A password will be e-mailed to you.

Fransızların entelektüel dinamizmlerini yitirmesinin ardındaki tartışmasız en büyük etken, hem maddi anlamda hem de kültürel bakımdan Fransızların global ölçekte güçlerini büyük oranda yitirdiklerine ilişkin giderek kuvvetlenen düşünce.

Modern Fransız kültürünün en karakteristik icatlarından biri “entelektüel”dir. Fransa’da entelektüeller, edebiyat, sanat, felsefe ve tarih gibi sadece kendi alanlarında uzman değillerdir. Evrensel terimlerle de konuşurlar ve toplumsal ve siyasi meselelerde ahlaki yol göstericilik yapmaları beklenir: Hatta en seçkin Fransız entelektüelleri adanmış figürlerdir, savundukları görüşlerin dünya çapındaki simgeleridir – örneğin Voltaire’in dinsel hoşgörüsüzlüğe karşıt tavrı, Rousseau’nun cumhuriyetçi özgürlüğü savunusu, Victor Hugo’nun Napoleoncu despotizme karşı belagatli konuşmaları, Emile Zola’nın Dreyfuss Davası sürecindeki tutkulu adalet yakarısı, Simone de Beauvoir’in şiddetli kadın eşitliği savunuculuğu. Her şeyden önce Fransız entelektüelleri halklarının milli gururunu okşamışlardır. İlerici düşünür Edgar Quinet’in Galyalılara özgü özgüvenle ortaya koyduğu gibi: “Fransa’nın uğraşı dünyanın zaferi için kendini feda etmektir, en yüksek insanlık ve uygarlık düzeyine ulaşma ideali için feda etmektir, kendisi için olduğu kadar başkaları için de…” Bu Fransız entelektüalizmi bilgi, özgürlük ve insanlık durumu hakkındaki göz kamaştırıcı kuramların görkeminde de kendini gösterir.

Birbirini takip eden modern entelektüel kuşakları – çoğu Paris’te Ecole Normale Superioure’de öğrenim görmüştür – kitaplarda, gazete makalelerinde, kitap yazılarında ve yıllıklarda hararetle hayatın anlamını sorgulamışlardır, bu yolda rasyonalizm, eklektisizm, spiritüalizm, cumhuriyetçilik, sosyalizm, pozitivizm ve varoluşçuluk gibi çetrefil felsefi sistemler kurmuşlardır. Bu hummalı kuramsal hareketlilik İkinci Dünya Savşaı’ndan sonraki on yıllarda insan anlağındaki bilinçdışının ve mitlerin etkisinin öneminin vurgulanmasıyla ortaya çıkan yapısalcılıkla birlikte zirveye ulaşmıştır. Bu yaklaşımın ileri gelenleri, her ikisi de College de France’da profesör olan etnolog Claude Levi-Strauss ile iktidar ve bilgi felsefecisi Michel Foucault’dur. İsmi ünlü Amerikan giyim markasını taşıyan Levi-Strauss ömrü boyunca blue-jean’le ilgili sorulara muhatap olmuştur. Sol entelektüelin simgesi ise halk entelektüeli rolünü zirveye taşıyan Jean-Pual Sartre idi. Angaje enteleküelin kendisini devrimci hareketlere adaması, yerleşik ortodokslukları sorgulaması, ezilmiş toplulukların çıkarlarını savunması onun göreviydi.

Fransız entelektüalizmine katışıksız bir cazibe kazandırdı – ütopyacı bir gelecek vaadiyle, polemikçi tavrı ve çelişkileri ortaya çıkarmasıyla, zamanının yerleşik kurumlarına karşı aşağılayıcı tutumu ve bohem yaşantısıyla; ister Cumhuriyetçi devlete, ister Komünist Partiye, ister Cezayir’deki Fransız sömürge rejimine, isterse de ülkedeki üniversite sistemine karşı. Kendisinin de söylediği gibi o her zaman bir “vatan haini”ydi – ve muhalif ruhu modern Fransız entelektüellerini sarmalayan auranın merkezinde yer alıyordu. Milliyetçiliğin her türlüsüne karşı olsa da, kültürel ve entelektüel derinliği kendisinde cisimlendirmesiyle ve çaba göstermeksizin elde ettiği üstünlükle Fransızların kendilerine özgü üstünlük duygularına katkıda bulundu. Gerçekten de, Sartre, hiç kuşkusuz 20. yüzyılın en ünlü Fransız’ıydı, yazıları ve polemikleri Buenos Aires’ten Beyrut’a tüm dünyada hararetle takip ediliyordu.  Bugün sol, bu görkemli geçmişin soluk bir gölgesinden başka bir şey değil. Saint-Germain-des-Près’deki teorik tartışmaların yerini moda dükkânları aldı. Hatta, Paris, Thomas Piketty’nin kapitalizm üzerine yazdığı kitap gibi nadir istisnalar hariç, beşeri ve toplum bilimlerin ilham merkezi değil artık. Çağdaş Fransız entelektüellerinin başat özelliği artık yüzeysel, ikincil özellikler (Bernard-Henri Levi gibi kişilerde tipikleşen) ile koyu bir karamsarlık.

