A password will be e-mailed to you.

13. İstanbul Bienali’ne katılmak üzere İstanbul’a gelen Meksikalı sanatçı Héctor Zamora ile Bienal kapsamında sanatseverlere sunacağı performansından, Gezi Parkı Direnişi’nden, biraz futboldan ama çokça sanattan konuştuk…

Hüseyin Sidar Emen: Genellikle kamusal alanda çalışmayı tercih ediyorsunuz. Peki, kamusal alanda çalışmakla kamusal alan ile ilgili çalışmak arasında ne gibi farklar var?

Héctor Zamora: Öncelikle kamusal alanın ne olduğu anlamamız gerekir. Rahatça içine girip dışına çıkabildiğimiz yerdir kamusal alan. (oturduğumuz kafeyi göstererek) Burası özel bir alan olarak görünse de isteyenin gelip çayını, kahvesini içebileceği kamusal bir alandır. Müzeler de para verip girebildiğimiz yerler olsa da oralar da birer kamusal alandır. Açık alanın farkı ise girip çıkmak için herhangi bir bariyer, kapı veya sınır olmaması. İnsanlar müzeye sanat görmeye giderler, ona odaklanırlar. Fakat açık alanda ise o sanatsal çalışmanın etrafından akarlar; caddede yürüyorlardır veya bir yere yetişmeye çalışıyorlardır. Yani sanat görmeye odaklı oraya gelmemişlerdir. Duvarlarla korunmuş bir kapalı alandaki limitler açık alanda yoktur ve bu benim daha fazla ilgimi çekiyor. Dışarıda kendi kontrolünde olmayan birçok şeyle; riskle, zorlukla karşılaşırsın, bir beyaz küp içinde çalışmak gibi değildir yani bu.  Açık alanda toplumu ilgilendiren politik konularla ilgili işler yapabiliyorsun ve bunu açık alanda yapmak çok daha kolay olur. Böyle konuları halk tarafından tartışılsın diye ortaya koyuyorsun. Bu durum benim için çok çekici. Çünkü dışarıda sanatla ilgili olmayan insanlarla karşılaşırsın ve sanatla ilgili olan insanlara nazaran bu insanların yorumları daha taze, daha orijinal oluyor. 

HSE: Yine buradan devamla sokak ve mahrem arasındaki gerilimli durumdan bahsedelim biraz da. Yani sizce ikisinin arasında bir gerilim mi var yoksa ikisi birbirinin devamı niteliğinde şeyler mi?

HZ: Bazen kurallar çok sıkı olur ve sokak ile mahremin bir araya gelmesi çok zor olur; kamusal alanda istediğiniz şeyi yapamazsınız.  Tabi bu durum da topluma göre değişir. Örneğin Birleşik Devletler’ de kamusal alan çok daha karmaşıktır. Herkesin mahreminin ve rahatının korunması için bir sürü kurallar vardır. Bir sanatçı olarak da istediğini yapamazsın. İstanbul’da, Meksika’da, Brezilya’da, Güney Amerika’da veya Hindistan’da kamusal alanlar hala daha kaotik fakat aynı zamanda daha organik, daha serbest ve daha samimi durumda. Bu yerlerde gündelik hayatla çakışan işler yapabiliyorsunuz. 

HSE: Sizce mimarlar sadece mimar mı olmalı yoksa aynı zamanda sanatçı da olmalılar mı? 

HZ: Kariyerler, alanlar arasında böyle sınırlar, limitler olduğuna inanmıyorum. Ben aslında grafik dizayn ediyordum ama bir dönem mimarlık da yaptım. İnsanlar bir şeyi yaparken aynı zamanda felsefe, sanat, bilim, şiir gibi alanlarla da ilgilenebilirler. 

HSE: İşbölümü ve uzmanlaşmanın yoğunlaştığı zamanlarda, ki o zamanları yaşıyoruz, insanların tek yönlü çalıştığı ve sadece bu yönde kendini geliştirmeye çalıştığı söylenir. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

HZ: Bütün alanlardaki sınırlar kalkmalı bence. Toplumdan başlayıp kültüre, inançlara, işbölümüne varana kadar sınırlar çoğalıyor. Fakat bu değişmeli.  Kültürler ve toplumlar ne kadar karmaşıksa bu sınırlar hakkında daha az endişe duyarlar. Sınırlara öncelik verdiğin zaman sorunlar ortaya çıkıyor. Fakat her şeyin olabileceğini düşündüğünde işte o zaman daha kolay bir arada yaşayabiliyorsun. Benim sanat çalışmalarımda da bunu görebilirsiniz. Bir materyalden bir diğerine atlıyorum. Her şey o anki işin içeriğine göre değişebiliyor; işe adapte oluyorum. 

HSE: İstanbul’u gezme fırsatınız oldu mu? Ne düşünüyorsunuz İstanbul hakkında?

HZ: Bu sefer henüz gezemedim ama bir önceki gelişimde biraz gezme imkanım olmuştu. Sao Paulo ile İstanbul arasında büyük bir benzerlik var. Bu iki şehrin benzer problemleri var. Hem buradaki hem oradaki protestolar da bunu gösteriyor. İkisi de büyüyen şehirler ve hükümetle halk arasında sorunlar oluyor. Bu şehirlerde hala sınırlar var fakat bu sınırlar oldukça esnek. Yani kozmopolit bir şehir burası. Sadece insanların nereden geldiği veya nasıl göründükleriyle alakalı değil, inanç olarak da birçok dine mensup insanın bir arada yaşadığı bir şehir. Toplumun kendisi de bu sınırların kalkması için çaba gösteriyor. Belki sınırlar var olmaya devam edebilir fakat o sınırların esneklik kazanabilmesi çok önemli. Neticede doğada da sadece siyah ve beyaz yoktur. 

