A password will be e-mailed to you.

73. Berlin Film Festivali’nin de sonuna geldik… Film endüstrisine yönelik EFM – Avrupa Film Marketi kapandı bile… 22 Şubat’a dek 267.000 biletin satıldığı, 26 Şubat akşamına dek izleyici sayısının 400.000’i bulacağı tahmin edilen bu devasa festival, 25 Şubat Cumartesi gecesi düzenlenecek ödül töreniyle resmi kapanışını yapacak. 26 Şubat Pazar geleneksel halk gününde ise Berlin’de bulunan herkes ücretsiz film izleyebilecek.

Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’yı işgalini ve İran rejiminin özgürlük talep edenlere yönelik şiddet kullanmasını protesto eden ve bu ülkelerin halklarıyla dayanışma gösterisine dönüşen açılışın ardından Berlinale’nin yeni döneminin asıl rengi ortaya çıktı. Dünya ahvalinden bu iki önemli meselenin seçilip onlara ilişkin filmlerin toplu olarak gösterildiği bir politik tavır vardı, ama genel bir angajman göze çarpmıyordu Berlin’de. Artık bir bütün olarak kavramsal bir çerçeveye oturtulmuş, farklı bölümlere rağmen adeta bir sanat etkinliği gibi küratöryel çizgisi bulunan bir festival haline geldiğini söyleyebiliriz. Örneğin filmlerin birçoğunda başta edebiyatçılar olmak üzere sanatçı karakterler çıktı karşımıza. Disiplinlerarası bir çalışma gibi değil ama film içinde anlam kazanan, kahramanlarını doğrudan tanımlayan ögeler olarak…

Avrupa Film Marketi başarılı bir dönemin ardından 22 Şubat’ta kapılarını kapattı.

Başta “Encounters” yarışması olmak üzere Berlinale’de başlayan dönüşümün ne kadar işlevsel ya da verimli olacağını zaman gösterir. 1972 yılında Genç Sinema Forumu’nu, şimdiki Forum bölümünü festivale ekleyen, aynı zamanda Berlin’deki Arsenal Sinemasının kurucuları olan Erika ve Ulrich Gregor’a, biri 88 diğeri 90 yaşında, film izlemeye gelirken rastlıyorum da içimden saygı ve minnet akıyor onlara… Sinema sanatında yüzlerce sinemacı için fark yaratan, izleyiciler üzerinde iz bırakan öncü programcılar olmak hiç kolay değil.

Sanat Yönetmeni Carlo Chatrian ve Program Yönetmeni Mark Peranson’ın Berlinale websitesinde yer alan söyleşisinden şu alıntı çok önemli: “Bu yıl taze, yeni seslere daha fazla yer verdik. Üç tane ilk filmimiz var, ilk defa Yarışma’ya seçilen başka genç sinemacılarımız var. Önceden planladığımız bir şey değildi, ama seçim sürecinin ve filmlerin bizde bıraktığı izlerin sonucunda böyle oldu. Bununla birlikte Christian Petzold, Philippe Garrel, Margarethe von Trotta ve Rolf de Heer gibi yer edinmiş sinemacılar da dengeyi sağlıyor – çok önemli, çünkü bu sinemacılar Berlinale’nin temsil ettiği sinema tarihiyle aramızda varolan bağlantı. Nereden geldiğimizin ayırdına varmadan ileriye gitmek mümkün değil. Berlinale gençlikle ilişkilendirildiğinde mutlu oluyoruz, ama bu iyi dengelenmiş bir seçkinin büyük resmi içinde gerçekleşmeli.”

Erika ve Ulrich Gregor, 1970.

Pandemi sürecinde varlık gösteremeyen Uzakdoğu ülkeleriyle Amerika sinemalarının dengesini kurmaya da gayret ettiklerini söylüyorlar bu söyleşide. Chatrian’ın bloğunu ve Berlinale Topics başlığı altındaki yazıları okuyanlar onun yaklaşımını daha iyi kavrayabilir. Öte yandan bütün bu yazılanlar başta Almanya medyası olmak üzere yıllardır hep daha fazla parıltı ve şaşaa talep eden, sürekli röportaj peşinde koşan sadece Cannes’da, bazen de Venedik’te bulunmaktan memnun olan, filmlere sürekli burun kıvıran medya ve film endüstrisi mensuplarının radarı altında kalır. Okunmayan sergi kataloğu misali… Oysa festival bunun da dengesini bulmuştu.

Festivalin Hollywood şöhreti kontenjanını Jüri Başkanı Kristen Stewart, jüri üyesi Golshifteh Farahani, Ukrayna’da belgesel çeken Sean Penn, Onursal Altın Ayı alan Steven Spielberg, ona ödülü takdim eden Bono Vox, aynı adı taşıyan filmde Golda Meir’i canlandıran Helen Mirren, Seneca’yı canlandıran John Malkovich, Rebecca Miller imzalı açılış filmi She Came To Me’de başrolü üstlenen Anne Hathaway, Marisa Tomei ve Peter Dinklage, Boşnak direnişçilerin talebi üzerine, U2’nun  Saraybosna kuşatması sırasında yardım konserleri düzenlemesini konu alan Kiss the Future adlı belgeselin yapımcılarından Matt Damon, Manodrome’un oyuncuları Jesse Eisenberg, Adrian Brody ve Odessa Young, Inside filminin başrolünü üstlenen Willem Dafoe doldurdu.

