A password will be e-mailed to you.

57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde sekiz yıldır seyirci ile buluşmayı bekleyen bir film var. Pandemi süreci ile yolu açılan film, nihayet bu yılki festivale seçildi ve tam bağımsız bir film olarak, yıllardır söylemek istediğini artık söyleyecek olmanın haklı heyecanını yaşıyor: Dersaadet Apartmanı

 

Birbirini evvelden beri tanıyan bir samimiyet görüyorum ben sizin ekibinizde. Sahi nasıl bir araya geldiniz?

Tankut Kılınç: Janset’le biz sektörden tanışıyoruz. Yaklaşık 12 sene önce bir dizi çalışmasında bir araya gelmiştik ilk kez. Gürsel’i belki 20 yıl önce bisiklet camiası aracılığı ile tanıdım. Yılları eskitmişiz.

Hüseyin Karsin: Benim katılmam da yanlış hatırlamıyorsam 2013. Tankut bizi bir araya getirdi. Çok da güzel oldu.

 

Dersaadet Apartmanı fikri ilk ne zamana uzanıyor?

T. K: 2008’de İstanbul ‘un Avrupa Kültür Başkenti olması konusunda çalışmalar başlamıştı. 2010’da da devlet destekli başlayan bu proje için ben de İstanbul’u nasıl anlatırım diye kafa yormaya başladım. İstanbul’un daha karanlık tarafını anlatmak istiyordum. Böylece ilk draft’ı hazırlamaya başladım.

 

Senaryo sürecinden bahsedebilir miyiz?

T.K: Başta ufak ufak notlar şeklinde yazmaya başladım. Yapmak istediğim, bu şehri bir karakter gibi göstermekti. Senarist arkadaşlarım daha dramatik şeyler yazdılar ama ben bunu istemedim. Böyle olunca sonradan iş başa düştü.

“Kısayı hep daha samimi buluyorum”

Uzun metrajla kısa metraj arasındaki fark nedir?

T.K: Kısa metraj daha özgür bir alan. Bir hikayeyi daha sınırsız bir çalışma alanı içinde anlatabiliyorsunuz. Uzun metraja girdiğiniz zaman ise bir takım kodlar, prodüksiyonel kalıpları var. İşin içine ticari kodlar ve kaygılar da giriyor. Ben kısayı hep daha samimi buluyorum. Kısa deyip geçmemek gerek. Yeri geldiğinde söyleyeceğini bir tokat gibi vuruyor. Bunu özellikle yazın lütfen.

H.K: Biri şiir biri roman gibi bence.

 

Sizin de ilk çalışmanız değil mi?

H.K: Gösterime giren ilk çalışmam evet.

 

Zorlayıcı bir soru olabilir ama sizin kaçıncı filminize denk geliyor?

Janset Pacal: Uzun metrajda son filmim bu. Köstebek, Neredesin Firuze, Banyo, Kısık Ateşte 15 Dakika, Ya Sonra, Romantik Komedi, Güz Gülleri, Scrabble, Hayat Öpücüğü bunlar geçmişteki filmlerim. Resmen unutmuşum bazısını, kopya çektim sayarken. (Gülüyor.)

 

Bu samimi çevre filmi çekerken kolaylık sağladı mı?

T.K: Aslında benim dışımda kimse birbirini tanımıyor. İşin senarist yönetmeni olarak ben tanıştırmış oldum. Ama benim herkesi eskiden beri tanıyor olmam samimiyet yaratmıştır. Yıllar içinde de herkesin dostluğu gelişti tabii.

J.P: Evet birbirimize nazımız geçti bence de. Bunu suistimal etmediğin sürece, bu türden bir samimiyet çalışma kolaylığı veriyor. Çünkü insan tanımadığı bir oyuncu ile çalışırken ister istemeden bir duvar olur. Biz de olmadı, çekimler aktı gitti.

Amaç gerçek hayattaki samimiyeti filme yansıtmak

Kendisi Türkiye’de önemli bir bisikletçi olan Gürsel Akay’ı filme dahil ederek neyi vurgulamak istediniz?

T.K: Gerçek hayattaki samimiyeti filme de yansıtmak istedim. Filmde iyi olan karakterlerden biri Gürsel Akay ve kendisini oynuyor sayılır.

