A password will be e-mailed to you.

Gülçin Aksoy’u ilk defa 2009 senesinde Hafriyat Karaköy’de farklı sanatçılarla işbirliği içinde gerçekleştirdiği Tatbikat sergisinde tanıdım. Gözde İlkin, Elif Öner, Serdar Yılmaz, Nadide Argun, Aslı Dinç ve Yasemin Nur Toksoy ile gerçekleştirdiği bu sergi, süreç içinde sürekli dönüşen mekanıyla, sergi içinde kendiliğinden oluşan anlarla birlikte kurgulanan senaryosuyla, sergi alanını açık bir film setine dönüştüren deneysel ve performatif bir projeydi. Sekiz sene sonra onunla Berlin’de farklı bir coğrafyada yeniden buluşup sohbet etmek  bellek tazeleyici ve heyecan verici bir karşılaşma oldu. Gülçin Aksoy ile Berlin’de geçirdiği zamanı ve burada gerçekleştirdiği ‘açık stüdyo’ etkinliğini, İstanbul’daki atölyesi ve üzerinde çalıştığı projeleri hakkında konuştuk.  

 

Geçtiğimiz bir ay boyunca Berlin’de yaşadın ve ürettin. Aslında bir ay derinlikli bir misafir programı için yeterli gibi zaman gibi gelmese de, sen bu süreç içersinde üç tane yeni iş ürettin. İstanbul hüznü, Berlin sonbaharı ve bu arada Samsun’dan gelen bir resim… Yeni işleri tetikleyen bu süreçten bahseder misin?

Gülçin Aksoy: Berlin yabancı olmadığım bir şehir, hatta kendimi rahat hissettiğim bir yer. Misafirlik süreci boyunca, her ne kadar aklım, sevdiğim, cinnet memleketimde olsa da yaşadığım karşılaşmalar, ortamın hareketliliği bir süre beni gerçekliğimden kopardı, başka bir seyre daldım. Başta, aklımda sadece kendimle kalmak, İstanbul’da yaşadığım ortamın yorgunluğundan kurtulmak vardı. Bir anlamda kurtuldum da.  Fakat düşündüğüm gibi kendimle kalarak değil, şehirle, insanlarla karşılaşarak yaşadım bu hissiyatı. Hatta seninle karşılaşmamız ve bir saat diyerek başladığımız, geceye kadar uzayan sohbetimiz de sürecin parçası oldu. Ortak konu elbette İstanbul ve memleket manzarasıydı.

Gülçin Aksoy ile Didem Yazıcı

İstanbul hüznü, Berlin sonbaharı ve Samsun fotoğrafı… Her şeyi güzel özetleyen bu üçleme, şimdilik yaşantımda önemli bir yer tutuyor. Sonuçta üç şehirden söz ediyoruz. Şehri yaşamaktan, şehrin size yaşattıklarından. Herbirinin sokaklarında yürümenin ayrı tadından. Geçmişle gelen anılardan, anıların şahlamış heykellerinden,  dokunamayışlardan. Şehrin dibine girmeklerden, trafikten, akılda kalan resimlerden, çaysızlıktan, bol bol içmekten, anlamaya çalışmaktan, elini kolunu rahat rahat hareket ettirmekten… Gece atölyeye girerken ışığı yanmayan galeri tabelasını aramaktan, avluya bakan atölye penceremden, gece boyu ışığımın açık kalmasından şikayet eden komşumdan, tatlı Lotte’den… Çocukluğumun sahil kentinden. Böyle yaşanan üç şehirden. Özetle Berlin’de ferah bir kış, İstanbul’da aşk ve nefret, Samsun’da vücuda gelmiş sahte geçmiş diyerek üçlemeyi güncelleyebilirim. Üçlemenin güncellenmiş hali hiç de hesaplamadığım bir durumdu. Çocukluk arkadaşımın yolladığı bir fotoğraf ile süreç birbirine bağlandı ve inanılmaz bir yoğunlukla yaşadığım yer, sergi mekanına dönüştü. Berlin de o kısacık zaman ‘üç şehir ve bir hikaye’ gibi yaşandı. Şimdi Hepsi Hikaye diyerek devam ediyorum..

 

İstanbul’a dönmeden bir gün önce Berlin’de çalıştığın atölyeyi ufak bir sergiye dönüştürerek izleyiciye açtın. Serginin hem kavramsal hem de fiziki anlamda merkezinde yer alan fotoğraf-çizim ve kolaj çalışması 2014 yılında Samsun’da gerçekleştirdiğin Kurtuluş Yolu isimli fotograf ve video çalışmasında yola çıkıyor. Seni Berlin’de bu projeye döndüren ve yeniden ilişkilendiren ne oldu?

Berlin’e geldiğimin ilk haftasıydı sanırım. Beklenmedik bir şekilde, 2014 yılında Samsun’da yaptığım  video ve fotoğraflardan oluşan çalışmanın yapıldığı yere dair bir fotoğraf ile karşılaştım. Yıllardır aklıma takılı kalmış olan ‘donmuş tarih’ sözüne öylesine oturan bir fotoğraftı ki, durmam mümkün değildi. Sözünü ettiğin  Kurtuluş Yolu adlı iş adını yapıldığı yerden alıyor. Atatürk’ün Samsun’a çıktığı yere bu olayı simgeleyen bir realist heykel topluluğu yerleştirilmiş Bandırma Vapuru maketi de arkalarında yer alıyor. Atatürk ve 18 silah arkadaşı karaya doğru yürümekteler. Düzenleme hâlâ orada. 2014 de Cumhur kadın diye adlandırdığım, bu forma soktuğum kendimle bir dizi fotoğraf ve video çekmiş ve sevdiğim işlerden birini üretme şansı yakalamıştım. Sabit duran balmumu karışık heykeller arasında yaşayan ve hareket eden bir tek bendim. Donmuş bir tarihin donmamaya çalışan yüzüydüm bir kadın olarak.