Fransa’daki çok-satar edebiyat-dışı kitap listelerinin tepesinde şimdilerde yeni bir şafağı vaat eden kitaplar değil, ama Stephane Hessel’in “Indignez Vous!” (2010) gibi kayıp kahramanlık öyküleri ve Marine Le Pen’in Ulusal Cephesinin Fransız kimliğinin yok oluşu hakkındaki İslamofobik ve kendine acıyan tiratları yer alıyor. En yakın tarihli iki örnek olan Alain Finkielkraut’un “L’Identité Malheureuse”’u (2013) ile Eric Zemmour’u “Le Suicide Français”inin (2014) her ikisi de yozlaşma ve ölüm imgeleriyle tıka basa dolu. Bu marazi damarın en son örneği ise Michel Houellebecq’in, Aydınlanma değerlerinden uzaklaşan bir Fransa toplumu panoramasında, bir İslamcının Fransa devlet başkanlığına seçilmesini anlatan distopik romanı “Soumission” (2015).  Fransa’nın yolunu kaybetmesi nasıl açıklanabilir? Daha geniş bir kültürel manzarada görülen değişiklikler Galyalı özgüvene büyük darbeler indirdi. Marksizmin 20. yüzyılda çözülüp dağılması geride postmodernizmin doldurduğu bir boşluk bıraktı.

Ama Foucault, Derrida ve Baudrillard gibilerinin yazıları kasıtlı anlaşılmazlıkları (opaklık), kelime oyunları yapmaya yönelik saçma sapan fetişleri ve nesnel bir anlam yaratma olasılığını inkârları ile bu durumu daha da karmaşıklaştırdı (postmodernizmin kofluğu, Laurent Binet’in, filozof Roland Barthes’ın 1980 yılındaki ölümü etrafında örülen gizemli bir cinayet romanı olan, en son kitabı “La septième fonction du langage,”da muhteşem bir şekilde hicvedilmiştir.) Ama Fransız realitesi rahatlatıcı olmaktan çok uzaktır. Aşırı kalabalık ve devlet tarafından desteklenmeyen Fransız yüksek öğrenim sistemi, Fransız üniversitelerinin giderek düşen derecelerinin de gösterdiği gibi yıpranmış durumda, sistem daha az liyakate dayalı ve daha çok teknokrat hale geldi, 19. ve 20. yüzyıldaki atalarına oranla daha az sofistike ve entelektüel yönden daha az yaratıcı seçkinler yetiştiriyor. Doğru Fransızca konuşmaktan bile yoksun Sarkozy ve Hollande ile entelektüel selefleri arasındaki karşıtlık dikkat çekici.

Fransızların entelektüel dinamizmlerini yitirmesinin ardındaki tartışmasız en büyük etken, hem maddi anlamda hem de kültürel bakımdan Fransızların global ölçekte güçlerini büyük oranda yitirdiklerine ilişkin giderek kuvvetlenen düşünce. Siyasal olarak Amerika Birleşik Devletleri, yani bayağı Anglo-Saksonlar tarafından yönetilen bir dünyada ve Almanya’nın ekonomik gücüyle yönetilen bir Avrupa’da Fransızlar kendilerini yeniden bulmaya çalışıyorlar. Çok az çağdaş Fransız yazarı – muteber Houellebecq hariç— uluslararası alanda tanınıyor, bunlara Nobel ödüllü Le Clézio ve Patrick Modiano da dahil. Fransızca konuşulan ülkeler ülküsü (Frankophonia) içi boş bir kabuk olmaktan öte bir şey değil ve kibirli retoriğinin arkasında organizasyon, dünyadaki Fransızca konuşulan topluluklarda çok az yankı uyandırdı. Bu Fransız entelektüellerinin uluslarının geleceği konusunda neden karamsar olduklarını, neden içe dönükleşip giderek ulusal geçmişlerine yöneldiklerini açıklıyor: Fransız tarihçi Pierre Nopa’nın daha dobra bir şekilde ortaya koyduğu gibi Fransa “ulusal taşralılık”tan çekiyor. Bu bağlamda, ne eski Sovyet Bloku’nda komünizmin çöküşünün ne de Arap Baharı’nın Fransız düşüncesinden esinlenmediğini belirtmek önemli. Bilakis Avrupa mülteci sorununda takındığı kolektif tavırla utanç içinde kıvranıyor.

Sudhir Hazareesingh, Balliol College, Oxford’da siyaset bilimi dersleri veriyor

Çeviren: Osman Çakmakçı

KAYNAK: http://www.politico.eu/article/decline-of-french-intellectual-culture-literature-art-philosophy-history/

Daha fazla yazı yok
2024-04-19 06:05:10