Ayşegül öncelikle özür dilerim, bana Tüyap’ta neler oluyor diye dün sabah sorduğun soruya 1 gün gecikme ile yanıt verdiğim için. Soruna aldığım duyumlar ya da kendi gözlemim ile yanıt verebilirdim ama sosyal medyada alakalı alakasız birçok yorum dönerken, meşhur internet trolleri bile konuya bir yerinden atlarken, kendi adıma konunun aslını öğrenmeden yazmak istemedim.

Seni ve Sanatatak’ı bahsetmek istediğim “trol” yaklaşım dışında, sanat medyası olarak bilgi dağıtan bir mecra olarak gördüğüm için üşenmeden bu mektubu yazmak istedim. Ayşegül yılların tecrübeli gazetecisi olarak hızlıca on madde sıralayıp, yanıt istedin. Kuşkusuz herkesin kendini ifade etme tarzı farklı, benimki de bu; umarım çok dolambaçlı bulmazsın.

Şimdi kendi bildiğim şekilde, dilim döndüğünce açıklamak isterim.

Linç ikliminin hakim olduğu bir coğrafyada doğan insanlarız. Bu refleksin de sadece belli toplumsal ya da siyasal kod’lara ait olmadığını, toplumsal yapı içindeki tüm sınıf, ideoloji, sosyoloji kümelerinin bu hastalıktan mustarip olduğunu yaşamım boyunca hissettim.

Tabii şimdi  o refleksin fiber optik ağlara geçtiği, bir tuştan bir screenshot’a sıçradığı simülasyon evresindeyiz. Artık bir durumu hedef göstermek, şeytan yaratıp taşlatmak için mekansal olarak “orada” olmanın gerekmediği bir çağdayız. Big Brother’ın elinde akıllı telefon, hedef göstereceği şeyi arayan bir yurttaşa dönüştüğü bir çağ bu.

Şunu açıkça itiraf edebilirim, şu an ki yaşadığımız haller içinde Türkiye’de gerçek anlamda hayata ve düşünceye dokunan sanat üretmeye soyunmuş öznenin oto-sansür yapmaması bir çeşit intihar eylemidir. Benim seçtiğim imgeler sanat izleyicisine yer yer ağır gelirken, genel toplumsal göze değecekleri yerde neyi nasıl sergileyeceğimi uzun uzun düşündüm/düşünürüm. Bunu yazarken vurgum ürettiği nesne, yazdığı cümle karşısında hukuk karşında savunma yapma riskinden çok, kitleleştirilmiş ve yaratılan şeytanları mekanik bir refleksle taşlaması öğretilmiş kalabalıklar karşısında ne yapacağımız gerçekliğidir. Ne yaptığını bilen insan resmi bir soruşturma karşısında çıkar, alnı açık kendini savunur; asıl sıkıntı olan yaptığımız sanatın kültürün asıl muhatabı olan toplumun, bir taraftan kendinden olmayanı üzmüş kalabalıklardan oluştuğu gerçeğinin yarattığı melankoliyle de yaşıyor olmamız. Biz bu dilde, bu kültür için sanat/edebiyat üretmeye soyunmuş, bu tutkusundan dolayı sürekli dışlanmış, karşılık alamamış, geçiştirilmiş kuşakların gerçekliğiyiz.

70’li yıllarda Türkiye’de çocuk olmuş, 80′ darbesinin hatırasını hala yaşayan, 90’ların karanlığı içine istemese de içine sinmiş bir birey olarak hep dikkatli olmaya çalıştık; çünkü olmadığımız an başımıza gelecekleri acı tecrübeler ile öğrenmiştik.

Kendimi meslekten küratör olarak görmesem de, yıllardır sergi fikri yaratmakta ve kordine etmekteyim. Bu yaratım süreçleri içinde özellikle 2015 yılından beri sergilediğim eser karşısında yaratılabilecek linç ikliminin, sergi mekanını, sanatçısını ve beni maruz bırakabileceği şeyleri hep düşünmüştür. Bu insani bir tepkidir beyaz ya da kara olmaktan onların taşıdığı anarşik ya da menşevik kod’lardan öte yaşamak, hissetmek, kaygı ve korku duymak ile ilgilidir. Hangimiz dünyadaki kötülükleri bir hamle ile yok edebilecek süper kahraman olmak istemedik ki? Ama şimdi büyüdüm ve üzerine imgesini yaptığımız karanlığın tam ortasındayız.

