A password will be e-mailed to you.

Sigmund Freud dünyanın entelektüel hayatında önemli bir rol oynadı öyle ki tıpkı Bernard Shaw gibi neredeyse bir insan olmanın ötesine geçti. O medeniyetin evriminde somut bir tarihsel yer verebileceğimiz kültürel bir güç oldu. Freud, psikanalizin tarihi konulu bir araştırmada, kendisi hakkında şöyle konuşmuştur; “Beni Kolomb’la, Kepler’le, Darwin’le karşılaştırdılar ve beni bir kötürüm ilan ettiler.” Bugün bile onu bilimsel bir maceraperest olarak gören birileri vardır. Gelecek onu Bilinçaltı’nın Kolomb’u olarak göklere çıkaracak. 

 

Yalnızca Cathay’e yeni bir geçiş arayışında olan Kolomb yepyeni bir kıta keşfetmişti. Ruhsal sağaltım biliminde yepyeni bir yöntem bulmaya kalkışan Freud, insan zihninin gizli kıtasını keşfetti. Freud, bizi çocukluğumuza  ve ırkımızın geçmişine bağlayan özel içsel güçlerimizi önümüze serdi. Psikanalizin ışığında ilk kez insan doğasının sırrını anlayabildik. Birkaç kez Freud’un konuğu olma şerefine eriştim. Her seferinde bana büyüleyici kişiliğinin birdenbire ortaya çıkıp gizlenen yeni pırıltılarını sergiledi.    

 

G.S.Viereck-1927

“Yetmiş yıl, yaşamı neşeli bir tevazu içinde kabul etmeyi öğretti bana.” Konuşan kişi Profesör Sigmund Freud’du, ruhun yeraltı dünyasının büyük Avusturyalı kaşifi. İsmi psikanalizin temel ilkeleri ile çok yakından bağlı olan trajik Yunan kahramanı Ödip gibi, Freud da Sfenkse cesurca karşı çıktı. Ödip gibi o da onun sırrını çözdü. En azından hiçbir ölümlü, insan davranışının gizini açıklamaya Freud kadar yaklaşmadı. Galileo astronomi için ne ise Freud da psikoloji için odur. Bilinçaltının Kolomb’udur. Freud yeni bakış açılarının önünü açtı, yeni derinlikleri dile getirdi. Bilinçaltımızın levhalarında yazılı kayıtlardaki gizli anlamı deşifre ederek, yaşamımızdaki herşeyin başka herşeyle olan ilişkisini değiştirdi. 

       

Söyleşimizi Freud’un Avusturya Alplerinde bir dağ olan ve Viyana sosyetesinin biraraya gelmekten hoşlandığı Semmering’deki yazlık evinde gerçekleştirdik. Psikanalizin babasını en son Avusturya başkentindeki gösterişsiz evinde görmüştüm. En son ziyaretimden bu yana geçen birkaç yıl alnındaki çizgileri çoğaltmıştı. Bu onun kuru solgunluğunu yoğunlaştırmıştı. Yüzü sanki acı çekiyormuş gibi gergindi. Konuşmasındaki eski ama hafif bir pelteklik beni uyarana kadar; uyanık aklı, boyun eğmemiş ruhu ve kusursuz bir nezaketi vardı. 


Öyle görünüyor ki üst çenedeki habis bir hastalık bir ameliyatı gerektirmişti. O zamandan beri Freud, konuşmasını kolaylaştırmak için mekanik bir icat takıyordu. Kendi başına bu gözlük takmaktan daha kötü bir şey değildi. Metal cihazın varlığı ziyaretçilerinden çok Freud’u utandırıyordu. Biri onunla konuşmaya başladıktan çok sonra güç bela farkediliyordu. İyi günlerinde farkedilmesi mümkün değildi. Ama Freud’un kendisi için sürekli bir sıkıntı kaynağıydı. 


Mekanik çenemden tiksiniyorum çünkü mekanizma ile verdiğim mücadele çok değerli gücümün çoğunu tüketiyor. Bununla birlikte hiç çenem olmamasındansa mekanik bir çenem olmasını tercih ederim. Var olmayı yok olmaya tercih ederim dedi psikanalizin babası ve şöyle devam etti:  “Tanrılar biz yaşlandıkça yaşamı daha da tatsızlaştırarak, belki de bize merhamet etmekte. Böylece en sonunda ölüm bize, taşımak zorunda olduğumuz birçok ağır yükten daha tahammül edilebilir görünür”.


