A password will be e-mailed to you.

Amerikan sanat yazarı Calvin Tomkins, bu söyleşiyi, 1964 yılında sanatçının New York’taki evinde yapmıştır. Buluşmalar üç gün boyunca, öğleden sonraları gerçekleştiği için kitaba Öğleden Sonra Söyleşileri ismi verilmiştir. Kitaptaki, doksan üç sayfalık söyleşi bölümü kısaltılırken, eksiltme ve birleştirmelerin okuyucu açısından dikkat dağınıklığına yol açmayacak şekilde yapılmasına özen gösterilmiştir. Çeviride, kelimelerin kimi zaman dilimizdeki tam karşılığı, kimi zaman da muhtevaya uygun düşecek ikinci veya üçüncü karşılıkları kullanılmıştır ki bu sayede, sanat kapsamında bir değerlendirmeye varılabilmesi amaçlanmıştır. Dipnotların tamamı bana aittir. Sıra dışı tavrıyla sanat tarihine yön veren isimlerden biri olan Marcel Duchamp’ın hususi bir ortamda sorulan sorulara verdiği bu yanıtların; özellikle de meslek olarak sanatçılık ve sanat ile bilim arasındaki farka dair yorumlarının, onu daha yakından tanımak ve tanıtmak için bir vesile olacağına inanıyorum.

 

MARCEL DUCHAMP: ÖĞLEDEN SONRA SOHBETLERİ*

New York, 1964

 

Calvin Tomkins: Bugün biraz, Birinci Dünya Savaşı öncesi New York yaşamınız hakkında konuşmak isterim. Şehrin o zamandan beri çok değiştiğini söylediniz.

Marcel Duchamp: Yaşam tüm dünyada değişti. Basit bir detay; vergiler… 1916 ve 1920’de
vergiler o kadar önemsizdi ki insanlar bunu düşünmezdi bile. Bugün, Mart veya Nisan
yaklaşırken herkes vergi ödeme telaşında. Bir şey satın almak istiyor ama vadesi gelen vergiler
nedeniyle yapamıyorlar. Bu telaş o dönemde yoktu. Ve hayatın geri kalanı bütünüyle daha
sakindi. En azından insan ilişkileri öyleydi. Şimdilerde gördüğümüz anlamsız hengâme (Asıl metindeki Rat Race teriminin yerine) yoktu. Yani bugün, bütün dünya bu saçma yarışın içinde; Amerika da buna dâhil…

 

CT: Fakat tüm bu ticarileşmeye ve bahsettiğiniz hengâmenin gençler arasında da yaygınlaşmasına rağmen çok daha heyecan verici ve üretken bir ortam da var…

MD: Evet, o günlerde şimdi olduğu kadar etkinlik yoktu. Bugünkü kadar sanatçı da yoktu. Bugün ile kıyaslandığında sanatçılık, bir meslek olarak hiç de yaygın değildi. Bugün bir genç, özel bir yeteneği yoksa bile “Hımm, bir de sanatı deneyelim!” diyebiliyor. Benim zamanımda, ne yapacağına karar veremeyen gençler, tıp fakültesini dener ya da gidip avukat olurdu. Yapılacak iş bunlardı ve sınavlar da bugün olduğu kadar uzun sürmezdi. En azından Fransa’da, dört yıl içerisinde hekim olabilirdiniz mesela. Muhtemelen burada da şimdiki gibi değildi. Bütün bunlar, günümüzün genç insanları için çok farklı bir yaşam ortaya çıkardı.

 

CT: Bu yüzden mi sanatın daha kolay bir yol olduğu fikri yayıldı?

MD: Daha kolay değil. Şöyle; sanat için daha fazla satış olanağı var şimdi. O zamanlar, birkaç istisna dışında kimse sanatı para ile değiştirmezdi. 1915’te bir sanatçının yaşamı, para kazanma meselesinin çok uzağındaydı. Bugün, çok daha fazla insan perişan halde çünkü resimden para kazanmayı deniyor ama yapamıyorlar. Çok fazla rekabet var.

