışma, kölenin çektiği acılarda ya da efendisinin isteği doğrultusunda başkalarıyla çatışmasında görselliğe dökülüyor. Hikayede de durum farklı değil; fiziksel çatışma, oldukça kanlı ve fantastik bir şekilde, Kızıl Erik Odin’in isteklerini yerine getirmeye çalışırken gerçekleşiyor.

Tanrılar ve insanlar: Mr. Wednesday ve Shadow Moon

Eski Cermen kabileleri çarşamba gününü Odin’e adamışlardır (Wednesday / Vodensday / Odin’s Day). İşte kahramanımız Shadow Moon, Odin’in hizmetine bir çarşamba günü girer ve bellidir ki, karizmatik bir dolandırıcı suretine bürünmüş İskandinav Tanrısı’nın ne olduğu belirsiz isteklerini karşılamak için Kızıl Erik’ten daha az kan dökmeyecektir. Zaten karanlık bir geçmişi olduğu bellidir; kendisiyle hapishanede tanışırız. Ev hasretiyle gün doldururken tahliye günü gelip çatsa da, aynı gün, sıcak yuvasının anısının ölüm kadar uzak bir hayal olduğunu anlar.

Shadow Moon böylesine yolunu kaybetmişken Mr. Wednesday onu gözüne kestirir. Shadow bu noktada gizemli bir yabancının pis işlerini halletmek için elbette gönülsüzdür; halletmesi gereken bir yığın bürokratik işe ek olarak, mahpusluğu boyunca ne yapıp edip beladan uzak durmasını söyleyen arkadaşının sözleri kulağına küpe olmuştur. Hapse girmesine sebep olan dolandırıcılık becerilerine başvurur bu istihdamdan kurtulabilmek için; ne var ki Odin dolandırıcıların şahı olduğunu kanıtlayan bir hamleyle onu kendisi için çalışmaya zorlar. Hemen her hikayede kahraman, maceraya atılmak için motive edilmeye ihtiyaç duysa da, tanrılar ve insanlar arasındaki ilişkiyi inceleyen bir dizinin, hikayenin “maceraya çağrı” evresinde karakterini motive etmek yerine onun aczini ortaya koyması, ikinci paragrafta bahsettiğim çatışma ekseninin doğasının belirginleşmesi açısından son derece anlamlı bir tercih.

Kubrick’e selamlar

Dizinin, üslubunu açılıştaki tek bir sahneyle ortaya koyduğunu söylemiştik. Kanlı, fantastik ve biraz da absürt öğelerle dolu bu sahnenin başarısından olacak ki, ne gözleri ateş saçan bir bizon gördüğümüzde, ne uçuk kaçık rüya-sekanslar izlediğimizde, ne de Otomatik Portakal’ın dört kahramanıyla karşılaştığımızda bu durumu yadırgıyoruz. Anlaşılan o ki, dizinin ilerleyen bölümlerinde yüksek dozda kan ve vahşete ek olarak, İskandinav mitolojisinden Kubrick filmografisine kadar çok çeşitli hikayelere referanslar göreceğiz. Ayrıca birinci bölümün final sahnesi izleyiciye, “gerçeklik” olgusunun sıkça sorgulanacağını hissettirerek felsefi önermeler vaat ediyor.

Peki bir İskandinav tanrısının Amerika’da ne işi var ve bir ölümlüden ne istiyor olabilir? Ayrıca bu ikiliye ek olarak ekipte neden bir de leprikon var? Sanırım bu soruların cevabını bulmak için dizinin diğer bölümlerini izlemeliyiz.

 

Daha fazla yazı yok
2024-04-19 13:36:13