A password will be e-mailed to you.

"Drop City’nin çıkış noktası tarım değildi; gençtiler, toprak ucuzdu ve toprağın killi olduğunu, pek bir şey yetişmeyeceğini sonradan anladılar. Hayattan zevk alabilecekleri bir yerlerinin olması daha öncelikliydi onlar için. Bir yıl içerisinde Drop City’de bir düzine insan yaşamaya başlamıştı." 

Oslo Mimari Trienali’nin bu seneki başlığı, “Yeşil Kapının Ardında – Mimarlık ve Sürdürülebilirlik Arzusu”.  Bugünlerde sona yaklaşan serginin “Alışılmadık Sesler” bölümü, günümüzdeki “sürdürülebilirlik” düşüncesi ile 1960 ve 1970’lerin karşı-kültür hareketi arasındaki bağları ortaya koyuyor ve sürdürülebilirlik kelimesi henüz bu kadar dillerde dolanmazken sürdürülebilir tasarım ile uğraşan, alternatif mimari ve teknolojinin ilk savunucularının işlerine ve düşüncesine bir bakış olanağı sağlıyor.
 
Sergi, Caroline-Maniaque Benton’un filme aldığı bir dizi söyleşi üzerine kurulu. Steve Baer, Mike Reynolds, Jay Baldwin ve Graham Stevens’ın çalışmalarıyla bağlantılı kendin-yap kitapçıkları, belgesel fotoğraflar üzerinden devlet ve altyapısından özerk olma arzusuyla yapılan eylemlerin ve deneyim mirasının izlerini sürüyor.
 
Sürdürülebilir toplum fikrinin belki de ilk örneği 1965 yılında onlardan geldi, Colorado’lu dört sanat öğrencisinden; Gene Bernofsky, JoAnn Bernofsky, Richard Kallweit ve Clark Richert- satın aldıkları bir toprak parçasında, materyalist ve savaşçı zihniyetten uzakta, sanat ve tasarımla uğraşabilecekleri, yaratıcı bir dünya kurdu. Bu dünyanın adı Drop City idi. İsimleri Drop Art’tan geliyordu. Grup, öğrenciyken boyadıkları taşları, yaptıkları sanatsal işlerini yaşadıkları çatı katından aşağıya atıp yoldan geçen insanların ilgisini çekmeye çalışıyor, tepkileri gözlemliyorlardı. Deyim yerindeyse günlük hayatın içine sanat düşürüyorlardı. Sanatı günlük hayatın kendiliğinden bir parçası yapmak istiyorlardı. Drop Art sanattan da öte psikoloji ile ilgiliydi. Richert o deneyimlerini şöyle anlatıyor: “İnsanların tepkilerini izlemek heyecan vericiydi. Onların yanıtı bizleri büyülemişti.” Sergide bu önemli bir  grupla uzun zamandan sonra yeniden karşılaşıyoruz ve bu gerçekten hoş bir sürpriz.

Drop City’nin göz kamaştırıcı yapıları Buckminster Fuller’ın geodesik kubbelerine ve Steve Baer’in kristalimsi tasarımlarına dayanıyordu ve bu yapılar, mimaride geometrik düzenlemelerin ve güneş enerjisi kullanımının öncüleri oldular. Dropperların inşaat deneyimi fazla olmasa da pratik zekaları ve coşkuları sayesinde kullanılmış eşyalardan, şişe kapaklarından, hurda arabaların tavanlarından neredeyse hiç masraf yapmadan harika görünümlü binalar inşa ettiler. Teknolojiyi reddetmiyorlardı; medeniyetten tamamen vazgeçip toprağa dönmek değildi onlarınki. Teknoloji hayatı nasıl ilginç kılar buna bakıyorlardı.

Öte yandan çıkış noktaları tarım değildi; sadece gençtiler, toprak ucuzdu ve toprağın killi olduğunu, pek bir şey yetişmeyeceğini sonradan anlayacaklardı. Hayattan zevk alabilecekleri bir yerlerinin olması daha öncelikliydi onlar için. Bir yıl içerisinde Drop City’de bir düzine insan yaşamaya başlamıştı bile.