“Böylesi bir bolluk ancak sıradanlıkla sonuçlanabilir”

CT: Fakat tüm bunlar, bir yanıyla da sağlıklı bir gelişimin işareti değil mi?

MD: Toplumsal açıdan düşünecek olursanız öyle. Fakat estetik açıdan çok zararlı. Kanaatimce, böylesi bir bolluk ancak sıradanlıkla sonuçlanabilir. Çok iyi ürünler çıkartmak için vakit yok. Üretim o kadar hızlandı ki o da başka bir yarışa dönüştü. Yarışan fareler (Rat Race’e gönderme yapıyor)  yok ama ne var, bilmiyorum. (gülüyor)

 

CT: Aynı zamanda bu durum, sanat kavramının özündeki bir değişimi -başyapıtlar yaratmaya olan inançta azalma mesela- ve sanatı günlük yaşamın bir parçasına dönüştürme girişimini de yansıtmıyor mu?

MD: Kesinlikle. Sanatçının topluma karışması, dediğim de bu durum. Yani sanatçı artık bir hekim, bir avukat ile aynı konumda. Elli yıl önce, dervişler (Duchamp burada, toplumdan dışlanmış kimse anlamına gelen “pariah” kelimesini kullanıyor. Sanatçının buraya kadar konuştukları dikkate alındığında, metin akışını bozmayan ve anlamı en iyi karşılayan kelime olarak seçildi derviş kelimesi) gibiydik; ebeveynler, kızlarının bir sanatçı ile evlenmesine asla izin vermezlerdi.

 

CT: Fakat bir derviş gibi yalnızlaşmayı da sevdiğinizi söylediniz.

MD. Ah evet, elbette. Pek keyifli hissettirmiyor ama en azından, sıradan kitleden farklı bir şeyler başarabiliyorsun. Farklı ve belki de sen öldükten sonra bile yüzyıllarca sürebilecek bir şey…

“Büyük önemi olan şeylerin yavaşça üretilmesi gerektiğini hissediyorum”

CT: O halde siz, sanatçının toplum ile karışmasını onaylamıyorsunuz?

MD: Bir bakıma çok şirin bir şey çünkü içinde bir yaşam kurma olasılığı barındırıyor. Ancak üretilmiş eserin niteliği açısından zararlı. Büyük önemi olan şeylerin yavaşça üretilmesi gerektiğini hissediyorum. Sanatsal üretimde hızlı olma kavramına inanmıyorum ve bu, işte o kaynaşmaya yol açıyor. Şimdilerde sanat üretiminde hızlı olmak öneriliyor ve siz de bir eseri hızla tamamlayabiliyorsunuz. Daha hızlı olan daha iyidir, diyorlar. Hayır, buna inanmıyorum.

 

CT: Kendi çalışmalarınızın bu durumda payı olduğunu söylüyorsunuz.

MD: Evet

 

CT: Mesele hazır-yapım üretimleriniz…

MD: Fakat görüyorsunuz, ben bu tür şeyler yaptığımda bir seri üretim niyetim yoktu. Değiş tokuş edilebilirliğin dışına çıkmaktı bu. Sanat eserinin para ile değiş tokuş edilmesini kast ediyorum. Hazır yapımlarımı (ready mades) satmak gibi bir niyetim olmadı. Bir kişinin, gerçekten de, zihninin gerisinde bir yerlerde para kazanma niyeti olmadan sanat yapabileceğini göstermeyi amaçlayan iyi niyet göstergesiydi bunlar.

 

CT: Hiç birini satmadınız mı?

MD: Asla. Bırakın satmayı, hazır-yapım işlerimi yirmi yıl öncesine kadar göstermiyordum bile (…)

 

CT: Bir koleksiyoner, o çalışmaları, üretildikleri mantıkla kabul etseydi daha sağlıklı bir durum oluşmaz mıydı?

