Erkek sinemacılar hep aynı öyküleri hep aynı tarzda çekmekten sıkılmadıkları gibi erkek eleştirmenler onları hep aynı tarzda övmekten vazgeçmiyor… En azından Batı cephesinde durum özellikle böyle… Eh, yeni kuşak da dünyanın her yanında haddinden fazla Batılılaşmış olduğu için zevkleri de Anglosakson. Madem öyle ben de kadınların sinemasının neden ve nasıl yapıcı ve yenilikçi olduğunu yazmaya devam edeyim…

Özellikle deneyimli kadın sinemacılar içinde yaşadığımız dönemin ve geçirmemiz gereken değişimin her bakımdan daha farkında. Tutucu değiller, sekter değiller, kimseyi ötekileştirmiyor, kutuplaşma yaratmıyor, erkeklerle empati kuruyor, onları sevgiyle tasvir ediyorlar. Geçmişte yaşamak istemiyor ve geleceğe bakıyorlar. Kadınlar hem daha gerçekçi hem daha hayalperest… Hem daha duyarlı hem daha güçlü… Hem daha duygusal hem daha esprili…

67. Berlin Film Festivali yarışmasında Ildiko Enyedi’nin Of Body and Soul, Agniezska Holland’ın Spoor ve Sally Potter’ın The Party adlı filmlerini izledikten sonra bu kanaatim daha da pekişti. Gloria’dan sonra Una mujer fantastica ile “Sen bizdensin” dediğimiz Sebastian Lelio’yu da bu listeye katayım! Çünkü her zaman cins ve cinsiyetten ibaret değil kadınların sineması, tutuculuk ve eril bakış daha önemli.

Resmi Program’dan şimdiye dek 12 film izledim… Trainspotting’in üzerine kat çıkıp özgün filmi de yıkıp viran eyleyen T2 dahil! Sanki tefeciye borçları var da dizlerinden vurulmasınlar diye çekmişler, o kadar yapay bir film bu yüzden testosteron yüklü olmasını eleştirmeye sıra gelmez, geçelim… Oren Moverman’ın The Dinner’ı da her açından darmadağınık bir film, özüyle üveyiyle çocuklarını korumak için ahlak, adalet tanımadan canhıraş mücadele veren iki annesi de en azından erkek karakterlerinden daha canlı betimlenmiş. Etten kemikten olduklarını görüyorsunuz etik olarak ‘yanlış’ tarafta olsalar da. Ama bu filmin de üzerinde durmaya değmez.

Giacometti’yi sefahat düşkünü, eksantrik dahi klişesi olarak sunan Final Portrait ise bir ölçüde ilgi hak ediyor: Her fırsatta aşağıladığı, para düşkünü küçük burjuva olmakla suçladığı karısının ona manasızca bağlı olması, Giacometti’nin yaptığı işe bayılan neşeli fahişe sayesinde hayata bağlanması ve ona otomobil alacak kadar cömert davranmasının yanı sıra onu tellallarından alenen satın almakta hiçbir sakınca görmemesi gibi şahane yanları var. Doğruysa, günahı Giacometti’nin, değilse filmin uyarlandığı kitabın yazarı James Lord ile yönetmeni Stanley Tucci’nin boynuna!

Thomas Arslan’ın Bright Nights / Helle Nachte’si ise baba oğul ilişkisi üzerine kurulu olduğu için bütün Hristiyanlık alegorilerini barındırıyor içinde. Din ve dindarlıkla, inançla ilişkisi olmadan Tanrı ve İsa misali bir ilişkiyi, bir mit olarak, çile yolculuğu, dağa tırmanma gibi alegorilerle anlatıyor Bright Nights. Affedilmek isteyen baba ile ergenlik çağındaki oğlunun birbirlerini tanıma yolunda annenin ne sesinin duyuyoruz ne yüzünü görüyoruz. Sadece filmin başında dedenin öldüğü gün babayı kariyeri uğruna terk edeceğini haber veren sevgiliyi tanıyoruz filmde… Bir de affedici olmayan kızkardeşin sesini duyuyoruz telefonda… Erkekliği oğlunu sırtında taşıyan babaya dönüştürürken mizojiniye teğet geçiyor
Arslan’ın filmi.