Freud kaderin ona herhangi bir kişisel bela yüklediğini kabul etmeyi reddediyordu. Usulca şöyle dedi, “Neden özel bir kayırma umayım? Açığa çıkan tüm marazlarıyla birlikte herkes yaşlanır. Yaş bir insanı orasından, başka birini burasından vurur. Yaşın esintisi daima hayati bir yere yerleşir. Nihai zafer daima Fatih Kurtçuk’undur. 


Dışarıda, dışarıda ışıklar, dışarıda heryerde!

Ve her bir ürperişin sonunda

Oluşan perde,

Şiddetle esen bir fırtınanın 

Araladığı tabut örtüsü.

Ve donuk ve solgun melekler, 

Oyunun adının ‘İnsan’ın’ felaketi oluşuna 

İsyan eden, 

Ve kahramanın Fatih Kurtçuk olduğunu 

Açıklayan, onaylayan melekler"


İnsan beyni araştırmacılarının üstadı konuşmasını şöyle sürdürdü, “Ben evrensel düzene karşı isyan etmem. Buna rağmen yetmişime merdiven dayadım. Yeterli besleniyorum. Pek çok şeyin keyfini çıkarıyorum; karımın ve çocuklarımın refakatleri, günbatımları. Baharda bitkilerin büyümelerini izlerim. Zaman zaman dost bir eli kavrarım. Beni neredeyse anlamış olan bir insanla bir iki kez karşılaştım. Daha ne isteyebilirim ki?


“Ünlüsünüz” dedim ona. “Çalışmanız her alandaki literatürü etkiledi. İnsanlık sizin sayenizde hayata ve kendisine artık farklı gözlerle bakıyor. Ve kısa bir süre önce yetmişinci yaşgününüzde -sizin kendi üniversiteniz haricinde!- tüm dünya sizi onurlandırmak üzere birleşti.”


"Eğer Viyana Üniversitesi beni resmi olarak tanımış olsaydı, beni yalnızca utandırmış olurdu. Beni ya da doktrinimi kabullenmelerini gerektirecek hiçbir neden yok çünkü ben yetmiş yaşındayım. Ondalıklara hiçbir mantıksız önem vermiyorum. Ün bize ancak öldükten sonra gelir ve açık konuşmak gerekirse ölümden sonra neyin geleceği beni ilgilendirmiyor. Ölümden sonra gelen şöhretle ilgili hiçbir emel taşımıyorum. Alçakgönüllülüğüm bir erdem değil.”


Adınızın yaşayacak olması size hiçbir şey ifade etmiyor mu?


Yaşayacak olsa bile, ki yaşayıp yaşamayacağı asla kesin değil, hiç mi hiç ilgilenmiyorum. Çocuklarımın kaderiyle çok daha fazla ilgileniyorum. Umarım hayatları çok zor olmaz. Onların hayatını kolaylaştıramadım. Savaş benim mütevazı servetimi, bütün hayatım boyunca biriktirdiklerimi neredeyse silip süpürdü. Bununla birlikte, bereket versin ki, yaş o kadar da ağır bir yük değil. Devam edebilirim! Çalışmaktan hala keyif alıyorum.


Evin büyük bahçesinin içindeki küçük bir patikada bir aşağı bir yukarı yürüyorduk. Freud duyarlı elleriyle yeni çiçeklenmekte olan bir çalıya şefkatle dokundu.  “Bu tomurcukla, öldükten sonra başıma gelecek herhangi bir şeyden çok daha fazla ilgileniyorum” dedi.


O zaman siz her şeye rağmen esaslı bir karamsarsınız?


Hayır değilim. Hiçbir felsefi düşünüşün hayatın basit taraflarından aldığım keyfi kirletmesine izin vermiyorum.


Kişiliğin ölümden sonra herhangi bir formda devam ettiğine inanıyor musunuz?”


Bu konuya hiç kafa yormadım. Yaşayan herşey ölür. Neden varlığımı sürdüreyim ki?


Bir biçimde geri dönmek istemez miydiniz, toz halinden yeniden birleşerek bir bütün haline gelmek? Başka bir deyişle, ölümsüz olma isteğiniz yok mu? 