MD: Bugünkü sanatın yoksun olduğu o manevi yaklaşıma dönülmesi için bir şans olabilirdi. Ya da tamamen yoksun, demeyelim; eserlerin malî değeri nedeniyle az çok önüne geçilmiş o manevi yaklaşım… Resim gayet ruhsal olabilir mesela ama koleksiyoncu “Buna çok para ödedim” diyerek ruhsallığın önüne geçmiş oluyor. Ya gereğinden fazla ya da gereğinden az… Eğer miktar gereğinden az ise “Bir terslik mi var?” diye sorar. Diğer örnekte “Gururluyum çünkü bu resme çok para ödedim” der.

“İç mimarlara karşıyım”

CT: Günümüzdeki bu ticarileşmenin ana etken olduğunu mu düşünüyorsunuz?

MD: Evet, şu an öyle oluyor. Bütünleşmenin etkisi bu. Bütünleşme aslında, ne yaparlarsa yapsınlar bir hekim ya da avukata para ödenmesi gerektiği anlamına geliyor. Bundan şunu anlarız ki, sunduğu hizmet için ona para ödemeliyiz. O halde, -bütünleşmeyi ilk kez yüz yıl önce (Büyük olasılıkla burada, 1913 yılındaki Armory Show’u kast ediyor. New York’un tarihinde ilk kez, bu sergi sayesinde sanat eserleri çok geniş bir kitlenin beğenisine sunulmuş ve satışa çıkarılmıştı.) yaşamış-sanatçıya da yaptığı şey için para ödenmeli. Bu gayet doğal. Bütünleşmenin karakteristik özelliklerinden biri bu. Kendiliğinden olan bir şey.

 

CT: Parantez içinde soruyorum; sizi burada, Matisse gibi görselci (Asıl metinde; “retinal” kelimesini kullanıyor Tomkins. Matisse ile Duchamp arasındaki farka işaret etmek istiyor) bir sanatçının resimleri içinde yaşarken görmek çok tuhaf.

MD: Onlar karıma ait. Ben de kabul ettim (gülüyor). Ayrıca bilirsiniz, benim durumumda biri için etrafınızı saran şeyler sizi ilgilendirmez veya rahatsız etmez. Berbat bir takvim resmi ya da herhangi bir mobilya ile yaşayabilirim çünkü yaşamıma zevk katmak gibi bir derdim yok. Zevk, yaşamıma nüfuz etmesine izin verdiğim bir deneyim değil. Kötü, iyi ya da vasat; yaşantımdan içeri girmez. Bu yüzden iç mimarlara karşıyım.

 

CT: Tadın her türlüsüne mi karşısınız, kötü zevklere de mi?
MD: Hayır!

“Zevk, sanatın ne olduğunu anlamanıza yardım edemez”

CT: Örneğin, Legér, kötü zevkleri sevdiğini söylemiş. Bu gerçekten bir yanıt olabilir…

MD: Kötü, iyi ya da vasat… Umurumda değil. Bununla mutlu ya da mutsuz olmak zorunda değilsiniz, anlıyor musunuz? Sorun şu; zevk, sanatın ne olduğunu anlamanıza yardım edemez. Zorluk, elli yıl içinde yok olsa bile, sanat tarihinin o arafına (Asıl metinde: purgatory) geri dönüp yaşayan bir resim yapabilmek. Sanat tarihinden biliyoruz ki, dediklerine ya da yaptıklarına karşın geriye, sanatçının beklentisinin tamamen dışında, toplumun kendince kaptığı bir şeyler kalır. Sanatçı bunu hesaplamaz. O hesap yapmaz. Toplum, kendi istediğini alır.

 

CT: Fakat bununla sanatçının kendisi ilgilenmemeli.