Erkek ittifakının karşısında ’68 kuşağından bir İngilizce öğretmeni

Oysa kadınlar iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın, hele hele erkekle kadının birbirinden keskin hatlarla ayrılmadığı dünyalar kuruyorlardı filmlerinde. Ildiko Enyedi’nin On Body and Soul’u yaş ve cinsiyet, akıl ve beden sağlığı ayrımı yapmadan aşkın ve tutkunun doğasını incelikle anlatırken, insan ve
hayvan eşitiliğine de arkaplanda değiniyor, bir mezbahayı mekan seçerek… Polonyalı usta Agniezska Holland ise Pokot / Spoor’da beyazperdede örneğine pek az rastladığımız bir ütopya kurmuş. Astrolojiye meraklı, evlenip çocuk sahibi olmamış, avcılarla sürekli mücadele eden, kiliseye de gitmeyen
hayvansever yaşlı kadını bir meczup, bir cadı gibi gören erkeklerin başına bela ediyor! Polisiyle, papazıyla, belediye başkanıyla, yerel mafyozosuyla zevkleri uğruna insanları sömüren ve hayvanları katleden erkek ittifakının karşısına ’68 kuşağından bir ilkokul İngilizce öğretmeni çıkarıyor! Mizahı ve polisiye olay örgüsü de eksik olmayan bu filmde Holland’dan ahlakçı bir tavır da beklemeyin!

Sally Potter ise birbirinden şahane oyuncularının performanslarına güvenerek hep yakın plan çalıştığı The Party’de zekice yazılmış bir metne imza atıyor. Bu siyah beyaz filmin bütün ustalığına rağmen fazlasıyla sözel olması sinemadan çok tiyatro tadı veriyor ama gönül ilişkileri konusunda izleyeni ters köşeye yatırma becerisine ve ironisine diyecek yok! İki heteroseksüel evli çift, bir evli olmayan heteroseksüel çift ve bir lezbiyen çiftten oluşan yakın arkadaş grubunun arasındaki ilişkilerin ve her birinin grubunun arasındaki ilişkilerin ve her birinin hayat tarzının, politik duruşunun, entelektüel kimliğinin yarattığı o tatlı karmaşa sivri dilli esprilerle geçmişten bugüne feminizme dair eleştirel bir metin oluşturuyor. Hiçbir yönden konvansiyonel olmadan yaratılan konvansiyonlar üzerine zihin açıcı bir film. Ah, tabii ki karakterleri arasında cinsiyet ayrımı yapmıyor!

Yılın eşitlik ödülü Una mujer fantastica’ya

Ancak bu yılın eşitlik ödülü bir transkadının sevgilisinin ölümünün ardından, ailesi tarafından aşağılanmasını, hor görülmesini, kötü muameleye maruz kalmasını ama dimdik ayakta durmasını anlatan Una mujer fantastica’ya gidiyor. Şilili yönetmen Sebastian Lelio’nun, trans oyuncu Daniela Vega
tarafından canlandırılan karakteri Marina Vidal beyazperdede hep daha fazla görmek istediğimiz bir filmin kahramanı. Direnciyle, haysiyetiyle hakiki bir kahraman. Daniel Vega ise bence kadın oyuncu dalının şu an için en güçlü adaylarından biri.

Alain Gomis’nin öznesi gururlu ve mücadeleci bir kadın olan, filme adını veren Felicite’sini de bu listeye katmak isterdim ama onu cinsellikten arınmış anne olarak betimlediği ve bir erkeği evinin direği, kurtarıcısı olarak kabullendiği için elim gitmiyor…

Daha fazla yazı yok
2024-03-29 12:41:35