Samimiyetle hayır. İnsan davranışının tamamının altında yatan tüm bencil dürtüler biliniyor olsaydı, insan geri dönmek için en ufak bir arzu duymazdı. Bir çemberin içinde dönüp duran hayat yine aynı olurdu. Dahası Nietzsche’nin deyişiyle, şeylerin ebedi tekrarı bize dünyevi kılıklarımızı yeniden giydirse bile, hafızanın yokluğunda bu ne işe yarar? Geçmiş ile gelecek arasında hiçbir bağ kurulamaz. Benim ne düşündüğüme gelince, sonsuz hayat musibetinin en sonunda sona ereceğini bilmek bana tamamıyla yetiyor.  Hayatımız zorunlu olarak bir dizi uzlaşmadan, ego ve onun çevresi arasındaki hiç bitmeyen mücadeleden ibaret. Hayatı gereğinden fazla uzatma isteği bana saçmalığı çağrıştırıyor.


 Meslektaşınız Steinach’ın insan varoluşunun döngüsünü uzatma çabalarını onaylamıyor musunuz?”


Steinach hayatı uzatmak için herhangi bir girişimde bulunmamıştır. O sadece yaşlılıkla savaşıyor. Kendi bedenlerimizdeki güç rezervlerinden faydalanarak, dokunun hastalığa karşı direnmesine yardım ediyor. Steinach ameliyatı zaman zaman kanser gibi, nahoş biyolojik hastalıklara yol açabiliyor. Yaşamı çok daha yaşanılabilir kılıyor. Ama onu yaşamaya değer kılmıyor. 

Daha uzun yaşamak istememiz için hiçbir sebep yok. Ama mümkün olduğu kadar düşük bir rahatsızlık düzeyinde yaşamak istemek için çok nedenimiz var. Oldukça mutluyum çünkü ağrı sızı çekmediğime, hayatın küçük zevklerine, çocuklarımın ve çiçeklerimin varlığına şükrediyorum!

 

Bernard Shaw yıllarımızın çok az olduğunu iddia ediyor. Shaw insanın, eğer isterse, iradesini evrim güçleri üzerinde kullanarak, insan ömrünün süresini uzatabileceğini düşünüyordu. İnsan türünün tanrılar kadar uzun ömürlü olabileceğini düşünüyordu.


“Bu mümkün,” diye yanıtladı Freud, “ölümün kendisi biyolojik bir zorunluluk olmayabilir. Belki de ölmek istediğimiz için ölüyoruzdur.

 

“Aynı insana duyulan aşk ve nefret bile içimizde aynı anda hüküm sürer, dolayısıyla hayatın bütünü de kendisini koruma arzusuyla, ikircikli bir kendisini yoketme arzusunu birleştirir. Nasıl ki gerilmiş bir paket lastiği eski haline dönme eğilimindeyse, bilinçli ya da bilinçsiz yaşayan tüm cevherler cansız varoluşun tam ve mutlak ataletine geri dönmek için can atarlar. Ölüm arzusu ile yaşama arzusu içimizde yanyana yaşar. Ölüm, Aşk’ın eşidir. Birlikte dünyayı yönetirler. "Haz İlkesinin Ötesinde" adlı kitabımda verdiğim mesaj buydu.

"

"Psikanaliz başlangıçta Aşk’ın hayati önem taşıdığını varsayıyordu. Bugün artık biliyoruz ki "Ölüm" de en az onun kadar önemli. Yaşayan her varlık, içindeki yaşam ateşi ne kadar yoğun yanarsa yansın, biyolojik olarak Nirvana’yı arzular, “yaşamak denen hummanın” sona ermesi için yanıp tutuşur, cennete kavuşmak için hasret çeker. Bu arzu belki gereksiz lakırtılarla gizlenebilir. Ama hayatın nihai amacı kendi tükenişidir!”


 “Bu özyıkım felsefesi” diye feryat ettim. “Özkıyımı meşrulaştırıyor. Mantıksal olarak Eduard von Hartmann tarafından öngörülen dünyanın kendini öldürmesi fikrine kadar ulaşıyor."


 “İnsanlık intiharı tercih etmedi çünkü insanlığın varoluş yasası, nihai amacına doğrudan giden güzergahtan hoşlanmaz. Yaşam kendi varoluş döngüsünü tamamlamalıdır. Her normal varlıkta, yaşama arzusu ölüm arzusunu dengelemeye yetecek kadar güçlüdür, buna rağmen ölüm arzusu en sonunda gücünü kanıtlar. Ölümün bize kendi istencimizle geldiğine dair bir hayalle oyalanabiliriz. Ölümü dize getirmemiz mümkün, ama bağrımızdaki müttefikini mümkün değil. Bu manada her "Ölüm"ün gizli bir intihar olduğunu söylerken haklı olabiliriz,” diye ekledi Freud gülümseyerek.