MD: Kesinlikle. Çünkü bilmez. Bildiğini zanneder. Bir çıplak resmeder ve o sırada ne yaptığını bildiğini sanıyordur (…) Fakat elli yıl sonra, yeni bir nesil gelir ve şöyle söyler: “Ne demişlerdi? Ne konuşmuşlardı?” (…) İzleyici olmazsa resim bir çatı katında kaybolup gider. Sanat eserinin esaslı bir varlığı söz konusu değil. Her zaman iki kutup var; yapan ve bakan. Bu iki kutuplu eylemden çıkan kıvılcım, bir şeylerin doğmasına vesile olur. Tıpkı elektrik gibi. Kimse, sanatçının büyük bir düşünür olduğunu çünkü ürettiğini söylemesin. İzleyici, “Harika bir şey yapmışsın” diyene kadar o hiçbir şey üretmemiştir. Son sözü izleyen söyler.

 

CT: Bu tutum şimdilerde biraz değişmiyor mu? Pop sanatçılar kendilerini soyut dışavurumculardan daha az yüceltiyorlar gibi görünüyor.

MD: Evet, orada biraz mizah var ve bu hiç de kötü bir şey değil. Hatta mizahın sunulacağı bir sürecin çağrısı bile olabilir bu. İnsanlar çok ciddi ve para da bu kadar önemli olmadığında daha çok boş vakit olabilir. Herkese, zaten yapılmış olan bir şeyi yapmalarını gerektirmeyecek kadar yeterli bir parayı verebileceğiniz sistemi bulmanız gerek.

“Sanatçılarla tartışamazsınız”

CT: Bu fikirlerinizi diğer sanatçılarla paylaşıyor musunuz?

MD: Hayır, genel konuşmalardan hiç haz etmem. Sanatçılarla tartışamazsınız. Siz söylersiniz, onlar söyler ve sonuçta kesinlikle bir iletişim oluşmaz. Kesinlikle. Her iki tarafta da yeni, güzel laflar ve gelişkin bir dil vardır ama aslında karşılıklı bir değişim ya da anlayış yoktur.

 

CT: Peki ya Paris’teki kafe sohbetleri?

MD: İzlenimciler açısından çok verimli olmuş olabilir. Bir sanatçı, bir laf eder ve diğerlerinin hayal gücünü geliştirir. Doğru ama çok hem de çok yapay bir şey.

 

CT: Ticarileşme konusuna geri dönecek olursak, sanat tacirlerinin payı nedir bunda?

MD: (…) Onlar sanatçının sırtındaki bit gibi. Koleksiyoncular da parazit. Sanatçı, bütün parazitlerin etrafına üşüştüğü güzel bir çiçek. Onları seviyorum çünkü çok hoş insanlar. Fakat temel nitelikleri yani sanatçının üstündeki parazit olmaları göz önüne alındığında, onlarla yapılacak bir şey yok.

 

CT: O zamanlarda da sanatın ticarileşmesi hakkındaki hisleriniz bugünkü kadar güçlü müydü?

MD: Başlangıçta sadece birkaç kuruş için sürdürülen bir yarış vardı. Bunu hissedebiliyordunuz. Fark ediyordunuz ki, bir hekim ya da avukatın dikkatini, parya dönüştürebileceği bir şey ile değil duvarına asabileceği çağdaş sanat eserleriyle çekebilirdiniz. İşin o kısmı profesyonel koleksiyonculara ayrılmıştı ve bunlar özel türde insanlardı. 1920’den sonra, geniş kitleler de sanat eseri satın alabileceklerini anladılar.

 

CT: Şu anki sanat piyasası o zamanlardan mı oluşmaya başladı?

MD: Evet. Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra. Vurgun yapmak için sanat eseri satın almayı düşünen belirli bir kesim vardı. Fakat o zaman sanat eseri bir hammadde değil yalnızca, tam olarak profesyonelleşmemiş; koleksiyonculukta profesyonelleşme yolunda ilerleyen bir kesimin fantezisiydi.

