A password will be e-mailed to you.

Erkan Özgen’i, Road to Tate Modern‘in Histoires Parallèles: pays mêlés adlı sergideki gösterimi için Fransa’ya giderken İstanbul’da yakaladık. 

 

Hüseyin Sidar EmenErkan Özgen’in kim olduğunu biliyoruz, onu tanıyoruz. Peki bizim bilmediğimiz ne söylersiniz Erkan Özgen hakkında? Sizi bu işlere iten neydi?

Erkan Özgen: Bu işlerin bir nedeni yok. Bütün sanatçılar gibi bir sanat yapma isteği, bir ifade, bir anlatı, bir meşguliyet olarak tanımlayabileceğimiz olgusal bir süreç olarak ortaya çıkıyor. Bu işlerin içerik ve teknik olarak bu boyutta ortaya çıkmasını belki üniversiteden ele almak gerekecek. Türkiye’deki üniversiteler ağırlıklı olarak pentür üzerine çalışır. Modern resim, modern heykel, gravür gibi şeyler üzerinden giden bir yol bu. Akademide okumak için desen çizmek gibi bir zorunluluğun vardır. Akademinin istediği insan formatına uygun öğrenci yetiştirmek için, öğrenciyi şekillendiren kurslar vardır. Mecburen gittim ben de bu kurslara. Akademiye İnönü Üniversitesi’nde başladım. Üniversitedeki insanların tutumlarını, sanata bakış açılarını gördükçe kaçma ihtiyacı duydum. Çünkü birisi gelip şunu çizmek günahtır, senin saçların neden uzun diyor. Orayı bıraktım, orası günahlar akademisiydi. Çukurova Üniversitesi’ne geçtim. Bu üniversitede de ne kadar pentür odaklı çalışılsa da diğer alanlarla ilgili teorik tartışmalar yapma imkanı buldum ve işin içine girdikçe"toplumcu gerçekçi" pentür dilinden kopup yeni bir şeyler yapma düşüncesi ortaya çıktı; videolar, fotoğraflar, performanslar…

Hüseyin Sidar EmenArter’deki Haset, Husumet, Rezalet sergisinde bir çalışma var: Böyle Tanıdıklarım Var III. Bu yerleştirmede Hale Tenger’i yaşanan travmaları, olayları anlamaya çalışan, bunlarla yüzleşmeye çalışan bir insan olarak görüyoruz. Bundan yola çıkarak; 2002’den beri Diyarbakır’da, hareketliliğin merkezinde yaşayan bir insan olarak, bu kent size nasıl bir malzeme sunuyor çalışmalarınız için?

Erkan Özgen: Sergi salonuna Hale Tenger’in işiyle giriş yapıyorsunuz. Hatta daha içeriye girmeden, tamamıyla dışarıyla temas halinde olan, dışarıya pornografik bir etkiyle “ben buradayım” diyen bir durum var. İçeriye girdiğimizde imajlarla negatifler üzerinde bir görsellik yakalandığını, bu görsellerin kronolojik sırayla değil karmaşık bir şekilde yerleştirildiğini gördüm. Bu da bence 30-35 yılın karmaşıklığını ve iç içeliğini anlatıyor. Bu imajların hepsinin bir hikayesi var. Yani hikayelerin ve imajların da iç içe geçtiği bir durum. Hale’nin işinin vitrinde olması beni etkiledi çünkü imajların hepsi  çok sert aslında. Orada Roboski de var; henüz aydınlanmamış, hala devletin boynunda bir yara gibi duran. Bu, insanların yeniden ve yeniden bakmalarına, sorgulamalarına yönelik “bakın bunlar da var, bunları da görün” demek.

Ama Batı’da yaşayan insanlar nasıl bakıyor Diyarbakır’a? Genel itibariyle İstanbul’dan Diyarbakır’a kadrajlayarak bakılıyor.  Bu kadrajın içine sığanlar ve dışarıda kalanlar var. Bu ikisi ne kadar birbiriyle ve gerçeklikle temas halinde? Bu sorunlu bir durum. Acıları, sevinçleri, olayları, direnişi anlamaya çalışmak, empati kurmakla ilgili problemler var. Ama bunu fazla takıntı haline de getirmemek lazım.