Gürsel Akay: Evet, ufak değişiklikler hariç filmde kendimi oynadım diyebilirim. Ben de nükleer santrallere karşı protestolara katıldım, daha yeşil bir dünyaya farkındalık yaratmak için sürüşler gerçekleştirdik. Bu şehirde yaşıyoruz, bu şehrin kaosunu görüyoruz. Bu film benim için hayatın bir parçası gibiydi.

H.K: Bu arada benim de oynadığım karakterle benzer bir hikayem var. Ben de mimarım. Ayrıca İstanbul’daki tarihi bir binada oturuyorum.

T.K: Evet burası çok önemli. Filmde Hüseyin’in gerçekte de oturduğu apartmanı kullandık. Burada da ben gerçek olandan yana oldum kısacası.

 

Bu film sizin temel meselelerinizden biri diyebilir miyiz?

T.K: Kesinlikle. Şehrin dokusu dışında bizim ruhlarımız da yaralı. Kaybettiğimiz çok şey var bu kaos ortamında. Tarih bilincimiz yok. Sürekli yenileme çabası ama bunu da yok ederek yapıyoruz.

H.K: Kentsel dönüşüm İstanbul’un büyük gerçeği. Deprem diye bir gerçeğimiz de var. Bu binaların daha sağlam yapılması için kentsel dönüşüm bir yerde gerekli. Ama bu birilerinin işine yarar hale geldiğinde yıkım da başlıyor.

 

Burada başlıyor düğüm… Bitmek bilmeyen inşaat, kıymeti bilmeyen tarihi eserler… Bu ortamdan etkilenmemek mümkün mü?

T.K: Ben onlara “yıkıcılar” diyorum. Devamlı yıkıyorlar. Bu kötüsü. İyisi de sade ve yavaşlık üstüne bir duruş sergiliyor. Filmdeki iyi ve kötünün savaşı o.

“Eleştiri değil durumu göstermek”

Bir öneri getirmiyorsunuz da ama. Tarihi bir belge gibi de düşünülmesini mi istediniz filmin?

H.K: Tabii. Dediğim gibi, biz buna tam bir eleştiri getirmek değil bu durumu göstermek istiyoruz aslında.

 

Bir de pandemi vurdu. Festival süreci ile ilgili düşünceleriniz neler?

T.K: Festivalin gerçekleşmesi bile mucize bence. Böyle bir dönemde böyle bir festivalin yapılabilmesi çok takdire şayan. Bizim için zorluk biz son anda yetişebildik festivale. Zaten seçileceğimize dair bir umudumuz da yoktu ve teknik aksaklıklardan dolayı son anda yetiştiğimiz bu festivalde olmak bizim için ayrıca gurur verici.

H.K: Tüm festival ekibi canla başla çalışıyor. Her zamankinden farklı bir enerji olmalı.

 

Nedir Dersaadet Apartmanı?

T.K: Dersaadet bu filmde İstanbul’u simgeliyor. Bu apartmanın yenilenmesi ile ilgili bir takım projeler var. Apartman sakini de apartmanın yenilenmesine karşı bir duruş sergiliyor.

 

Bir de nasıl karakterler izleyeceğiz?

J.P: Ben go tahtasındaki pembe taşım. Siyah ve beyazın arasındaki pembe taşım. Küllerinden yeniden doğan Simurg’um aynı zamanda. Ben hiçbir zaman İstanbul’la kavga etmedim. Ben İstanbul’u hep çok sevdim. Benim şehrin üstündekilerle kavgam var. Benim oynadığım karakter bir radyo spikeri. Sorun ne kadar büyük olursa olsun onu hafifleten ve yarayı iyileştirmeye çalışan bir karakter. Bu projeyi kabul ederken de İstanbul’u çok sevdiğim ve kaygılarım olduğu için kabul ettim. Filmdeki bu grilik içinde pembe olmayı çok seviyorum. İstanbul’un da 2000 yıllık bir tarihi var ve o da Simurg gibi devamlı küllerinden doğuyor aslında.

H.K: Ben Amerika’da bir üniversitede hocalık yapan bir bilim insanını oynuyorum. Ülkeden ve ailesinden uzakta yaşayan bir adamım. Ailemi kaybettiğimi duyunca dönüyorum. Biraz go oyunundan da bahsetmek istiyorum. Go oyunundaki alan mücadelesine benzer bir alan mücadelesi gibi görüyor İstanbul’la olan ilişkisini benim oynadığım karakter. Zorlu bir mücadele bu. Hem aileden kalan apartmanı muhafaza etmeye çalışıyorum hem de Amerika’daki işlerime geri dönmem gerekiyor. Bisikletçi benim arkadaşım, bir de huzur bulduğum bir radyo programı var dinlerken.