“Hayattaki her şey makineleşiyor”

CT: Zamanı makinenin şekillendirdiği gibi düşünceniz oldu mu hiç?

MD: Evet, makine çağı deniyor buna, değil mi? Yani bu hayattaki her şey makineleşiyor. Tüm bunlar, kendimi, eski resimsel yaklaşımlar yerine mekanik biçimlerle açıklayacağım bir iklime çekiyor beni. Bunu sormak istemiştiniz değil mi? Evet, mekanik bir yaklaşımla ilgileniyorum şayet geleneğin dışına çıkmak istersem.

 

CT: Geleneğin dışına ve yeni bir şeyin içine?

MD: Yeterince yeni.

 

CT: Geleneğin dışına çıkmak üzerine biraz daha konuşabilir miyiz?

MD: Bence, kendine ait bir şeyler bulmak isteyen herkesin tavrı olmalı bu. Sana ait bir şey yapmak için öğrendiklerini unutman gerek. Bunu bir kez başardığında yeni, başka bir şeyler bulmaya bağlanırsın. Elbette deneyip asla başarılı olamama ihtimalin de var. Tamamen sana ait bir şey yaptığını düşünürsün. Ona bir yıl sonra bakarsın ve köklerinin aslında bilmediğin bir yerden geldiğini görürsün. Bununla ilgili anlatabileceğim psiko-analitik bir şey yok. Tek sebebi kendini bulma gerekliliğin, tabii eğer bulabileceğin bir kendin varsa. Kırk yıl sonra sanırım, şimdi bulunduğum yeri görebilirim. Fakat bunu şimdi yapabilecek olgunluğa sahip değilim. Tamamen yeni bir şey yaptığını keşfettiğinde bile onu yaptığın zaman ile sonrası arasında hep bir fark olacaktır. Merdivenden İnen Çıplak (Nude Descending a Staircase, 1912) bile onu yaptığım zamanki gibi yeni gelmiyor bana şu an (…)

 

CT: Psiko-analitik bir şey kast etmemiştim zaten. Sadece çocukluk yıllarınızda da bu tür eğilimlerinizin olup olmadığını merak ediyorum.

MD: Yani başka çocukların oynamadığı oyunlar ya da ona benzer şeylerden mi bahsediyorsunuz? Evet, hem de hayır. Sıra dışı bir çocuk değildim. Fakülteyi on yedi yaşımda geçtim. Çok iyi değildi ama geçtim işte. Askerliğimde de aynıydı; yirmi bir yaşıma kadar beklemek yerine ki o dönemde böyleydi, on sekiz yaşımda bunu da halletmeye karar verdim. Bir yasa vardı o zaman; avukat, hekim veya sanat içerikli işler yapanlar eğer bir sınavı da geçebilirlerse, sadece bir yıl askerlik yapabiliyorlardı. Hekim ya da avukat değildim ama bir zanaatkâr (9 Asıl metinde: workman of art) olabilirdim. Dedemin, annemin babasının çok iyi gravürleri vardı. O sınavda çok başarılı oldum ve sadece bir yıl askerlik yaptım. Bir yıl sonra başka bir yasa çıktı; askerlik herkesi kapsayacak şekilde iki yıl oldu.

Ben o sınava bir şeyden kaçmak için girmedim; sınav ve diploma gibi zorunlu tutulduğum işlerden bir an önce kurtulmak için mümkün olduğunca hızlı hareket etmek karakterimin bir parçasıydı.

“Bilinçaltı gerçek ifadesini tesadüf sayesinde bulur”

CT: Şans meselesine bakışınız nedir?

MD: Daha önce yapılmış olandan kurtulmaktan fazlası değil. Bilinçaltı gerçek ifadesini tesadüf
sayesinde bulur. Bu senin şansındır. Eğer bir zar atarsam bu asla seninkiyle aynı olmayacaktır.
Bilinçaltının harika bir dışavurumudur bu. Ve tıpkı zar atma eylemi gibi bir müzik eserinin
notalarını bulmak da bilinçaltımın bir dışavurumudur.

