A password will be e-mailed to you.

Arabesk söyledi, arabesk yaşadı ama o bir feministti… “Gerçekten öyle miydi?” tartışma konusu, ancak gösterimi 8 Mart’ın hemen öncesine denk getirilen Bergen filminin ana savı bu.

Zenne ve Çekmeceler gibi daha küçük prodüksiyonlarla tanıdığımız Mehmet Binay ve Caner Alper bu kez bir gişe biyografisiyle karşımızda. Türkiye sinemasında, Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu ve Müslüm gibi duygu sömürüsüyle yoğrulmuş örneklerini görmeye alışık olduğumuz bu tür için Bergen kesinlikle sıra dışı bir anlatı ve yapıya sahip. Hem onu Türkiye çapında meşhur eden şarkısı, albümü ve sonrasında kendi hikayesini anlatan filme adını veren “Acıların Kadını” lakabını elinin tersiyle bir yere itecek kadar hem de şiddet sahnelerinin hiçbirini çekmeden olanları izleyicinin hayal gücüne bırakacak kadar…

Zenne’de 15 Temmuz 2008’de babası tarafından öldürülen Ahmet Yıldız’ın hikayesine de değinen ve sonraki filmleri Çekmeceler’de toplumdaki toksik erkekliğin sonuçlarını bir kadın arkadaşlarının hikayesinden yola çıkarak irdeleyen Binay ve Alper ikilisi biyografilere yabancı değil. Bergen’in dönüşümünü, neden arabeski ve onu henüz 30’uncu yaşını görmeden ölüme götürecek bir adamı sevdiğini psikolojik profiline bağlayan senaryo ise Yıldız Bayazıt ve 2008’de Yeşim Ustaoğlu ile birlikte Pandora’nın Kutusu’nun senaristliğini yapan ve 2016 yılında Barbarın Kahkahası başlıklı romanıyla 71’inci Yunus Nadi Ödülleri’nde roman dalında birincilik ödülü kazanan Sema Kaygusuz’a ait.

“Biri sana gerçek yüzünü gösterdiğinde ona ilk seferinde inan”

Zamanda yolculuk yapıp Bergen’e bir tavsiye verecek olsak ona herhalde Maya Angelou’nun “Biri sana gerçek yüzünü gösterdiğinde ona ilk seferinde inan” sözünü söylerdik. Senaryo da aslında bize bunu söylüyor. Bu sırada izleyenlere kendilerini sorgulama şansı tanıyor: Biri için nelerden vazgeçebilirsiniz? Sizi siz yapan şeylerden vazgeçerseniz geriye ne kalır? Her koşulda kendini seçmeyi öğrenmenin bedeli nedir?

Bugüne dek bir ilişki, bir arkadaşlık veya bir ebeveyn onayı için neleri feda ettiniz, nelerden feragat ettiniz?

Belgin babasının zaafları ve babası yüzünden sahip olduğu zaaflarla tercihler yapıyor. Babasıyla ilişkisini temize çekmeye çalışırken aşık olduğu adamın gerçek yüzünü görmemekte direniyor. Ta ki artık çok geç olana kadar…

Bergen’in tüm duygusal boşluklarını tamamlayacağını düşündüğü o adamın, başroldeki Farah Zeynep Abdullah‘ın galada söylediği gibi adı yok… O adam çocuğunun kariyer tercihini uygun bulmayan bir ebeveyn, o adam Beşiktaş İskelesi’nde vapurdan inen kızların etek boyu polisi, o adam kimin cinselliğini nasıl yaşayacağına karar vermekle yükümlü bir namus bekçisi, o adam aklıyla ve başarısıyla başa çıkamadığı bir kadını sözlü ve fiziksel tacizle sindirmeye çalışan bir kifayetsiz… O adam hangimizin nasıl yaşayacağına dair söz hakkı olduğunu düşünen bir kerameti kendinden menkul…

Başka bakış açısı değil başka bir Bergen

Bergen gibi ikonik bir kadının hikayesini yine iki kadının yazmış olması, filmin kadın cinayetlerine dikkat çekme çabası ve verdiği feminist mesaj takdire şayan. Ancak bütün bunları yaparken ana amacından, Bergen’in sadık bir biyografisi olmaktan, nedense çok uzağa gidiyor. Belgin’in Norveç’teki Bergen şehrini gazetede görüp sahne adı olarak seçmesinden, onu katiline aşık eden arabanın akıbetine kadar değiştirilen birkaç detaya senaryo adına belki göz yumulabilir. Peki, TRT Arşiv’deki röportajlarından oynadığı filmlere, albüm kayıtlarından konserlerine hafızlardaki Bergen’i bambaşka bir karakter gibi yeniden kurmayı nasıl açıklayacağız?

Filme göre Belgin şehir aksanıyla konuşan ve şarkı söyleyen modern bir kız. Her şeyin başladığı Ankara’daki Feyman kulübe de eğlenmeye giden bir çello öğrencisi. Orada tesadüfen sahneye çıkıyor ve modern bir yorumla pop-caz bir şarkı söylüyor. Oysa ki hikayenin gerçek versiyonunda Belgin’in “Batsın Bu Dünya”yı söylediğini biliyoruz. İlk aşamada pek de umursanmayabilecek ve “belgesel değil” diyerek es geçilebilecek bu detay ne yazık film dallanıp budaklandıkça gerçekten uzak ve kasti bir paralel anlatıma dönüşüyor. 

