A password will be e-mailed to you.

90’ların başından beri death metal, endüstriyel müzik, gothic rock, avand-garde ve noise gibi türlere yoğunlaşmış çok sayıda projenin yaratıcısı Art Diktatör (a.k.a Hakan Nurcanlı), kendini bir müzik grubundan öte sisteme karşı hayatta kalma mekanizması ve spiritüel bir görsel hareket olarak tanımlıyor. Art Diktator’ün dünyasına hoşgeldiniz…

Müziğini birkaç cümle ile tanımlamanı istesek, nasıl tanımlarsın?

Kökeninde oldukça karanlık duygular barındıran ama insanları dans ettirmeye azmetmiş bir müzik diyebilirim… Ya da kapkaranlık bir çağda, küçük dünyalarında başlarına gelmeyenin kalmadığı ama her şeye rağmen erdemlerini kaybetmeden yaşamaya çalışan insanları konu alan, sonu kötü bitmeyen bir sinema filmi…

Hayat gibi.

 Oldukça yüklü bir müzik geçmişin var. Seni Türkiye’de türünün ilk örneklerinden olarak kabul edilen Deathroom ve Neoplast gruplarından bilen ve o zamanlardan beri takip eden dinleyicilerin var. Müziğin nasıl süreçlerden geçti?


Bugünden bakınca, elimde gitarımla ilk sahne alışımın üzerinden yirmi yedi yıl geçmiş. Arkamda bir sürü grup, sayısız konser bıraktım. Kurucusu olduğum Deathroom ve Neoplast, bunlar arasında en bilinenleri; daha doğrusu halen devam eden Art Diktatör’ü saymazsak, en uzun süreli gruplarım bu ikisi. Evet; müzikal yolculuğumda benimle beraber yürümüş, yaptıklarımı yakından takip etmiş nice insan var. Bunu biliyor olmak tabii ki çok hoş ancak bu ilgiyi yaratabilmek için ben de çok emek harcadım. Kendimi tekrarlamaktan hep kaçındım. Ülkemde daha önce hiç seçilmemiş yolları açmayı, az seçilmiş yolları genişletmeyi ve bu yollardan ilerlemeyi tercih ettim.

Deathroom’u on dokuz yaşımda kurmuştum. Üç yıl kadar kısa bir sürede lokal çapta oldukça popüler oldu. Ancak Deathroom, bugün itibariyle kişisel olarak unutmak istediğim bir dönemi temsil ediyor. Hem erken gelen ünün bedelini yeterince ödediğime inandığım için hem de o dönem içinde bulunduğum karanlık ve intihara meyilli ruh hâli nedeniyle… Deathroom zamanlarında sokaklarda az şiddet görmedim. Maruz kaldığım şiddet, aslına bakarsan bende büyük travma yarattı. Neoplast’la ilk sahneye çıktığımız dönemde biz ne yaptığımızı gayet biliyorduk ama karşımıza çıkan dinleyicinin çok azı bunun farkındaydı. Gerçekten ne yapmaya çalıştığımızı doğru algılayıp değerlendirecek müzik yazarları, eleştirmenler de yoktu. Görüntüye takıldı insanlar… Bir de o zamanlar internet falan yok; yurt dışı ile irtibata geçmek öyle kolay değil. Diğer gruplarla mektup arkadaşlığından öteye geçemiyordunuz. Türkiye’ye bakarsak, yaptığımız işi gerçek anlamda değerlendirebilecek donanımda bir müzik sektörü bugün de yok. Neoplast zamanları şöyle şeyler kulağıma gelirdi; “Art Diktatör mü?  İyi de o kendi kendine müzik yapıyor.” Bunca yıl sonra; bunu hakaret olarak değil, iltifat olarak kabul ettiğimi söyleyebilirim. Ben bu ülkenin var ettiği değil; bir türlü öldüremediğiyim. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum; benim gibi nicelerini, benden çok daha büyük ustaları da üzmüş bu topraklar… 