 

CT: John Cage, bu tesadüf unsurunu kendi kişiliğinin dışına çıkabilmek için kullanırdı.

MD: Evet o zihnini kontrol etmiyordu. Bu kendi istediği bir şeydi. Tesadüf yalnızca mantığın
denetiminden sakınmanın bir yolu.

 

CT: John, bunu öncelikle kişisel ifadesinin hatta bilinçaltının dışına çıkabilmek için kullandı. Siz bunun hangi kısmındasınız?

MD: Şans insanların sahip olduğu ve olmadığı bir şeydir. Kötü şans veya iyi şans -genellikle her bireyde ikisi de eşit yer tutar-. Cage’in bu şans aracılığıyla yapacağı şey, sonra bir başkasının yapacağıyla aynı değildir. O bunu, sizin de dediğiniz gibi, mantık denetimindeki yaklaşımlardan sakınmak için yapıyor. Başka bir ifadeyle, bunun dışında ne olduğundan sorumlu değil; ama içeride olanlar onun sorumluluğunda.

 

CT: Mümkün…

MD: Bunu bir başka şekilde, seslerin aslında yaptıklarında daha mantıklı olmasıyla da açıklayabilir. Onunki ya da benimki fark etmez, sonuçta tesadüf öncelikli unsurumuz.

 

CT: Evet, sizin bunu kendinizi açıklamak için kullanmanız dışında.

MD: Evet, kendimi…

 

CT: Onun bu şekilde hissettiğini sanmıyorum

MD: Üretim denetlenmiyor ama gerçek şu ki o, bunu yapabilmek için kullanıyor tesadüfü. Ve bununla ne yaparsa yapsın kendinden sonrakinin yine şansı kullanarak yapacağıyla aynı olmayacak.

 

CT: Bu doğru.

MD: Öyle değil mi?

 

CT: Evet

MD: O halde şansın vazifesi, eşsiz ve mantığımızca belirlenmemiş olanı dışa vurmak.

“Tesadüf hazır-yapımın da temeli”

 

CT: Sizin düşüncenizde tesadüf, zihninizin denetiminden sakınmanın akıllıca bir ifadesi.

MD: Kesinlikle. Ve ilginç şekilde, hazır-yapımın da temeli.

 

CT: Bisiklet Tekerleği’ni yaptığınızda kafanızda özel bir düşünce var mıydı?
MD: Hayır yoktu.

 

CT: O halde bu nasıl oldu?

MD: Yalnızca, odamda keyif alacağım bir zımbırtıydı işte.

 

CT: Anlıyorum.

MD: Bacadan çıkan ateş gibi, sürekli bir hareket olarak da zevkliydi. Muhtemelen hareket
fikrinin kaynağı orada, eminim.

 

CT: Peki ya sanatçının yapması beklenen bazı geleneksel şeyler? Mesela insanlara, yaşamlarının derin farkındalığını yaşatmak gibi?

MD: Aspirin ya da hayatın ağrısını giderecek başka bir şey gibi mi? (gülüyor)

 

CT: Yoğunlaştırıcı (Tomkins burada, Duchamp’ın aksine, sanatçının, insanları hayatın derin meselelerine yoğunlaştıran bir insan olmasından bahsediyor. Duchamp’ın aspirin benzetmesi de sanatçının taşıdığına inanılan toplumsal vazife ile ilgili bir hiciv) gibi.

MD: Bir ilaç gibi. Pek çok insan için faydalı bir ilaç. Doğru. Liderlik ettiğimiz hayat için bir yatıştırıcı…

 

CT: Sanatçının kendisi için de öyle mi?