Türkiye’de özellikle son dört sene zarfında oto-sansürün kültür ve sanatın her alanını kaplamış ve kimsenin itiraf edemediği bir gerçeklik olduğunu düşünüyorum. Bunun ağırlığı tek tek sergilerden Bienal’e, inisitiyatif’lerden Tüyap/Artist Fuarı’na dek her yere yayılmış durumda. Bunu şu an çok açık konuşamayacağız ama hep bileceğiz…

Tüyap’ın sanatın merkezi yaşamının döndüğü Nişantaşı, Karaköy, Galata, Nişantaşı hattı dışında bulunması, o hep ulaşmaya çalıştığımız ya da kaçtığımız sokaktaki kalabalıkların gitmeyi alışkanlık edindiği bir yer olması durumu farklılaştırıyor. Bu manada ben orada yapılan herşeyi sosyolojik ve pedagojik açılardan önemsedim. Ama bu kamusallığın aynı zamanda sürekli bir provokasyon, hedef gösterme ve linç düzeneğine dönüşümünü son 4-5 senedir her Tüyap Sanat fuarında cereyan ettiğine hepimiz tanığız.

Ben küratör olarak Tüyap gibi bir alanda ne asabileceğimi ya da asmayacağımı düşündüm. O alanda tek tek iş yapan herkesin de düşündüğünü varsaymaktayım. Dün olan bir olayın tam ne olduğunun resmi açıklamasının bugün gelmesi, kurum adına bir eksik, bir bürokratik ağırlık göstergesidir; bu da bir gerçek. Ama dün ben sergideyken kaldırıldı denen resim ve heykeller bana bakıyordu, alandaydı. Bir heykelin yeri küratörünün inisiyatifinde değiştirilmişti ama bu durum sosyal medyada heykelin kaldırıldığı şeklinde paylaşılıyordu; örneğin. Bunun yanında sevgili Ayşegül, dün orada stant kaldıran kolluk kuvveti de görmediğimizi, görmediğimiz bir olaydan kaynaklı koyamadığımız bir tavırdan dolayı ne yapmamız gerektiğini bilemedim. Ortada komiser görmedim, yalnızca bolca kulis ve sosyal medya paylaşımı vardı sadece. Bana, bize gelip de mağduriyetini anlatan ya da destek isteyen kimse olmadı ki, kaderine terk edeyim. (ama,ama)

Ancak bugünkü açıklama ile konu olan resimlere şikayetin muhatabını öğrendik; şöyle:  “Tüyap Sanat Fuarı’nı gezen bir izleyiciden Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na yapılan şikayet üzerine bazı resimler ve heykeller sergiden kaldırılmak istenmiştir. Bizim tanık olduğumuz süreçte Tüyap kurum olarak doğrudan müdahalede bulunmamış, sergi öncesi düzenlenen sözleşmelerin de işaret ettiği gibi ilgili işleri sergileyen galericileri karar ve sorumluluk almaya davet etmiştir.”

Burada belki sansür gibi spot bir kelimeden öte, sakince ve alanımızın gerçekliği içinde otosansür gerçekliğini tartışmamıza bir vesile çıkarsa güzel olur.

Bunun yanında tek oto-sansür vakamız bu değil, gelin şunları da tartışalım.

Ülkede sanatın kendi içinde güç merkezleri, rekabet ağları etrafında dönen bir parodiye dönmesi, bu ağların birinin tarafı olmayı seçmeyen sanatçıların zaten yok sayıldığı, doğal sansür düzeneğinin zaten var olduğu gerçeğinin hiç gündeme gelmemesi.

Sosyal medya içinde kümeleşmiş ve gitgide trolleşmiş yapılan hiçbir emeğe saygı duymayan, beğenmeyen, sürekli eleştirel refleks görüntüsüyle bel altı vurmayı seven; C.İ’de Tüyap’ta ya da Bienal’de sakat bir şey olsa da, bas bas bağırsak beklentisinde olan sinik tavrın aslında ülkede bağımsız sanat eleştirinin yetersizliğinden beslendiği gerçeğinin hiç gündeme gelmemesi. (Bu arada merak etmesinler yakında bunların artık hiç yapılamayacağı konjektüre umarım gelinmez ve o zaman şimdi hoyratça hırpalanan her şeyi de özleyeceğiz).

Bir sanatçının her yaptığı resmin sanat mı olduğu, ona ne o değeri veriyor ne de sorularının bu toz dumanda hiç sorgulanmamasını. Mağara devrinden beri üretilen nü estetiğine ne katıldı, engellenen sanat mı zanaat mı tartışmasının zaten hiç gündem almaması ya da…

Daha fazla konuşmayıp kendime yine oto-sansür uygulayacağım, çünkü linç tahtasına yatırılsam buna yanıt verecek ne zamanın ne de enerjim var.

Sevgilerimle.

Rafet

 

 

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-03-29 06:43:45