Bahçe serinleşti. Söyleşimize çalışma odasında devam ettik. Masanın üzerinde Freud’un kendi muntazam elyazısıyla yazılmış bir yığın müsvedde gördüm. “Ne üzerine çalışıyorsunuz?” diye sordum. 


“Bir amatör analizi savunması yazıyorum, amatörler tarafından deneyimlenen bir psikanaliz süreci. Doktorlar, lisanslı doktorlar dışındaki insanların analiz yapmasını yasaklamak istiyorlar. Tarih, o eski hırsız, her buluştan sonra kendini tekrarlar. Doktorlar başlangıçta her yeni hakikat için mücadele eder. Ve ardından onu tekellerine almaya çalışırlar.”


Alaylılardan çok destek alıyor musunuz?


 En iyi öğrencilerimin bazıları amatör.


 Kendi başınıza çok pratik yapıyor musunuz?


 Elbette. Şu sıralar, çok zor bir vaka üzerine çalışıyorum, çok ilginç yeni bir hastanın psişik çatışmalarını çözümlüyorum. Gördüğünüz gibi kızım da bir psikanalist…


Tam o anda Bayan Anna Freud arkasında kendisini izleyen hastasıyla göründü. Hastası açıkça Anglo-sakson özellikler taşıyan, onbir yaşındaki bir delikanlıydı. Bu çocuk tamamen mutlu, kişiliğindeki çatışmadan ya da karmaşadan tamamen bihaber görünüyordu. “Hiç kendinizi analiz ettiniz mi?” diye sordum Profesör Freud’a.


 “Elbette. Bir psikanalizci düzenli olarak analiz etmeli kendini. Kendimizi analiz ederek, başkalarını daha iyi analiz edebiliriz. Psikanalizci Yahudilerin günah keçisi gibidir. Ötekiler günahlarını psikanaliste yüklerler. Sırtına yüklenen bu rolden sıyrılabilmek için psikanalistin sanatını en son noktasına kadar icra etmesi gerekir.”


 “Bana hep şöyle gelmiştir, psikanaliz onu deneyimleyen herkeste zorunlu olarak Hristiyanlığın merhametli ruhunu tetikleyecektir. Psikanalizin insan hayatında anlamamızı sağlayamayacağı hiçbir şey yoktur. "Tout comprendre c’est tout pardonner (Her şeyi anlamak, her şeyi affetmektir)" dedim Freud’a.


“Tam tersi” diye kükredi Freud, çehresi bir Yahudi peygamberinin öfkeli sertliğinin izlerini taşıyordu. “Her şeyi anlamak, herşeyi affetmek anlamına gelmez. Psikanaliz bize yalnızca nelere katlanabileceğimizi değil, aynı zamanda nelerden kaçmamız gerektiğini öğretti. Nelerin kökünü kazımamız gerektiğini anlattı. Bilgiden hiçbir biçimde günahı hoşgörmemiz gerektiği sonucunu çıkaramayız.”


Freud’un onu terk eden takipçileriyle neden böylesine keskin olarak tartıştığını, onların ortodoks psikanalizin emin yolundan ayrılışlarını neden affedemediğini birdenbire anlayıverdim. Dürüstlük anlayışı ona atalarından kalan bir mirastı. Bu mirastan gurur duyuyordu, kendi ırkıyla gurur duyduğu gibi. 


Bana açıklamaya başladı, “Benim dilim Almanca. Kültürüm, edindiğim beceriler Alman. Entelektüel olarak kendimi bir Alman olarak görüyordum, ta ki Almanya’da ve Alman Avusturya’da gelişen anti-Semitik ayrımcılığı farkedene kadar. O zamandan beri, artık kendimi bir Alman olarak görmüyorum. Kendimi bir Yahudi olarak adlandırmayı tercih ederim.”


Bu yorum bende bir tür hayalkırıklığı yarattı.Freud’un ruhunun çok yükseklerde, her türlü ırk ayrımcılığının ötesinde, bir yerde yaşaması gerektiğini düşünüyordum, öyle ki hiçbir kişisel garez ona ulaşamasın. Ama onun korkunç öfkesi, dürüst hiddeti onu çok daha sevimli bir insan yapıyordu. 