MD: Ah evet, ama fark var. Kendini bir temele oturtmak gibi bir psikolojik yön var. Sanatçı bir taraftan da Louvre ya da Metropolitan’ın bir parçası olmak istiyor. Sanatı bir atlama tahtası olarak da kullanıyor sanatçı. Bu, yaşamın başka bir kısmı. Hırs ile ilgili kısmı. Fakat işinizin içinde bu da var (…)

 

CT: Bu dedikleriniz, Matisse’in sanatı rahat bir koltuğa benzettiği sözlerini (“Huzurun, dengenin ve saflığın sanatını hayal ediyorum. Rahatsız edicilikten ve iç karartıcı konulardan yoksun… Fiziksel yorgunluğu önleyen bir koltuk gibi”. Henry Matisse, 1908) hatırlattı bana.

MD: Evet (…) ama ona, bir çeşit din olma karşılığı veremezsiniz. Bu konuda bir sandalye bile, Tanrı kadar iyi değil (gülüyor).

“Gelenek, içinde yaşadığınız bir hapishanedir”

CT: O yıllarda, kübistler ile gelecekçiler arasında bir rekabet var mıydı?

MD: Ah hem de nasıl. Yalnızca rekabet de değil, kübistlerin bir kısmına karşı net bir küçümseme de vardı. O sırada gelecekçileri tanımıyordum çünkü çok gençtim ama birçok kübist arkadaşım vardı. Bilirsiniz, kübistler gün boyu tuval karşısında oturan ve etraflarında ne olup bittiğine dair fikirleri olmayan eski moda ressamlardı. Hâlbuki gelecekçiler, dünya adamıydılar. Neler olduğunu biliyorlardı.

 

CT: O sırada, etrafınızla teknoloji açısından da ilgileniyor muydunuz?

MD: Hayır. Daha ziyade, o dönemin sanatına, daha önce -kübistler, renkçiler ve izlenimciler tarafından- düşünülmemiş bir şey katma meselesiydi bendeki. İzlenimcilerin boya hilelerini ya da mesela Seurat’nın eşzamanlılığı gibi kuramları kopyalamak istemiyordum. Gelenek hapishanesinden kaçmanın bir yolunu bulmak istiyordum. Gelenek, içinde yaşadığınız bir hapishanedir.

 

CT: Bilimin kendini, sanat kadar önemsediğini düşünüyor musunuz?

MD: Belli ki bilim, kapalı bir çember. Onun sayesinde öncekilere yeni bir şeyler ekliyorsunuz ve buna da bilim diyorsunuz. Fakat diğer yarısını bilmiyoruz. Her elli yılda başka bir yasa keşfediliyor ve böyle devam ediyor. Neden böyle bir bilime saygı duyalım ki? Hoş bir meslek ama daha fazlası değil. Bu ona bir asalet vermez. Daha iyi bir Coca-Cola yapmanın kolay yolu sadece. Her zaman faydacı. Başka ifadeyle, sanattaki karşılıksız tutum onda yok.

 

CT: Fakat bilim ve teknik zamanımınız en büyük gücü olmaya ve yaşamlarımızı diğer her şeyden daha fazla değiştirmeye devam etmiyor mu?

MD: Evet elbette. Yaşadığımız çağ tamamen bilimsel ve…

 

CT: Ve bu bağlamda, bilimin de -sanat için yaptığınız benzetmedeki gibi- alışkanlığa dönüşen bir çeşit ilaç olduğu söylenebilir mi?

MD: Söylenebilir…(…) Özellikle de şimdi gerçek bir din olma mesafesine ulaştı (…)

 

CT: Yaşamınız sanatla dolu ama ona çok inanmıyorsunuz gibi…

MD: Sanata değil sanatçıya inanıyorum.

 

Kaynak: Tomkins, Calvin. (2013). Marcel Duchamp: The Afternoon Interviews, New York: Bandlands Unlimited

 

İLGİLİ HABERLER

 

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 11:48:12