Art Diktatör, aslen benim 1997’den beri kullandığım sahne adım. 2007’den itibaren yoluma solo olarak bu adla devam ederken Adviye Nurcanlı bana katıldı; bir süredir grup olarak devam ediyoruz. Hem olumlu hem olumsuz tepkilerle karşılaşmaya devam ediyoruz ama genel olarak olumlu tepkilerle karşılaştığımızı söylemek mümkün. Yurt dışında en son Kanada’da bir müzik festivalinde sahne aldık ve hem dinleyicilerden, hem sahne alan diğer gruplardan gayet olumlu tepkiler topladık. O gecenin ‘headliner’ grubu, gitmeden önce bizimle tanışmak için kuliste bekliyordu. Yanımızda götürdüğümüz CD ve t-shirt’lerin tamamı satıldı. Bunlar çok memnuniyet verici şeyler bizim için… 

Türkiye’de bize baştan beri destek veren, İstanbul ağırlıklı bir dinleyici kitlesi var. Onlara teşekkür ediyoruz. Bu kitlenin bir kısmı konserlerdeki enerjiyi ve ambiansı seviyor, belki bir kısmı tavsiye üzerine geliyor. Yeni keşfedenler elbette ki oluyor.

“Meselem insanın ta kendisi”


Bildiğim kadarıyla konserlerde kullandığınız görselleri sen çiziyorsun…

Ben çiziyorum; doğru. Aslında sürekli çizen birisi değilim; sadece heyecana gelince yoğun biçimde çiziyorum. Sanırım biraz demonyak bir tarzım var. Müzik başta olmak üzere, her türlü görsel materyalle kostümlerle kendimizi ifade edebileceğimiz tüm alanlardan yararlanmaya çalışıyoruz.



Sanatçı olarak dert edindiğin konular neler?

Sanatçıdan ziyade, insan olarak dert ettiğim bir mesele var: İnsanın ta kendisi. İnsan kusurlu bir varlık ve bu durum oldukça ilham verici. Ben şarkılarımda vaat edilen huzurlu cennet bahçelerini anlatmıyorum. Çoğu zaman insan denilen mahlûkun arızalarını alaya alıyorum.

“İşe sarılmaktan başka çaremiz yok”

Seni etkileyen müzisyenler kimler?


Tek tek, isim isim saymaya kalksam sayfalara sığmaz ama genel olarak çocukluk ve ilk ergenlik dönemlerime denk gelen, 70’lerin sonlarına ve 80’lerin başlarına ait gruplardan, müziklerden etkilendim. Çocukken evimizde progressive rock ve disco plakları vardı. Altı veya yedi yaşlarındaydım; müzisyen olan amcam yurt dışına giderken plaklarını bize bırakmıştı. Kardeşimle beraber, hipnotize olmuşcasına saatlerce Abba, Giorgio Moroder, James Last gibi isimlerin plaklarını dinlerdik. Bu plaklar arasından Mike Oldfield’in “Tubular Bells” plağını dinletmekten fena hâlde eskitmiş olduğumu hatırlıyorum. Bu anının benim için spiritüel olan tarafı ise şu: Tarzlar arasında uzun mu uzun bir müzik yolculuğu yaptım ve en başa, naif bir çocukken dinlediklerime geri döndüm. Annem ve babam, uzun yıllardır oturdukları evden geçen yıl taşınınca o plakların çoğu bana geri geldi. Neredeyse kırk yıl sonra…

Yeni projeler var mı?

Var. Aslen 2013’den beri bu topraklarda yaşadığımız gelişmeler bizi derinden etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Ancak her şeye rağmen yaptığımız işe sarılmaktan başka çaremiz olmadığına karar verdik. Çünkü bu öyle kolay kolay geçecek bir sürece benzemiyor. Bu aralar elimizden gelenin en iyisini sunabilmek için büyük bir titizlikle yeni projeler üzerine çalışıyoruz. Çok yakında yeni bir şarkımızı paylaşacağız; adı “Van Gölü Canavarı”.  Belki bu röportajla beraber, o da yayınlanmış olur.  

Üstad Moroder’ın da dediği gibi “The chase is better than the catch”. Hayatımın sonuna kadar sürecek bir yolculuk bu benim için. Önemli olan, müziğin kendisini  tüm hayatıma yaymak. Arkamdan, “son nefesine kadar ideallerinden taviz vermedi. Gerçekti. Dürüsttü. Bildiği gibi yaşadı, öldü gitti” desinler isterim.

Daha fazla yazı yok
2024-04-18 12:51:55