A password will be e-mailed to you.

Gündelik hayatın içinde birdenbire açılan uçurumları, pencereleri ve insanların boyunu aşacak dalgaları anlatmayı sevdiğini belirten Ahmet Tulgar, “Çok büyük kahramanların hayatlarını anlatmanın kolay olduğunu düşünüyorum” dedi.

Ahmet Tulgar’ın son öykü kitabı “Trajik Nüans”, eylül gibi geldi. Edip Cansever’i anarak söylersek “Eylülün Sesiyle” geldi. Mahmur masumiyetin insanda yarattığı iyilikle, Üsküp’te her büyük aşk gibi kavuşmayan iki insanın yıllara yayılmış aşkıyla, kaderi olarak bildiği İstanbul’la, kadın, erkeklik ve eşcinsellik hâllerine eğilerek… hayatın içinden olaylarla geldi. Sıradan hayatların içindeki trajik durumlara eğilen Ahmet Tulgar’la Can Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Trajik Nüans” üzerine konuştuk.


Öncelikle kitabınızın ismi üzerinden başlamak istiyorum. Trajedi bir nüans işi midir? İnsan trajik bir varlıkken, nüans ne katıyor trajediye? 

Evet, insan trajik bir varlık. Çünkü biyolojik zorunlulukları, ihtiyaçları ve fikirleri var. Amaçları, idealleri var. Bunlar arasında çok büyük çelişkiler var. Ve sürekli bu çelişkiler içinde debeleniyor. Biyolojik zorunluluk nedir? Açık havada dolaşmak, özgür olmak, kırlarda koşmak ya da şehirde bir kafede oturmak… Ama bir yandan da politik hayat var. Ve insanlar politika yapıyorlar. Bir şeyler için mücadele ediyorlar. Çünkü fikirleri var. Mesela “Kürtler özgür olmalıdır” diye bir fikri var bir Türk’ün. Ama böyle bir fikri olduğu için biyolojik olarak ihtiyacı olan özgür olma ve uzun yürüyüş yapabilme hakkını kaybedebilir. Bu çelişki ona kahraman olma olanağı da veriyor aynı zamanda. Çok büyük bir çelişki tabii…


Peki nüans?

Nüansı ise küçük farklar anlamında kullanalım. Çok küçük farklar gibi görünse de çok belirleyici farklar. Bu belirleyicilik zaman zaman bütün hayatını değiştirebiliyor insanın. Nasıl değiştirebiliyor? Yolculuğa on dakikada çıkacağına dokuz dakikada çıkarsa, o dokuz dakikada çıkışı ve arabaya binişi devasa bir sistemi değiştirebilir. Küçücük karar büyük değişikliklere neden olabiliyor. 


Kitabınızda öyle büyük olayların ardından yaşanmış trajedilere yer vermiyorsunuz. Daha ziyade sıradan bir günde başlayan giderek değişen ruh durumlarını kısa ve derinlemesine ele alıyorsunuz… Bu durumda sizin için karakterlerin içsel yolculuğu mu daha önemli?

Şimdi gündelik hayat, gereksinimler ve zorunluluklar var. Sistem, insanlara bu gündelik hayatın içinde kalmalarını dayatıyor. Bunu talep ve arzu ediyor. Ama insan bu değil. İnsan gündelik hayatların boyunda değil. Çok daha uzun boylu bir şey. İnsan gündelik hayatların düzeyinde değil, çok daha derinde bir şey. O gündelik hayatların içinde boğulmamak, çıkabileceği en yüksek seviyeye ulaşmak için mücadele veriyor. Bu mücadeleyi genelde yalnız başlarına ya da en yakınındaki insanlarla veriyorlar. Yani onunla bir zafer kazanmak, farklı bir hayat kurmak ve birlikte kahramanlıklar yapmak için. Tek başına sanatta, edebiyatta da bir mücadeleye girişiyor. Gündelik hayatın içinde birdenbire açılan uçurumları, pencereleri, insanların boyunu aşacak dalgaları anlatmayı seviyorum. Çünkü çok büyük kahramanların hayatlarını anlatmanın kolay olduğunu düşünüyorum. 


Hikâyeleri okuduğumda arabeske kayacak mı dediğim oldu. Ama arabesk olanla trajik olanı iyi ayırmış ve yedirmişsiniz eserlerinize. Bunu nasıl sağladınız?