Aşil eğer öyle bir topuğu olmasaydı, çok daha hoşgörüsüz biri olabilirdi! “Sizin de kompleksleriniz olduğuna, yani sizin de kendi ölümünüze ihanet ettiğinize memnun oldum Herr Profesör” dedim.

 

“Komplekslerimiz zaaflarımızın kaynağıdır; ama aynı zamanda sıklıkla gücümüzün de kaynağı olurlar” diye karşılık verdi Freud.


"Kendi komplekslerimin neler olduğunu çok merak ediyorum!" dedim. 


“Ciddi bir analiz en az bir yıl sürer,”diye yanıtladı Freud. “Hatta iki yıla ya da üç yıla kadar uzayabilir. Sen hayatının uzun yıllarını aslan avcılığına adadın. Yıl be yıl kendi kuşağının önemli şahsiyetlerinin, hepsi senden daha yaşlı olan erkeklerin peşinden koştun. Aralarında Roosevelt, Kayzer, Hindenburg, Briand, Foch, Joffre, George Brandes, Gerhart Hauptmann ve George Bernard Shaw ve daha niceleri vardı.”


 Bu benim işimin bir parçası.


Ama bu aynı zamanda senin tercihin. Ünlü adam bir semboldür. Arayışın kalbinin arayışıdır. Ünlü adamların babanın yerini almasını istedin. Bu babanın kompleksinin bir parçası.


Freud’un açıklamasını sert ve ateşli bir biçimde inkar ettim. Ama üzerine düşününce, bunun içinde bir gerçeklik payı olabilir gibi geldi bana, onun patavatsız iddiası karşısında kendimden şüpheye düştüm. Beni ona yaklaştıran şey de aynı dürtü olabilirdi, 

 “Geçmişe doğru arayışını senin şu Gezgin Yahudi’nin içinde genişlettin. Daima Adam Arayan oldun,” diye ekledi Freud. 


Bir süre sonra “Kendi kalbime senin gözlerinle bakabilecek kadar uzun bir süre burada kalabilmek isterdim” dedim. “Belki de dışarıdan nasıl göründüğümü görseydim, Medusa gibi korkudan ölürdüm! Ama korkarım ki psikanalizde çok tecrübeliyim. Sürekli olarak içinden geçenleri tahmin ederim ya da tahmin etmeye çalışırım.”


“Hastanın olan biteni idrak etmesi analizi engellemez. Aksine bu durum zaman zaman insanın işini kolaylaştırabilir.”


Psikanalizin üstadı bu bakımdan, incelemeleri altında olan hastanın kendi kendine yaptığı çağrışımlara sinirlenen pek çok yandaşından farklıydı. 


Psikanalistlerin çoğu Freud’un “serbest çağrışım” yöntemini uyguluyordu. Hastayı ne kadar aptalca, ne kadar müstehcen, ne kadar yersiz ya da alakasız görünse de aklına gelen herşeyi söylemesi için yüreklendiriyorlardı. Sözde önemsizmiş gibi duran ipuçlarını izleyerek, hastaların sığınaklarına dadanan psişik ejderhaların izini sürebiliyorlardı. Hastanın etkin iş birliği arzusundan hoşlanmıyorlardı çünkü araştırmalarının yönü hastaya bir kez aşikar olduğunda, onun sırlarını saklamak için savaşan isteklerinin ve direnişlerinin psişe avcısına bilinçsiz olarak izini kaybettirebileceğinden korkuyorlardı. Freud da bu tehlikeyi kabul ediyordu. 


“Zaman zaman düşüncelerimizi ve duygularımızı şekillendiren süreçler hakkında daha az şey bilseydik daha mı mutlu olurduk diye merak ederim” diye sordum Freud’a, “Psikanaliz her hissi ait olduğu kompleks öbeğine doğru izlerken, yaşamı en kuytu gizine kadar soyar. Kalbimizde bir vahşiyi, bir suçluyu ve bir yaratığı sakladığımızı keşfederek çok daha neşeli olmayız.”


“Hayvanlarla ne alıp veremediğiniz var?” diye yanıt verdi Freud. “Ben hayvanların toplumunu insan toplumuna kat be kat tercih ederim.”


Neden?


