Geçmiş orta yaş bunalımındaki ünlü bir fotoğrafçının bir fotoğrafın peşinde İstanbul’dan Mardin’e gidişini bir yol filmi formatında anlatıyor. 

Altın Koza için 12 yapımın yarıştığı Adana Film Festivali’nde ilk iki günün ardından çoğunluğu erkeklerin merkezde yer aldığı ve aile travmalarıyla hayatın anlamına dair bunalımlar yaşayan yalnız karakterlerin hikayelerinin öne çıktığını gördük. Aile travmaları memleketimizde her türlüsüne çok rastladığımız bir durum malum. Mehmet Salih’te alt tabakadan yoksul bir ailenin dramını izlerken, Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’da ise orta sınıftan bir ailenin iç muhasebesine tanık olduk. Tarla ise odak noktasına maddi sıkıntılarına bir çözüm arayışıyla ailesine dönen orta ölçekli bir imalatçının hikayesini anlatıyordu ama yine aile ve aile içi ilişkiler/çekişmeler/uzlaşmalar ön plandaydı. Yaratıcı işlerle uğraşan ve varoluş bunalımı yaşayan baş karakterlerin (ki bunlar hep erkek nedense, kadınların böylesi bunalımları pek olmuyor anlaşılan) yer aldığı iki filmden Bana Git De genç bir müzisyenin bir şarkının peşinde İstanbul’dan Urfa’ya gidişini bir yol filmi formatında anlatıyordu. İlk uzun metrajlı filmiyle Adana’ya gelen Çağdaş Çağrı’nın filmi Geçmiş ise ortayaş bunalımındaki ünlü bir fotoğrafçının bir fotoğrafın peşinde İstanbul’dan Mardin’e gidişini bir yol filmi formatında anlatıyor. Uzun lafın kısası sinemamız adına ilginç ve tuhaf kesişimlerle dolu bir yıl.

Çağdaş Çağrı’nın usta yönetmen Yusuf Kurçenli’ye adadığı Geçmiş ilginç bir şekilde Yusuf adlı ünlü bir fotoğrafçının hayatından bir kesidi anlatıyor. (Burada küçük bir parantez açıp filmdeki Yusuf ile Yusuf Kurçenli arasında herhangi bir bağ olmadığını belirtmek gerek zira Adana’daki gösterimin ardından bu konuyla ilgili bir soru geldi ve yönetmen bu açıklamayı yaptı.) Filmin hemen başlarında Pulitzer Ödülü’nü kazandığını öğrendiğimiz Yusuf ilk bakışta mükemmel bir hayat sürüyor gibi dursa da (Boğaz manzaralı bir daire, etrafında güzel kadınlar, şöhret ve ödüller) aslında son derece mutsuzdur. Evinin duvarına astığı büyük bir fotoğraftaki genç kadının gözlerindeki ışıltıya duyduğu özlem, onu kendi hayatının anlamsızlığıyla yüzleşmeye zorlamakta ve her şeye rağmen ne kadar yalnız olduğuna ağlamaktadır. Nihayet daha fazla dayanamaz ve genç kızın Mardin’de yıllar önce çektiği fotoğrafını da yanına alarak yola koyulur. 