G.A: İnşaat mühendisliği okuyup, ben bu rezil binalarımı mı yapacağım diye mesleğini yapmayıp, bisiklette karar veren bir karakter. Bisikleti şehirdeki en doğru ulaşım aracı olarak gördüğü için bisikletli bir yaşam seçmesi.

“Yatırımcıları bağımsız film yapmaya teşvik edebilecek bir destek lazım”

Go da filmin bir karakteri gibi. Go oyununa kim meraklı?

T.K: Go oyununu Türkiye’ye getiren kişi abim. ODTÜ yıllarında Go Oyunu Derneği’nin ilk temellerini atan kişi.

 

Tüm bu karakterleri bir bağımsız sinema filminde izliyoruz. Bağımsız film yapmanın zorlukları neler?

T.K: Siyah tarafta, ben onlara yıkıcılar diyorum, komşular, apartman yöneticisi var. Aydınlık tarafta kaplumbağa başlı başına bir karakter. Film, kurtuluşumuzun kaplumbağada olduğunu vurguluyor. Dönüşmemiz gereken o.

 

Türkiye’de bağımsız sinemanın ilerlemesi için ne yapılabilir?

T.K: Biz 8 yılda buraya gelebildik. Devlet desteği de almadık. Selda Oknaz’ın çok büyük emeği var, filmi finanse eden o ama sadece o değil, bu filmde tüm oyuncuların ve ekibin emeği var. Büyük bir prodüksiyon bu film. Arkadaşlarımız mekan sağladı, yeri geldi drone bile sağladı. Destek olmayınca bağımsız oldu ama bence bağımsız olduğu için ve ticari bir beklentimiz olmadığı için daha çok sahiplendik.

J.P: Acil bir vergilendirme sistemi lazım. Yatırımcıları bağımsız film yapmaya teşvik edebilecek bir destek lazım. Çünkü devamlı bir maddi destek arayışı içinde olmak sektör adına da üzücü.

T.K: Belçika’da tax shelter diye devlet destekli bir vergilendirme sistemi var. Detaylarına hakim olmamakla birlikte işe yarayan bir sistem ve bizde de benzerine ihtiyaç var.

 

Bu zorluklar içinde yine de film çekmeyi istemenin altında gerçek bir sinema aşkı yattığını düşünüyorum. Sizin sinema ile ilk bağlarınızı öğrenebilir miyim?

H.K: 90’larda şehir tiyatroları ile başladım. Sonra Atıf Yılmaz’ın kült filmi Gece Melek ve Bizim Çocuklar’da oynayacaktım. Ama hastalanınca yerime Uzay Heparı oynadı. Sonra bir kısa filminde oynayacaktım ama o da çekilemedi. Ben de işin mutfağında çalıştım. Üvey Baba’nın senaryosunu yazdım mesela.

J.P: Ben çocukluğumdan bu yana başka bir meslek yapmak istemedim. Almanya’da doğdum büyüdüm. Annem eski filmleri seyretmeyi çok seviyordu. Bana da uçuşan etekler giydirmek istiyordu. O yıllardan kalma bir etkisi var. Ben aşkla ilgi sektörel bir vurguda bulunabilirim. Evet bu gerçek bir aşk. Çünkü filmler kamera arkasında çalışan emekçilerin sayesinde bir yere geliyor. Yani zaten aşık değilsen film çekmen çok zor.

G.A: 69 yılıydı sanırım Stanley Kubrick’in 2001: Uzay Macerası beni çok etkilemişti ama oyunculuk anlamında ilk filmim.

 

Yönetmenin ilham aldığı yönetmenler?

T.K: Türk sinemasından Lütfü Akad, Yılmaz Güney, Metin Erksan saygı duyduğum özel insanlar. Yabancı sinemadan birçok isim var ama biraz yeni dönemden örnek verebilirim belki. Fransız Sineması’ndan Gaspar Noe, Güney Amerika’dan Alejandro G. Iñárritu, ikili yönetmenlerden Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro, Japonya’dan Akira Krosawa… Bunlar büyük ustalar.

 

İLGİLİ HABERLER

“Mülkiyet arzusu hayatı garantiye alma ihtiyacından doğuyor”

Karantina röportajları: Doğu Yücel

Daha fazla yazı yok
2024-04-23 13:00:55