Çünkü onlar çok daha basitler. Kendi entelektüel ve psişik mekanizmaları için çok yüksek olan bir medeniyetin standartlarına uyum sağlama girişiminin neden olduğu bölünmüş kişilik, parçalanmış ego dertlerinden muzdarip değiller. Vahşi de, tıpkı hayvan gibi, acımasızdır ama medeni insanın ahlaksızlıklarını da gereksinmez. Ahlaksızlık insanoğlunun ona sınırlar koyan bir toplumdan aldığı intikamdır. Bu kindarlık, profesyonel reformcu ve işgüzara hayat verir. Vahşi kellenizi uçurabilir, sizi yiyebilir, size işkence yapabilir ama medeni bir toplumu oluşturan ve yaşamı çoğu zaman katlanılmaz kılan biteviye iğnelemelerden kurtarır. 


İnsanın en rahatsız edici hareketleri ve belirleyici özellikleri, hilekarlıkları, korkaklığı, saygısızlığı bu karmaşık medeniyete yetersiz uyum sağlamasından kaynaklanmaktadır. Bunların hepsi içgüdülerimiz ile kültürümüz arasındaki çatışmanın bir sonucudur. 

         

“Bir köpeğin kuyruğunu sallarken ya da hoşnutsuzluk içinde havlarken yaşadığı basit, dolambaçsız, yoğun duygular nasıl da daha hoştur! Köpeğin duyguları antik çağlarda yaşamış kahramanlardan birini hatırlatır” diye ekledi Freud nazikçe. “Köpeklerimize bilinçsiz olarak Aşil ve Hektor gibi antik kahramanların isimlerini vermemizin nedeni de bu olsa gerek.”

           

“Benim köpeğim de,” diye araya girdim, “Ajax isminde bir Doberman Pinscher.” Freud gülümsedi. “Onun okuma yazma bilmediğine çok memnunum” diye de ekledim. “Psişik travmalar ve Ödip kompleksleri hakkındaki görüşlerini acı acı havlayabilseydi, bu durum onu evin daha az istenen bir üyesi yapardı kuşkusuz! 


 “Siz bile Profesör, varoluşu çok karmaşık buluyorsunuz. Hatta bana göre bizzat siz kısmen de olsa modern medeniyetin karmaşıklarından sorumlusunuz. Siz psikanalizi hayatımıza davet etmeden önce, çok nahoş komplekslerin savaşçı evsahipliğinin kişiliklerimize hükmettiğini bilmiyorduk. Psikanaliz hayatımızı karmaşık bir yapboza çevirdi.”


 “Psikanaliz katiyen hayatı basitleştirmez,” diye yanıtladı Freud. “Analizden sonra yeni bir senteze ulaşırız. Psikanaliz başıboş dürtülerin labirentini tekrar oluşturur ve onları ait oldukları makaranın etrafına sarmaya çalışır. Ya da metaforu değiştirecek olursak, psikanaliz insanın kendi bilinçaltının labirentlerinden çıkmasına yardımcı olacak ipucunu verir.”

 

Oysa ki yüzeyde insan hayatının daha öncesinde asla bundan daha karmaşık olmadığı varsayılıyor. Ve her yeni gün siz  ya da öğrencileriniz tarafından ortaya atılan yeni bir fikir, insan davranışı sorununu çok daha karmaşık ve çok daha çelişkili bir hale sokuyor.”


 Psikanaliz en azından yeni bir gerçeğe asla kapısını kapatmaz.


Bazı öğrencileriniz sizden daha ortodoks, bu zamana kadar ağzınızdan çıkmış olan her söze sıkı sıkıya bağlı kalıyorlar.


 “Hayat değişiyor. Psikanaliz de değişiyor,” dedi Freud. “Yeni bir bilimin sadece başlangıcındayız.”


Bana öyle geliyor ki kurmuş olduğunuz bilimsel yapı çok detaylı ve karmaşık. Kurduğunuz bilimin sabit ve bütünleyici parçaları – ‘yerdeğiştirme’ teorisi, ‘çocuk cinselliği’ teorisi ve ‘rüya sembolleri’ teorisi ve benzeri teoriler – oldukça kalıcı olacak.


Buna rağmen, yeniden tekrarlıyorum, daha yolun başındayız. Ben sadece bir acemiyim. Gömülü anıtları toprağın derinliklerinden eşelemekte başarılıydım. Ama benim bir kaç tapınağı keşfettiğim yerde başkaları koca bir kıta keşfedebilir.


Hala en çok vurguyu seks üzerine yapıyorsunuz?