İyi bir yol filminden yola çıkan karakter (veya karakterlerin) değişmesini ve izleyiciyi de değiştirmesini bekleriz. Bu Odysseia’dan beri böyle. Yol boyunca yaşadıkları onu yolun sonunda bambaşka bir karaktere dönüştürecek ve aslında izlediğimiz yolculuğun onun iç yolculuğu olduğunu anlamamıza yol açacaktır. Geçmiş’te de, adından anladığımız üzre, Yusuf’un kendi geçmişine (ki geçmiş, en çok masumiyeti temsil ediyor onun için) doğru yaptığı bir yolculuk var ve o da yol boyunca kimi olaylar yaşayıp kimi insanlarla karşılaşıyor ama ne yazık ki izleyicide bir değişime yol açmadığı gibi karakterin değişimine dair de bir ipucu görülmüyor. Henüz izlemeyenleri filme dair detayların ifşa edileceği bölümün geldiği hususunda uyaralım ve meseleyi şöyle açalım: Yusuf kadınlara eşya gibi davranan, ilerlemiş yaşına rağmen bağlılıktan kaçınan, sorumluluk almaktan ve hatta oturduğu evi toplamaktan bile aciz bir fotoğrafçı. İşinin doğası gereği oradan oraya savruluyor belli ki ve anlaşılan bunun rahatlığına sığınmış. Vazgeçemediği tek şeyin zincirleme içtiği sigaraları olduğunu söylersek yanılmış olmayız herhalde. Ama tüm bunlara rağmen yalnızlıktan muzdarip. Filmin sonunda çamurlu bir tarlada yapayalnız kaldığındıysa "ne gibi bir aydınlanma yaşıyor" ya da "ne yönde değişiyor Yusuf" diye sorarsanız, yanıt yok. Yönetmenin kafasında vardır muhakkak ama biz izleyiciler karanlıktayız. Filmin başından beri puslu İstanbul manzaraları çeken Yusuf yeni bir fotoğraf çekecek mi mesela ve çekerse ne olacak o karede? Bilmiyoruz. Yolculuk nereye vardı yani, 20 yıl sonra artık yaşlanmış bir sima bulduğunda karşısında (fotoğraftaki kızdan söz ediyoruz) ne yaşadı, ne hisseti, biz ne hissettik hatta… Tüm bunlar filmin ağır temposunun ve kaba çizgilerle çizilmiş yan karakterlerin eksik öykülerinin yanına eklenince bir hayli yavan bir his bırakıyor izleyicide. Yusuf gibi tepkisiz ve duygularından kopmuş karakterler akla sıklıkla Albert Camus’nün Yabancı romanındaki baş karakteri getirir ve çoğunun da ilham noktası odur zaten. Annesinin ölümü karşısında bile tepki vermeyen Meursault romanın bir yerinde öyle bir eylem yapar ki tüm o yabancılaşmasının onu getirdiği noktayı görürüz. Burada da eksik olan buna benzer bir eylem, ya da her şeyi anlamlandıracak bir final kanımızca.

Bülent Emin Yarar filmin gösteriminden sonra yapılan söyleşide “Çağdaş bana bu rolü teklif ettiğinde çok kortum, ama ona çaktırmadım” dedi. Korkularının sebebini anlamak zor değil. Türkiye’nin en iyi oyuncularından biri olduğuna en ufak bir şüphemizin olmadığı Bülent Emin Yarar hemen her karesinde yer aldığı Geçmiş’te çok zorlu bir işin altına girerken elindeki senaryonun ona pek bir malzeme vermediğini fark etmiştir muhakkak. Zaten diyaloglar bir hayli sınırlı ve yer yer tekrarlara saplanıyor, Yusuf’un karşılaştığı karakterler de onun yolculuğuna yeni yönler, yeni açılımlar sağlamayınca oyuncudan mucize beklemek anlamsız oluyor. Vermeyince mabud derler ya, aynı hesap. Volga Sorgu gibi sinemamızın en aykırı tiplerinden birinin de yine alelade yazılmış bir tiplemede harcandığını düşünüyoruz doğrusu. Kısacası tüm kadro sağlam isimlerden kurulu belki ama (topu topu 5-6 oyuncudan söz ediyoruz zaten) senaryo hiçbirine imkan tanımadığı için heba oluyorlar. Film ilk dakikalarından itibaren sarkmaya başlıyor ve Yusuf’un hissettiği sıkıntıyı, başka bir düzlemde, biz izleyiciler de hissetmeye başlıyoruz. Hiç mi beğenmedin filmi, hiç mi yok güzel bir şey diyenlere de yanıtım var: Yusuf’un gece konakladığı motelde yatmaya/ sohbet etmeye yeltendiği Rus fahişeyle olan sahne belki de filmin en ilginç sahnesi olarak kalıyor akıllarda, hakkını teslim edelim. Bir türlü sorularına yanıt alamayan Yusuf oteldeki görevliyi çağırdığında kızın sağır dilsiz öğrenir ve “Manyak mısını siz kardeşim” diye çıkışır ve “Yatılır mı hiç böyle kızla” diye sorduğunda aldığı cevap çok sahici ve Yusuf’un sahtekarlığının en net yansımasıdır: “Neden yatılmasın ki?” Keşke Çağdaş Çağrı bu sahneyi yazarken yaşadığı yaratıcılık patlamasını tüm filmde yaşasaydı, işte o zaman bu film başka bir şey olur, işte o zaman Bülent Emin Yarar sinemamızın unutulmaz karakterlerinden birini yaratırdı. Keşke diye diye…

Daha fazla yazı yok
2024-03-29 02:11:56