1960’ların karşı-kültürü genelde “sex and drugs and rock and roll”dan ibaretmiş gibi algılanırken Drop City’de sanata, derinlemesine düşünmeye ve buluşa verilen önem, bu grubu dönemin diğer komün gruplarından ayıran özellikti. Sonuçta onlar sanatçıydı.Üstelik sanatçı kelimesini sanat pazarını çağrıştırdığı için kullanmak istemeyen sanatçılar. Belki de Amerika’nın tam manasıyla ilk hippi komünü Drop City idi. İdeolojik önermeleri ya da liderleri  yoktu. Sanat, mimari ve azla yetinen yaratıcı yaşamı harmanlayan tarzlarıyla yarattıkları deneysel toplum, global karşı-kültürün en güçlü örneklerinden biri haline geldi. 1966’da Fuller Drop City’yi “şiirsel derecede ekonomik yapısal marifetlerinden” dolayı Dymaxion Ödülü ile onurlandırdı.

Drop City’de kadına geleneksel roller biçildiği yolundaki eleştiriler gelmekte gecikmedi. Drop City sakinlerinden Carol DeJulio,  bu eleştirilere henüz feminizmin güçlü olmadığı yıllarda 1940’larda doğmuş, geleneksel cinsiyetçi rolleri öğrenmiş insanların komünü oluşturmasıyla bir açıklama getiriyordu. Bir başka kadın müdavim ve dönemin bir diğer komünü Libre’nin kurucusu Linda Fleming ise şöyle diyordu: “Drop City’de benim sevdiğim şey sanatla ilgili olması; olayın sadece Toprak Ana’ya ya da doğaya dönüş ile ilgili olmaması. Ziyaret ettiğim bazı komünlerde kadın, sadece yiyecek yetiştiren Toprak Ana formatındaydı ve eziliyordu. Yiyecek yetiştirmenin kötü bir tarafı yok elbet ama Drop City’de bu, entelektüel bir kültürün parçasıydı.” Fleming’e göre geleneksel cinsiyetçi rolleri kıran bu durumu bir kadın sanatçı olarak çok heyecan vericiydi.

Drop City’nin hayat dolu, hayal gücünün sınırlarını zorlayan yapıları, hem Amerika içinde hem de dünya çapında bu komüne şöhret kazandırdı. Medyanın da aşırı ilgisiyle Drop City, Amerika’da hippilerin uğrak yeri haline geldi ve zamanla aşırı kalabalık komünü işleyemez hale getirdi. Ekonomik zorluklar da eklenince 1970’lerin ilk yıllarında Drop City, hayalet bir şehre dönüştü.

Savurgan bir toplumun çöplüğünden yeni bir medeniyet kurma dürtüsü ve garip garip icatların hikayesini Joan Grossman 2012 yılında filme aldı. Grossman belgeselinde Drop City’de yaşayanlarla yapılan röportajları, el çizim animasyonları, komünden fotoğraf ve kayıtları bir araya getirdi ve neredeyse 50 yıl sonra zengin, tüketime boğulmuş ülkelere şunu sordu: ‘Ulusal ve uluslararası düzeyde kaynakları daha eşitlikçi kullanmanız gerekmiyor mu?’ Drop City’nin tüm insanlığa çok basit bir mesajı da iletiliyordu filmde: Mutlu olmak için bu kadar çok ıvır zıvıra ihtiyacınız yok.

Kendisiyle yapılan söyleşide Grossman, filmi yapmanın hiç de kolay olmadığından bahsediyor. Çünkü birkaçı hariç Drop City’nin eski sakinleri medyaya ve konuyla ilgilenen herkese şüpheyle yaklaşıyorlar, konunun sömürülmesinden korkuyorlardı. Grossman da bir grup tükenmiş hippi ile karşılaşmaktan korkuyordu. Ama sonuçta buluştular ve bu belgesele imza attılar.

Gereksiz tüketimden kaçınan, varolan kaynakları değerlendirmeye adanmış, yaratıcı ve bağımsız oluşumlara elli yıl öncesine göre çok daha fazla ihtiyacımız olduğu bir gerçek. Tüm dünya ölçeğinde çevresel açıdan sürdürülebilir hayatlar yaşamamız için daha alınacak çok yol var.

“Drop City neden başarılı olmadı” diye soranlara Clark Richert şöyle yanıt veriyor: “Drop City başarısız değildi; hayatımın en iyi deneyimiydi.”

Grossman’ın 2012 tarihli Drop City belgeseli yarın 11 Mart Salı günü saat 1900’da Salt Beyoğlu’nda Açık Sinema’de izlenebilir.

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 15:54:12