Size kendi şairiniz olan Walt Whitman’ın sözüyle yanıt vereceğim: "Eğer seks eksikse, her şey eksiktir." Bununla birlikte, size daha önce açıklamış olduğum gibi bugün hazzın ‘ötesinde’ yatan diğer şeye, yani ölüme, hayatın inkarına neredeyse eşit bir vurgu yapıyorum. Ölüm arzusu bazı insanların, yokoluşun bir basamağı olarak acıdan neden hoşlandıklarını açıklıyor! Bütün insanlar huzurun peşindeyken, şairlerin neden bu çatışmaya şükrettiğini de açıklıyor.



Orada hangi tanrı olursa olsun

Hiçbir hayat sonsuza dek sürmez

Ölüler asla dirilmez 

Yorgun akan ırmak bile 

Dönüp dolanıp 

Denizin güvenli sularında son bulur


"Shaw da sizin gibi sonsuza dek yaşamak istemiyor,” dedim, “ama o sizin tam tersinize seksi yavan buluyor.”


Freud gülümseyerek yanıt verdi, “Shaw seksten anlamaz. Aşk kavramıyla uzaktan yakından en ufak bir ilgisi yoktur. Onun oyunlarının hiçbirinde gerçek bir aşk hikayesi yoktur. Belki de tarihteki en büyük tutku olan Sezar’ın aşk hikayesiyle alay eder. Kasten, kötü niyetle Kleopatra’yı tüm ihtişamından yoksun bırakır ve onu önemsiz bir genç kıza indirger. Shaw’ın aşka karşı tuhaf tavrının ve tüm insan ilişkilerinin birincil tetikleyicisini inkarınının nedeni, onun psikolojisine içkindir. Ki bu inkar onun kadar muazzam bir entelektüel donanıma sahip birinin oyunlarının dünya çapında ün kazanmasına engel olmuştur. Shaw’ın bizzat kendisi yazdığı önsözlerden birinde mizacındaki münzevi doğrultuyu vurgulamıştır. Pek çok hata yapmış olabilirim ama seks içgüdüsünün baskın olduğunu vurgularken hiç hata yapmamış olduğumdan neredeyse eminim. Çünkü seks içgüdüsü çok güçlü, medeniyetin töreleri ve kuralları ile en sık o çatışıyor. Kendi kendini savunan insanoğlu seksin ağırlıklı önemini yok sayma arayışındadır. Rusçayı kurcalayacak olursanız, bir atasözü şöyle der, Tatar bel altında yaratılmıştır. Herhangi bir insan duygusunu analiz edin, duyguyu seksin alanından dilediğiniz kadar koparın, emin olun ki biryerlerde birincil tetikleyiciyi keşfedeceksiniz, o tetikleyici ki hayatın kendisi sürekliliğini ona borçludur.”


Bu bakış açısını tüm modern yazarlara giydirmeyi kesinlikle başardınız. Psikanaliz edebiyata yeni yoğunluklar kattı. 


Psikanaliz de edebiyat ve felsefeden çok şey aldı. Nietzsche ilk psikanalizcilerden biridir. Onun sezgilerinin bizim keşiflerimizin habercisi olma boyutları oldukça şaşırtıcı. Hiç kimse insan davranışının ikili güdülenmesini ve haz ilkesinin sürüp giden bu salınımın üzerindeki diretmesini onun kadar derinlikli olarak tanımamıştır. Onun Zerdüşt’ü şöyle der:


Keder 

Gözyaşı: Gider! 

Ama Haz sonsuzluğu arzular

Hiç sönmeyen, derin sonsuzluğu 


Psikanaliz Avusturya ve Almanya’da Amerika Birleşik devletlerinde olduğundan daha yaygın tartışıldı belki ama buna rağmen edebiyat üzerine etkisi muazzam oldu. 


Thomas Mann ve Hugo von Hofmannsthal bize çok şey borçludur. Schnitzler büyük ölçüde benim gelişimimi takip etmiştir. Benim bilimsel olarak ortaya koymaya çalıştığım şeyleri şiirsel olarak ifade etmiştir. Ama o takdirde, Dr. Schnitzler yalnızca bir şair değildir, aynı zamanda bir bilim adamıdır.


