Bitiyatronun sahnelediği Edward Bond’un oyunu Kırmızı, Siyah ve Cahil’i Prof. Ayşegül Yaraman izledi ve yazdı.

Sekiz buçukta doğdum

18 temmuz 1934 çarşambasının gecesi

Fırtına vardı

Ebe üstünden yürürken temiz olsun diye doğumumdan bir saat önce annem merdivenleri temizliyormuş

Annemin yaşadığı mahallede tıp dünyasının temsilcilerini otoritenin memurları sanıyorlarmış

İlk kez beş yaşındayken topa tutuldum

Bombardman on bir yaşıma kadar sürdü

Ardından ordu bana öldürmenin dokuz şeklini öğretti

Ve yirmi yaşında ilk oyunumu yazdım

Bu yüzyılın ortasında yaşayan ve sonra doğmuş herkes gibi

Auschwitz vatandaşıyım ve bir Hiroşima vatandaşı

Halen kurulmakta olan insan dünyasının vatandaşıyım.

                                                          Edward Bond*

 

Bitiyatro, mutenalaşmakta olan Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki bir çıkmaza sığınmış devletin dışladığı/ devletten destek almayan bir bağımsız sanat projesi.

Kırmızı Siyah ve Cahil, Laçin Ceylan, Fehmi Karaaslan ve Fatih Dokgöz tarafından Bisahne’de oynanıyor.

Oyunun yazarı bir İngiliz, Edward Bond, ama Fransızlarla ortak bir yapım gerçekleştirilmiş: yönetmen Fabien Aissa Busetta, dramaturg Frederique Plain.

Edward Bond, Kırmızı Siyah ve Cahil’de sistemin yarattığı insanı, aslında insanda olmayan şiddetin nasıl insana "öğretildiğini" işliyor öğrenmek, aşk, yemek, satış ve ordu başlıklı üniteler üzerinden. Siyaset sosyolojisi terminolojisiyle söylersem, siyasal toplumsallaşmadan ve/veya Althusser’in kavramlaştırmasıyla devletin ideolojik ve baskıcı aygıtlarından söz ediyor. Hegemonik kapitalizm devletin(in) toplumsal kurumları vasıtasıyla gündelik yaşam pratikleri üzerinden yaşayan ölüleri üretiyor ki onlar da sistemi yeniden üretsin. Bu süreci göstermek için metne dahil edilmiş yukarıda zikrettiğim ünitelere, bebeğin kundağı metaforu üzerinden medyanın da eklenmiş olması seyirci gözünde araçları tamamlayan bir reji başarısı.

Laçin Ceylan oyunun broşüründe yer alan röportajında sahnelerin çocuk oyunu basitliğinde olduğunu söylüyor; benim izlenimim ise bir müsamere havasıydı. Bu tarz, oyunu ve mesajlarını yalınlaştırırken; yazarın çok önemsediği bir konu olarak şiddet ve ona içkin korkuyu iliklerime dek hissetmemi engelledi. Belki bu nedenle, belki de vurgulanmak istenen insani paradokstan dolayı "canavarı" değil, "doğmadan yanmış" çocuğu gördüm ben. Fehmi Karaaslan’ın özellikle oyunun başındaki ses efektleriyle gözleri ve vücut dili, bence oyunun temel mesajını cismanileştiren kostümüyle birleştiğinde şiddet ve mağdurunu bir beden üzerinden sergileyen en önemli ögeydi.

Bir somun ekmek aracılığıyla simgelenen aile içi paylaşım(sızlık)dan, iletişimsiz aşka, basit nedenlerden sistemin ürettiği düşmanlıklara, okul aracılığıyla sisteme satılan çocuklara, bir iş olasılığı uğruna rakibinin ölümüne bile razı olmalara uzanan kanıksanmış şiddet pratikleri, belki de yönetmenin Fransız olmasından dolayı, gündelik hayatın yoğun şiddetiyle hemhal olmuş İstanbul’daki seyirci için oldukça "sakindi." Üniteler içinde bu bağlamda zaten fazla yükselmeyen tansiyon yüzünden, aralarda sönen ışık, bir yabancılaştırma efektinden ziyade sıradan bir antrakt izlenimi verdi bana.

Kuşkusuz politik tiyatrodan anladığım, oyunun bir ajitasyon aracı olduğu, yumruklar havada sloganlara yol açan bir tiyatro değil. Ama düşündürmek, sorgulatmak için  sarsan, silkeleyen bir tiyatro. Bu manada, oyuncuların içinde, reji yüzünden saklı kalmış bir enerji olduğu izlenimime kapıldım. Günahı boynuma…

Gündelik yaşamın kimi zaman demokrasi olarak bile sunulan "faşizm"inde, W.Reich’ın "küçük adam"ına ayna tutacak araçlardan biri olarak bağımsız tiyatroya gitmek insanlığımızı unutmamak için bir şanstır. Televizyon dizilerinden vazgeçerek, yahut zaman ayırarak bu imkanı bize sunan Bitiyatrocular, benzer vazgeçişleri seyircilerden de beklemekte haklıdırlar.

*E.Bond’un otobiyografik şiirini Fransızca’dan çeviren Ayşegül Yaraman

Daha fazla yazı yok
2024-03-28 22:37:12