Aslında ben melodramla oynamayı seviyorum. Ama ağdalı, acı üzerine kurulmuş melodramı sevmiyorum. Akılla yaşanan melodramları seviyorum. Vesna – Rezar hikâyesinde Vesna söylüyor. “Bizim ilişkimiz melodrama başkaldırıydı”. Çünkü melodramın sınıfsal bir şey olduğunu söylüyor. Melodram sınıfsal çelişkileri ve farklılıkları yeniden üretir. Melodramın sınırlarını zorlamayı seviyorum. 


Ama acıyı anlatma hali son dönemlerde bir gelenek oldu. Siz bunun dışında eserler vermeye mi çalışıyorsunuz?

Türkçe edebiyatta son yıllarda bir gelenek oldu. Çok sayıda yazar, yazılarında kendisini de yeniden lanse ediyor. Bir şekilde imalar yoluyla da olsa, ne kadar duyarlı, acı çekiyor olduğunu hissettiriyor. Bu yazarların bilinçli olarak yaptıkları bir şey değil. Hayat onlara bunu zorluyor. Çünkü Türkiye çok zor bir ülke. Maalesef Türkçe edebiyatın çok geniş bir kesimi, konformist bir edebiyat. Sistemle, düzenle barışmış ya da barışık değilmiş gibi görünen suni bir muhalefet yapan bir edebiyat kuşağı var. Türkçenin en önemli yazarlarından biri hapishanede, bir dil ustası hapishanede. Beğenirsiniz beğenmezsiniz başka yazarlar ve gazeteciler de hapishanede. Türkiye’de bu konuda söz söyleyen ya da eyleme geçen çok az sayıda yazar var. Kendileri de bunun farkında. “Çok acı çekiyorum zaten ben, acım başımdan aşkımdan” der gibiler. Romanlarında, yazılarında, öykülerinde bunu hissettiriyorlar. Ben yazarın öyle kendisini lanse ettiği eserleri sevmiyorum. Biraz daha Batı edebiyatı geleneğine bağlıyım. Yani, çok duyarlı ve belirgin şeyler de yazıyor olsam, serinkanlı olmayı seviyorum. Aklımı kaybetmemeyi, aklımı korumayı seviyorum.


Mahmurun masumiyetini işlediğiniz görülüyor öykülerde. Geç yatıp erken kalkan insanların yüzlerine sinen mahmurluktan bahsetmiyorsunuz sanırım?

Müdür hikâyesinde hissediliyor mahmurun masumiyeti. Orada Serhat, yaptığı işi siyasetine yakıştırmıyor. O yüzden de market müdürlüğünü uykudaymış gibi yapıyor. Ancak iki partilinin işkence edilerek otoban kenarına atıldığında kendisini buluyor. Arkadaşlarıyla sokakları ve meydanları zapt ediyorlar. Siyasi idealleriyle yaptığı iş arasında çok büyük bir çelişki var. O mahmurluk oradan kaynaklanıyor. Mahmurluk aynı zamanda masum bir şeydir. 


İstanbul’da yaşayan herkesin kendine göre bir İstanbul’u var. Siz ise İstanbul’u kaderiniz olarak görüyorsunuz? Neden bir kent insanın kaderi olsun ki?

İnsanlar yüzünden bence. Yaşamaya başlıyorsunuz bir kentte, doğal olarak insanlardan bir çevre oluşuyor. Kimi çok seviyorsunuz, önemsiyorsunuz. Kimi zaten atsan atılmaz satsan satılmaz gibidir. Ana gibidir. Bir kere insanlar çok bağlıyor insanı. Kaderin oluyor orası. Ben, hayatımın her döneminde dünyanın bir başka şehrinde bir hayatım olabilirmiş gibi, düşündüm. Özellikle, Orta Avrupa kentlerinde… Ama ne zaman gitsem, dönmeden bir gün önce, dönmeyeceğim İstanbul’a, diyorum. Fakat ertesi gün büyük bir sabırsızlıkla dönüyorum. Ben dönmüyorum, diyorum ama iki saat sonra dönüyorum. 


Vesna ve Rezar’da yıllara yayılmış iki kişinin bir türlü kavuşulamayan ilişkisini ele alıyorsunuz. Bir de bu hikâyede artık eskisine benzemeyen bir Üsküp göndermesi var. Kentler hızla değişip dönüşürken sadece mimariye etki etmiyor.  Bu konuda İstanbul ne durumda?

İstanbul’da çok büyük değişiklikler görüyorum. Şehrin silueti sürekli olarak değişiyor. Mimari açıdan çok büyük bir kaos var. Kaos güzel olabilir ama İstanbul’da değil. İşin sınıfsallığı çok göz önünde. İktisadi açıdan dengeli bir toplum olsaydı daha az göze batardı. Örneğin o son derece koket şık mimari, zenginlerin oturacağı değil de, kültür merkezi olsaydı böyle göze batmazdı. İstanbul hâlâ bir yandan güzel, bir yandan da bozulan bir şehir.