HSE: Bildiğiniz gibi İstanbul’da yakın zamanda Gezi Parkı eylemleri yapıldı. Hemen hemen eşzamanlı olarak Brezilya’da toplu taşıma araçları ücretlerine yapılan zamları protesto etmek içinde eylemler oldu. Bir sanatçı olarak bu olaylara nasıl bakıyorsunuz?

HZ: Bunlar toplumun gerçekleştirdiği önemli hareketler. Protestolar toplumun bir şekilde bir şeylerden tatmin olmadığını gösteriyor. Oturduğun yerden sorunlar hakkında konuşabilirsin ama bunu sokağa taşıdığında uluslararası bir ses getirebiliyorsun. Artık yeni jenerasyon, hatta benim jenerasyonum, hatta benden önceki jenerasyonlar, devletin ya da hükümetin ‘bunu yapacaksın çünkü ben sana bunun doğru olduğunu söylüyorum’ tarzı cümleleri izlemeyeceğini, onları takip etmeyeceğini gösterdiler. Onlar bizim için çalışıyor, biz onlar için değil. Toplumumuz adına doğru şeyi yapmaları için onlara maaş veriyoruz. Eğer doğru şeyleri yapmıyorlarsa kovulmalılar. 

Sanatımda da böyle bir strateji izliyorum. Tabi ki bir haftalığına geldiğim yerdeki şeyleri değiştirmeye çalışmıyorum ama yaptığım işle kendi yorumumu yapıyorum; ben de oraya bir nokta koyuyorum. 

HSE: Brezilya demişken futboldan da bahsetmek gerekiyor. 

HZ: Ben futboldan pek anlamam ama evet, Brezilya’da futbol önemlidir. Ama ben Brezilyalı değilim, Meksikalıyım(gülüşmeler).

HSE: Futbolun hayat olduğu söylenir, peki sanat?

HZ: Benim için hayattır. Brezilya’da sanatla ilgilenen, her sınıftan insan bulabilirsiniz. Çünkü güçlü bir sanat geleneği var, 50lerde bile bienal vardı Brezilya’da. Bu sebeple birçok insan çağdaş sanata ilgi duyuyor. Fakat Meksika’da bunu bulamazsınız. Sadece zengin sınıf sanatla ilgilenir. 

HSE: Buradaki performansınızdan bahsedelim biraz da. Sanatseverlerin merakını uyandıralım isterseniz. 

HZ: Performansın genel özellikleri hakkında birçok şey söyleyebilirim. Tuğlalar olacak ve bu tuğlaları birbirine atacak işçiler olacak. Bunun beyaz küp bir galeride olmaması çok önemli. Mimar Sinan Üniversitesi’nin sergi alanında gerçekleştirilecek bu performans. O üniversitede mimarlar yetişiyor ve bu mimarlar şehirleri inşa edecekler. Bu açıdan da performansın MSGSÜ’de gerçekleşecek olması çok önemli. Bunun dışında, Gezi Parkı ile ilgili olayları Sao Paulo’dayken izlemiştim, insanlar elden ele taşları taşıyarak barikatlar yapıyorlardı. Ona da bir gönderme var. Aynı zamanda insanlar hep birlikte bir makine gibi çalışarak bir şeyler inşa ediyor, oraya da bir gönderme var. 

HSE: Bu performansı izlemiştim. Bu bir inşa mı yoksa yıkım mı?

HZ: İkisi de olabilir(tekrar gülüşüyoruz), bakış açına göre değişir bu. Bana göre yıkımdan çok inşa. Sadece fiziksel bir durum değil, halkın zihninde nasıl bir şey inşa edeceği de önemli. Bu, Gezi Parkı olaylarından önce planlanmış bir performans. Fakat bu protestolarda benzer görüntüleri izleyince, performansın kazandığı yeni boyut beni de şaşırttı. Burada insanlar nasıl bir tepki verecek, göreceğiz. 

HSE: Son olarak, Gezi Parkı demişken, protestolar sırasında o kadar renkli ve orijinal şeyler ortaya çıktı ki bazı sanatçılar ve sanat eleştirmenleri, ‘Bu seneki bienali yapmaya gerek yok, bu zaten bir açık hava bienali’ şeklinde yorumlar yaptılar. Siz ne düşünürsünüz bu konuda?

HZ: Bu doğru olabilir. Tabi ki burada birçok şey oldu. Şüphesiz protestolar çok doğaldı, organikti. Ve eğer bunu iki senede bir yaparsanız bienal, üç senede bir yaparsanız trienal olur(ve tekrar gülüşüyoruz). Performans hakkında şunları eklemek istiyorum. Bu performansta, normalde işini gözden uzak yerlerde yapan işçiler birden herkesin gözü önünde çalışıyorlar ve bir anda bütün ilgi onlara yöneliyor. Bir anda star oluyorlar yani. Çalışmaya başlarken onlara bazı kelimeler veriyorum ve bu çalışırken bu kelimeleri kullanmalarını söylüyorum. İnsanların içinde kullanırken ayıp olabilecek kelimeler bunlar. Bir süre sonra kendi aralarında konuşup şarkılar söylemeye başlıyorlar. Ve benim verdiğim sözcükleri kullanmak da çok hoşlarına gidiyor. Sözcüklerle ve şarkılarla oluşan bu kakofoni, işçilerin orda oluşlarını kutladıkları bir şölene dönüşüyor. Burada videodakinden daha büyük bir alan olacak ve daha farklı bir yol izlenecek, performans mekana adapte edilecek. 

 

Fotoğraflar ve video sanatçının izniyle kullanılmıştır

Daha fazla yazı yok
2024-04-25 01:01:12