Yapım nedense Belgin’in arabesk bir tavra sahip olmadığını ve şiveli konuşmadığını Bergen’e dönüşümüyle birlikte şarkı söylemesinin ve konuşmasının değiştiğini savunuyor. Ama bunu bile o kadar alelacele yapıyor ki sadece arif olan izleyici bu dönüşümü kendi çabasıyla anlamak zorunda kalıyor. Hatta arabeskçi Bergen şarkılarını aksanlı bir şekilde söylerken günlük hayatta modern bir ağızla konuşuyor. Alttaki kayıtta Bergen’in TRT röportajı yer alıyor. Bu tarz kayıtlar gösteriyor ki bu film Bergen’i farklı bir açıyla anlatmayı değil, vermek istediği mesaj için (kendince daha) uygun başka bir Bergen inşa etmeyi seçiyor. Sanki şiveyle konuşan ya da arabesk seven bir kadın kendi ayaklarıyla durmayı seçemezmiş gibi… Sanki çello çalan modern bir kız olmayanın feministliği ilk celsede düşermiş gibi…

Filmin bize göstermeye çalıştığının aksine Bergen arabeskin içine düşen biri değil, arabeski seçen ve seven bir kadın. Kezzap hadisesinin ardından hastanede uyandığında söylediği ilk şey rüyasında Müslüm Gürses’in “Tanrı İstemezse” şarkısını Gürses’le birlikte seslendirdiği oluyor. Ona o kadar hayran ki sonraki albümünde de başka bir şarkısını cover’lıyor.

30 yıl 147 dakikaya sığar mı?

Bir diğer handikap ise filmin Bergen’in tüm hayatını 147 dakikaya sığdırmak istemesi. Bu kadar yüksek ticari beklentiye sahip bir yapımda bu kaygı anlaşılır olsa da uygulamada bu yöntemin biyografik anlatımı sekteye uğrattığını görüyoruz. Bergen’in geçiştirilen dönüşümünün yanında kuzeniyle yaptığı 4 yıllık evlilik ve o evlilikten olan oğlu da tamamen hikayenin dışında bırakılıyor. Filmde kalan hayata dair parçalarsa hızlıca üst üste eklenerek geçişleri aksatıyor.

Oyunculuklar, görsellik ve müzikler filmin en güçlü yanları. Yıllardır başrol oynamasına rağmen oyunculuğu bugüne dek hafızalarda pek iz bırakmayan Farah Zeynep Abdullah benzerlik avantajını kullanarak rolün altından kalkmayı başardığı gibi filmdeki şarkıları da kendi söylüyor. Annesi rolündeki Tilbe Saran, katili rolündeki Erdal Beşikçioğlu ve filmin sürprizi ve en eğlenceli karakteri Dansöz Nadire rolündeki Nergis Öztürk izlediğimiz hikayeye bizi öyle inandırıyor ki filmden çıkmadan önce eksikleri fark edemiyoruz bile…

Bergen tartışmaları

Yıllar süren bir promosyon bombardımanıyla önü açılan Bergen, aslında hikayenin ilk beyaz perde deneyimi değil. 1987 yılında Ülkü Erakalın’ın çektiği “Acıların Kadını” adlı filmde Bergen kendi hayatını kendisi oynamıştı. Yine 1995 yılında  onun hayatından esinlenen “Aşk Ölümden Soğuktur” gösterime girdi. Canan Gerede yönetmenliğindeki ikinci filmde Bergen adı kullanılmadı ancak Belgin’i Bennu Gerede, katilini ise Kadir İnanır canlandırdı. Fakat yeni Bergen filmi kadar bu yapımların hiçbiri konuşulmadı ve tartışılmadı.

Magazinel tartışmaları bir yana bırakırsak, son filmle ilk dalga eleştiriler ilginçtir ki filme değil yönetmenlere dair oldu. Radikal dinciler tarafından yönetmen çiftin yönelimleri gereksiz bir biçimde gündeme getirilirken bir taraftan ikilinin “Çekmeceler” filmini anlatmak için Milliyet Sanat’a verdiği röportajdaki kadın oyunculara dair beyanları “kadın düşmanlığı” suçlamasıyla sosyal medyada paylaşıldı. Bu yorumlarda Zenne’de Ahmet Yıldız’ın kurbanı olduğu nefret cinayetini bir nevi PR çalışması olarak kullanmakla da suçlandılar. Yönetmenlerin iyi niyetleri gayet tartışmaya açık lakin bir filmin, izlenmeden ve içeriği dışındaki unsurlarla eleştirilmesi, hiç adil durmuyor. Bu örnekle bir kez daha sosyal medyanın popüler kültüre armağan ettiği “cancel” tavrının eleştiri geleneğini götürdüğü karanlık kendini gösteriyor.

Yazar Yiğit Karaahmet, yönetmen Gürcan Keltek (tweet’ini sonradan sildiği için bu yazıda yer almıyor) ve bazı sosyal medya ünlülerinin eleştirilerinden örnekler:

 

İyi bir gişe filmi kötü bir biyografi

Son tahlilde Bergen, hiper gerçekçiliğe kafasını gömmüş ve bir daha çıkaramayacak gibi görünen festival fimleriyle VHS komedilerindeki mizah anlayışının bile gerisinde kalan Recep İvedik türevleri arasında sıkışan yerli sinema sektöründe son yıllarda gördüğümüz en iyi gişe filmlerinden biri. Zayıf bir biyografi olsa da hikaye anlatımı Marion Cotillard’ın Edith Piaf’ı canlandırdığı Ma Vie en Rose’un, görselliği Almodovar evrenin etkisinde, yönetmenlerin filmografisindeki amatörlükleri ve eksikleri temize çekmeye çalıştıkları bir iş.

Ve her ne niyetle söylerseler söylesinler içinde bulunduğumuz politik ortamda “İstanbul Sözleşmesi yaşatır!” demeleri oldukça kıymetli!

 

İLGİLİ YAZILAR

Herkes öldürür sevdiğini: Alef

Bu filmi kesinlikle izlemeyin!

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 11:20:03