Bachmann – Çöle Yolculuk

Gregorların öncülük ettiği genç ve heyecanlı sinemacılar ve onları merakla izleyenler hala vardır, bir yerlerde. Onları artık marjinalize etmemek gereğini anlayan medya mensupları da çıkacaktır, elbette. Kendi adıma birçok iyi film izledim. Margarethe von Trotta’nın Ingeborg Bachmann – Reise in die Wüste (Çöle Yolculuk) filminin yanı sıra izlediğim Altın Ayı adayları arasında en sevdiğim filmler İngilizce adı Shadowless Tower (Gölgesiz Kule) olan Çin yapımı Bai Ta Zhi Huang ve Makato Shinkai imzalı Japon canlandırması Suzume oldu.

Bai Ta Zhi Huang

Deneyimli Çinli yönetmen Lu Zhang’ın Dooman Nehri adlı filmi 2010 yılında Generation bölümünde Kristal Ayı mansiyon almış, aynı yıl Antalya’da uluslararası yarışmada Altın Portakal kazanmıştı. Edebiyat karın doyurmadığı için gastronomi yazarlığı yapan bir adamın hayatındaki dönüm noktasını, ailesi ve arkadaşlarıyla ilişkilerine yön veren nezaketinin ve çekingenliğinin ardında yatan utancı sinematik olduğu kadar edebi bir üslupla,  psikolojik ve sosyolojik yönleri güçlü bir metinle ve filme adını veren Beijing’deki tarihi kule metaforuyla son derece zarif biçimde, romantik ve hazin anları dengeleyecek kadar mizah katarak anlatıyor.

Suzume

Japonya canlandırma sanatında çok özel bir yere sahip. Liseli genç kadın kahramanının adını taşıyan Suzume hem olağanüstü güzellikte çizgileri hem de bu deprem ülkesinde hayatta kalmak için verilen mücadeleyi simgeleyen gerçeküstü macerasıyla duyarlı izleyicileri ağlattı. Özünde yine sevgi olan, hem ilk aşkı hem sıra dışı bir ebeveyn – çocuk ilişkisini anlatan Suzume, deneyimli yönetmen Makato Shinkai’nin olgunluk dönemini de simgeliyor. Önceki filmleri Your Name ve Weathering With You gişede çok başarılı olan Shinkai, Berlin’deki uluslararası prömiyerinden önce Japonya’da IMAX sinemalarında gösterime girdi, izleyici ve eleştirmenler tarafından beğenildi.

20.000 especies de abejas

Aile dramları ve ilişkileri bu yılki yarışmanın ortak temasıydı. Bu temayı klişelerden uzak kalıp, incelikle ele alabilen filmler izledik. Plastik sanatlar, müzik ve şiirle yoğrulan, agapi’nin eros’a baskın çıktığı bu çağdaş yaklaşımlı filmlerden etkilenmemek mümkün değil. Estibaliz Urresola Solaguren imzalı, Bask ülkesinde geçen 20.000 especies de abejas (20.000 Arı Türü) sekiz yaşında bir çocuğun kimlik bunalımını anlatıyordu. Lila Avilés’in Totem’i Meksika’da kanser hastası babasının doğumgününde yetişkinlerin çaresizliklerini, zaaflarını, iyi niyetlerini, sevgilerini, sabırsızlıklarını bir çocuğun gözünden anlatıyor. João Canijo imzalı Portekiz yapımı Mal Viver (Kötü Hayat) aralarında en karanlık olandı, parlak dönemini kaybetmiş, aile işletmesi bir otelde geçen bu film anne kız ilişkilerinin çok marazi örneklerini veriyor. Diğer filmlerin de odak noktasında gerçek ve edinilmiş aile ilişkilerinin farklı versiyonları ele alınıyor.

Afire

Koreli – Amerikalı Celine Song’un dünya prömiyerini Sundance’te yapan Past Lives (Geçmiş Hayatlar) filmi çok rağbet gördü, ama sonuçta iyi yapılmış bir Amerikan bağımsız yapımından daha öteye geçmiyordu. İzleyince hemen sevilen, kültürel aidiyet ve çelişki, göç, kimlik, unutulmayan ilk aşk, modern iletişim teknolojileri üzerinden uzun mesafe ilişkileri üzerine hoş bir film. Amerikalı eleştirmenlerin coşkusu Avrupa’ya da yansıdı. Christian Petzold da kara mizah içeren, edebi referanslar veren bir yazar / yazamaz öyküsü anlatıyor Afire’da (Alev Alev). Ustalığını yansıtsa da geçmişteki başarısını tekrarlamayan ama ilgiyle ve takdirle izlenen bir yapıta imza atıyor.

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 03:30:47