 “Siz,” diye yanıtladım, “yalnızca bir bilim adamı değil, aynı zamanda bir şairsiniz.” Ve konuşmaya şöyle devam ettim, “Amerikan edebiyatı psikanalize batmış durumda. Rupert Hughes, Harvey O’Higgins ve diğerleri sizin çevirilerinizi yapıyorlar. Artık psikanalizi belli bir biçimde kullanmayan yeni bir roman bulmak pek mümkün görünmüyor. Oyun yazarlarından Eugene O’Neill ve Sydney Howard size çok şey borçlular. Örneğin Gümüş Sicim yalnızca Odip kompleksinin oyunlaştırılmış halidir.”


 “Biliyorum,”diye yanıtladı Freud. “İltifatlarınıza müteşekkirim ama ben Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kendi ünümden korkuyorum. Psikanalize Amerikan ilgisi çok da derinlere gitmiyor. Yaygın kitleselleşme, ciddi araştırma yapmadan yapay kabullenmelere yol açıyor. İnsanlar sadece sinemadan ya da basından öğrendikleri ifadeleri tekrarlıyorlar. Onu papağan gibi tekrarlayabildikleri için psikanalizi anladıklarını hayal ediyorlar! Psikanalizin Avrupalı merkezlerde daha yoğun olarak çalışılmasını tercih ederim.


 “Amerika beni resmi olarak tanıyan ilk ülke oldu. Avrupa’da hala dışlanıyorken, Clark Üniversitesi bana fahri bir unvan bahşetti. Bununla birlikte, Amerika psikanaliz çalışmalarına çok az özgün katkıda bulunmuştur. 

 

“Amerikalılar zekice genellemeler yapan insanlardır, ama nadiren yaratıcı düşünür olabilirler. Dahası, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ve aynı zamanda Avusturya’daki tıp tekelleri alanı ele geçirmeye çalışıyorlar. Psikanalizi yalnızca doktorların eline terketmek onun gelişimi açısından ölümcül olacaktır. Psikanalist için tıp eğitimi çoğunlukla bir avantaj olduğu kadar dezavantajdır da. Eğer kabul görmüş belli bilimsel uzlaşımlar öğrencinin zihninde çok derin bir biçimde kabuk bağlarsa, tıp eğitimi bir dezavantaja dönüşür.”


Freud her ne pahasına olursa olsun gerçeği söylemek zorundaydı! Her ne kadar hayranlarının çoğu orada olsa da, kendisini Amerika’ya dalkavukluk etmek için zorlayamazdı. Hatta yetmişine merdiven dayadığı şu günlerde bile kendini, onu şu anda bile yalnızca hasetle kabullenebilen tıp mesleği ile barış ilan etme noktasına getiremezdi. Tavizsiz dürüstlüğüne karşı Freud nezaketin ruhuydu. Bütün önerileri sabırla dinliyordu, röportajcısını yıldırıp sindirmek için asla çaba göstermiyordu. Huzurundan bir armağanla, bir misafirperverlik yadigarı ile ayrılmayan pek az konuk vardır!


Karanlık çöktü. Benim için bir zamanlar Hapsburg imparatorluğunun payitahtı olan şehre giden trene binme vakti gelmişti. Freud benim ayrılışımı izleyebilmek için, karısı ve kızıyla birlikte dağdan ayrılıp şehre geri dönen yoldaki basamakları tırmandı. Bana veda ederken sıkıntılı ve üzgün baktı. “Beni karamsar biri olarak gösterme,” dedi son bir kez el sıkışırken. “Dünyayı hor görmüyorum. Dünyayı küçümseyici ifadeler kullanmak onunla kur yapmanın, izleyiciler ve alkışlar kazanmanın bir başka yöntemidir! Hayır, ben karamsar değilim, çocuğum, karım ve çiçeklerim olduğu sürece karamsar değilim! Çok şükür çiçeklerin ne bir karakterleri ne de karmaşıklıkları var” diye ekledi gülümseyerek:


"Çiçeklerimi seviyorum. Ve mutsuz değilim -en azından başkalarından- daha mutsuz değilim."


Trenimin düdüğü gecenin içinde acı acı öttü. Araba beni hızla istasyona götürdü. Sigmund Freud’un gri kafası ve hafifçe eğilmiş silüeti uzakta ağır ağır kayboldu. 


Ödip gibi Freud da Sfenks’in gözlerinin içine dik dik ve derinden bakmıştı. Canavar her yolcuya bilmecesini sorar. Cevabı bilmeyen gezgini yakalar ve hızla kayalıklara fırlatır. Ama ortadan kaldırdıklarına, sırrını çözenlere olduğundan çok daha şefkatli olabilir. 

Daha fazla yazı yok
2024-04-25 03:39:57