Bir de intihar konusuna eğiliyorsunuz. İnsan aslında bir müntehir olarak yaşar diyorsunuz. Tehir etme durumu neden kaynaklanıyor?

İnsan hayatının çok fazla döneminde intihar etmeyi düşünebilir. Ben de düşündüm herkes kadar. Ve intihar etmediğin sürece tehir etmiş oluyorsun. Öleceğini bilerek yaşamak da bir tür intihar var. 


Yılbaşı günlerine sızmış hikâyeler bir daha dokunaklı. Bu hikâyelere yılbaşı günlerinde yer veriyor olmanızın özel bir sebebi var mı?

Çocukluğumda Gümüşsuyu’nun arka mahallesinde büyüdüm. Yılbaşını komşular bir arada kutlardı. Komşularımız arasında depresyonda kadınlar vardı. Aslında dışarıdan bakıldığında mutlu olması gereken bir hayatı olan, ama içeride mutsuz evli kadınlar. Bu kadınların hayatını anlatmayı sevdim. Erkekler de mutsuz olabilir ama erkeklerin bir dışarısı var. Yılbaşları hayata nasıl devam edilecek sorusunun sorulduğu günlerdir aynı zamanda.

 

Kadınlık, erkeklik ve eşcinsellik hallerine eğilmenizin sebebi nedir?

İnsana dair hiçbir şey bana yabancı değil. Edebiyatın hepsini anlatması gerekiyor.


Tarlabaşı’ndaki eşcinselle zengin statüdeki bir eşcinsellin aşk yaşama durumu var mı?

Artık yok. Eskiden vardı. Her sınıf kendi hedonizmini, haz alanlarını da yarattı. Çünkü sınıflar sadece ekonomik alanda kalırsa yeterince güçlü olamaz. Türkiye’de sınıflar arasında iyice bir kopma var. Ancak edebiyatta insanlar bir araya gelebiliyor. Michel Foucault şöyle der “Birbirinden ilgisiz birkaç nesne ancak edebiyatta bir araya gelebilir”. Bir işçi ile jet sosyete içindeki bir kadın arasında aşkı edebiyat kurabilir. Ama hayatta artık bunlar yok. Hayat edebiyat gibi kendisini sınıfsal farklardan kurtaramıyor.


“Bir erkek kadının karşına bütün erkeklik durumlarını alarak çıkar” diyorsunuz bir öykünüzde. Neyi kastediyorsunuz?

Bu erkeğe arka çıkan bir söylem. Şimdi erkeğe toplum kadınlar üzerinden çok büyük sorumluluklar yüklüyor. Sadece cinsel performans anlamında yüklemiyor. Mesela dölleme anlamında da yükleniyor. Mutlaka çocuk sahibi yapması lazım kadını. Evine ekmek getiriyor olması lazım. Sokakta  karısına ya da sevgilisine laf atsa, beş kişiyle bile olsa dövüşme zorunluluğu getiriyor. Bunun gibi upuzun zorunluluklar listesi yapılabilir. Ve erkek bütün bunların üstesinden gelmek zorunda. O yüzden de kadının karşına da tek başına çıkamaz, yatakta da, sokakta da, iş hayatında da… Arkasına bütün bir erkeklik durumunu alması lazım. Tarihin, kültürün, ideolojinin yüzyıllar içinde biriktirdiği kahramanlık hikâyelerini, bütün performans hikâyelerini, bütün başarıları almak zorundadır. 


Son olarak şiirsel bir öyküyü sorarak bitirmek istiyorum sohbetimizi. Sosyal medyada en çok beğenilen öykünüz “Un, Ekmek”. Öykünün şiir gibi olmasını neye bağlıyorsunuz?

Unla ekmek bir kere şiirleşmeye uygun nesneler diyeyim. Ben bu hikâyeyi yazarken tavlanmak ve tavlamak kelimesinin ne olduğu öğrendim. Un yapmak için su veriyorlar buğdaya ve ona ‘tavlamak’ diyorlar.  Bir insan hayatta ne kadar ezilirse ezilsin yine de aşka yönelmesi gibi, un da değirmende ne kadar ezilirse ezilsin, suyu gördüğü zaman şahlanıp suya doğru koşuyor. Başlı başına şiirsel bir şey bu.

Daha fazla yazı yok
2024-04-25 14:41:27