Hüseyin Sidar EmenBu pornografik çıplaklığın Arter’in önünden geçen insanları ne kadar etkilediğini gözlemledim. Toplumsal empatinin kurulması için bir malzeme olarak kullanılabilir mi bu çalışmalar? Bu tarz işlerin, yaşadığımız süreçlerde, “barış süreci” olarak adlandırılan dönemlerde büyük etkilerinin olabileceğini düşünüyor musunuz?

Erkan Özgen: Hayır, ben sanatın bu kadar çok yere ulaştığına inanan, bunu gözlemleyen biri değilim. Sanat belli bir kesime hitap ediyor, belli bir kesim etrafında dönüyor. Söylem olarak etkileşmeler mümkün ama günün politik durumunu angaje edebilecek bir amacının olduğunu düşünmüyorum. Yani böyle bir hedefi olduğunu da düşünmüyorum, böyle bir durumun gerçekleşebileceğini de inanmıyorum. ‘’’Barış süreci’ denilen bu süreçte insanları normalize edebilir miyim?” gibi bir kaygıyla yapıldığını düşünmüyorum. Sanatçılar çok fazla gündelik politikanın üzerinden giden kişiler değiller. Bence bu biraz da sanatçının kendi problemleri ile, kendi serüvenleri ile alakalı bir şey. Tabi ki günün, bulunduğu toplumun etkileri vardır. Bunlar bu kadar da sanatçıyı peşinden koşturacak kadar ön planda değil.

Hüseyin Sidar EmenPeki, başka bir konuya geçelim. Sanatçı ve küratör ilişkisi…

Erkan Özgen: Akımların yüz veya elli yıl devam etmediği, disiplinlerin gittikçe iç içe geçtiği, her sanatçının bir akıma dönüştüğü ya da her sanatçının yaptığı işlerin çok farklı okunabildiği, medyumunun çok farklı olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Böyle bir süreçte de küratör devreye girdi. Burada küratörün rolü sanatçı ile galeri, müze, koleksiyoner, sermaye arasındaki iletişimi kurma ihtiyacı olarak ortaya çıktı. Bu noktaya kadar büyük bir problem yok diyebiliriz. Sorunun aslı çıktığı noktalarsa şunlar: Küratör neye ve kime hizmet ediyor? Küratör bir tanrı mı? Sanatçı küratör karşısında çok mu güçsüz? Bu sorular ve sorunlar çerçevesinde bir çok haklı tartışma dönüyor. Bunlar çok faydalı tartışmalar çünkü sanatçı ‘Küratör kimdir?’ sorusunu yanıtlarken bir taraftan da kendi konumunu belirliyor. Mesela İstanbul’da sanatçı örgütlenmeleri ve inisiyatifleri oluşmaya başladı. Bu sayede sanatçılara küratörler tarafından uygulanan sansürler, müdahaleler tartışmaya açılıyor; her ne kadar küratör kendi kapısını ve diğer kapıları o sanatçıya kapatacak olsa da. 

Hüseyin Sidar EmenPeki bu sorunların tartışılması sonucunda sanatçı kendini bir anlamda tanrı olarak görülen küratörün seviyesine mi çıkaracak yoksa küratörü aşağıya mı indirecek?

Erkan Özgen: Eski Mısır’da firavun ve din adamları arasındaki ilişki dönemlere göre değişirdi. Kimi zaman firavun din adamının önüne geçer, kimi zaman da tam tersi. Ben durumun böyle olduğunu düşünmüyorum, böyle olmaktan kurtarmaya dair bir çaba var. Küratöre bir biçim verme, onu anlamlandırma. Bunu yaparken kendi konumunu belirleme, kendini yeniden tanımlama…  bu tartışma nereye gider? Küratör daha üstte, sanatçı daha altta ya da tam tersi. Bence böyle bir hiyerarşi olmamalı. Sanat dünyasında küratörün neler yapabileceği ve neler yapamayacağı ile ilgili duruşların netleşmesi, sanatçı haklarının da oluşması gerekiyor. Sanatçı haklarını bildiği zaman, bununla ilgili hukuksal boyutta bir oluşum, bir kurum yaratıldığı zaman küratörün ve sanatçının kim olduğu daha da belirginleşmeye başlayacak. Sanatçı örgütlenmesi derken, sanatçılar birbirleriyle çok iyi geçinecekler, aynı şeyleri yapacaklar, küratörlere ve sermayeye aynı reaksiyonları verecekler gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Sanatçılar birbirlerini sevmeyip konuşmaya bilirler ama iş haklar konusuna geldiğinde başvurabilecekleri bir kurumlarının olması gerekiyor. Bunları sağlayacak ve berraklaştıracak şeyler de bu tartışmalar.

Hüseyin Sidar EmenBiraz çalışmalarınızdan bahsedelim isterseniz. Lost Body ve Breath beni en çok etkileyen iki çalışmanız. Erkan Özgen’i tanımayan, çalışma tekniğini bilmeyen ve hatta bu işlerden de pek anlamayan birine anlatacak olsanız nasıl anlatırsınız bütün bunları?

Erkan Özgen: Ben o videoyu çekip sunumu yaptıktan sonra artık video ile izleyen arasında ilişki vardır. İşlerimde metafor öğeleri ve semboller kullanıyorum, arındırma vardır. Mesela romanlarda betimleme yaparken şöyle bir şey vardır: “kapıyı açtım, içeri girdim. Masanın üzerinde kitaplar vardı. Yürüdüm, sol tarafta bir süpürge gördüm.” Ama süpürgenin kaç telden oluştuğu söylenmez. Ya da kitabın kaç sayfa olduğu, yazarlarının kimler olduğu… Bu tür ayrıntılara ihtiyaç yoktur, ihtiyacı olduğu kadarını kullanır yazar. İşlerimde bu tarz arındırmalar var. Yani bunlardan etkilenmiş biriyim. Son yaptığım ve daha kimsenin görmediği Dark in Dark adlı videoda da bu var. Öylesine kalabalıkları işlerimin içinde göremezsiniz. Tamamen kurgulara dayalıdır. Ve genelde işlerimi kısa tutmaya çalışırım çünkü bilirim ki sergiye gelen bir kişi günlerce saatlerce orada kalmayacak. Sergi salonlarının fast food mekanları gibi kullanıldığı bir dönemden geçiyoruz. İşin çok uzun süreli olması, işin izlenmesini zorlaştırmakta. Mesela ben Welat isimli ilk  dokümanter video çalışmamda izleyiciye dair kaygı taşıyan bir amaç taşımadım. Welat 75 dakikalık uzun bir çalışma . Bu tür bir işi, izleyicinin sergi salonunda  izleyip anlamasından çok, araştırmalara ışık tutacak olması idi. Faucault’nun  Hapishaneler, delilik, eşcinsellik gibi konularda  iktidar kavramının nasıl etkiler yaşattığı, üzerinde araştırmalar yaparken geçmişe ait ilişkileri bireyler üzerinden de okumalar yapıp bazı genel sonuçlara varmıştır.

Bu video da belki de dönüp yeniden bakmaya yöneliktir. Welat adlı kişi kendi hikayesini anlatır. Kişisel tarihler benim ilgimi genel tarihlerden daha çok çeker. Çünkü kişisel tarihte daha az kurgu vardır. Welat’ın kendi tarihi, yaşanmışlıkları üzerinden genel bir tarihi ve durumu deşifre etmeye çalıştım. Bu yönünü daha çok düşündüğüm için uzun olması beni kaygılandırmadı. Yani ben bu işi sadece sergi salonunda birilerinin izlenmesi için yapmadım. Bir savaşın bir bireyi ne kadar tahrip ettiğini; psikolojik, yaşamsal, sosyolojik olarak ne kadar tahrip ettiğini görebiliyoruz. Bu Mardin – Derik’ten alınan bir hikaye ama sadece oranın hikayesi değil. Bu dünyanın farklı yerlerinde savaşı yaşayan insanların da durumunu anlatan bir hikaye. Öykünün içeriği farklı olabilir, bıraktığı etkiler birbirine çok benziyor. Ben o bölgede yaşadığım için o dokudan yola çıkıyorum. Ulaşmak istediğim nokta ise daha genel.  

 

Fotoğraflardaki video çalışmaları Dark in Dark‘tan.  http://erkan-ozgen.blogspot.com/ adresinden alınmıştır.

Ortadaki fotoğraf: Hüseyin Sidar Emen ile Erkan Özgen.

Daha fazla yazı yok
2024-04-20 04:17:43