O tarihte şöyle demişim: Sahtenin görünümlerinin sevdası. Olmayacağını bile bile dokunmak istemek. Geçmişin yok sayılması ya da yok edilmesi değil de, ne yaşandı ise her ne ise bana kalan sahtesiyle birlikte bir varoluşu kabul etmek ve anlamlandırmak ‘Kurtuluş Yolu’ nun yolu.

O günden beri  ‘realist heykel ‘diye bu kodlanan heykellerin, düzenlemelerin izini sürüyorum. Bu heykelleri ne zaman görsem resmi tarihin donmuş yüzüne çok uygun anlatımlar olduğunu düşünürüm ve irkilmekten alıkoyamam kendimi. Elbette donmak ve donmamak arasında irkilmek her zaman işe yarıyor.

Berlin’deki ilk haftamda karşılaştığım bu foto aynı heykellerin karlar altında kalmış hallerini gösteriyordu. Denilene göre Samsun son 60 yılın en yüksek kar yağışını almıştı ve Atatürk ve 18 silah arkadaşı karlar altında kalmıştı.  Fotoğrafı çeken gazeteciden izin alarak başladım işe.

Heykeller anıt değildiler, yatay sıralanmışlardı. Hatta ilk şaşkınlıktan sonra, aralarında dolaşıp kontak kurmaya çalıştıktan sonra, sevimli gelmeye başlamışlardı. Bir süre sonra manzaralaştılar. Hani manzara formu yataydır ya… Berlin ağaçlarından oluşan bir çizimi de yanına koymaya karar verdim. Berlin’deydim ve İstanbul’da olduğu gibi ağaç fotoları çekiyordum. Güzeldiler kış ağaçlarıydılar. Geçmişin empresyonist görünümlü güzel ağaçları değil de yapraksız muhteşem dallı kış ağaçları. Farklıydılar daha karaydılar. Ben de siyah üzerine beyaz çiziyordum zaten. Her nedense onlar da geçmişten belki de Berlin’in hüzünlü tarihinden dem vurabilirlerdi. O anda Berlin’de Berlin kışı ve İstanbul hüznü arasında kurgusal bir ağaç haritası haline geldiler. Ve bir gece yine sabaha doğru   sonra yazmaklar girdi devreye. Yazarak çizmekler. Karşılaşmalarımı karşılaştırabileceğim bir duvarım, enfes çok kırılgan kağıdım vardı. Yazdım, yırttım ve duvara tutuşturdum.  Yazmak ve çizmek bir de dokunmak üçlemesi oldu.

 

Kolaj çalışmalarından biri; siyah, ince, nakışta kullanılan hassas bir kağıda yaptığın, yapraksız ağaç çizimi. Bu çalışmanın malzemesi konusunda özellikle ince düşündüğün belli oluyor. Sohbetlerimiz sırasında bu çalışmadan bahsederken, ‘El çizimi ve dijital arasında bir hissiyat. aradığım şey olmakla olmamak arasında, kırılgan’ demiştin. Bu işin yöntemi ve ruh halinden söz eder misin?

Evet bu aralar çok hassas kağıtların üzerine çiziyorum diyelim. Aslında çizmiyor, iz takip ediyorum. Hiç bir zaman çözemeyeceğim doğanın, elimde kalan  izini takip ediyorum. Arada kalan hüzünle yaşamam gerek. Kimisini çiziyor kimisini çizmiyorum Gücüm yettiğince iz çıkartıyorum.  Gördüğümden dijitale, sonra ele uzayan kendimle ve etrafımla azıcık canımı da çıkararak sürdürdüğüm bir hesaplaşma süreci bu. Dijital olanı elle yeniden çiziyorum. Metni yeniden yeniden yazmama izin veren cut-up tekniğin nimetlerinden yararlanıyorum.. Konuya ne kadar dahilim?, Nelerle buraya geldim? Şimdi de elimden gelenler vs. gibi.  Kırılgan olan benim, onlar ve etraf… kırmadan yapmaya çalışmak, ayakta kalmak gibi bir dertle.

 

Cumhur Kadın, Gülçin Aksoy,

Duble Hikaye (2014) isimli çalışman bir nesne olarak kitabı sanatsal bir malzemeye dönüştürmüş. Bir anlamda başlı başına sergi gibi işleyen bu sanatçı kitabı yaşanmışlıklardan yola çıkan, biyografik bir çalışma. Ülkenin siyasi tarihini sert ve esprili bir dille işliyor. Depo’da aynı isimle bir sergi gerçekleştirdin ve bu sanatçı kitabı-sanat işi de bu süreçte ortaya çıktı. Sanatsal bir malzeme olarak kitapla çalışmanın sende yarattığı his ve özgürlük alanı neye karşılık geliyor?

 Kitap formunda dolaşmak hem keyifli hem de zahmetli bir süreç. Anları arka arkaya getirmek sonra o anlar içersinde sağa sola kaçan çizgiler inşa etmek kavramla oynamak  gerek. Kitap formunu binlerce yıllık geçmişi ile dert edinmek gerek. Duble Hikaye o kadar yaşadığım bir sergiydi ki geçmiş sanatsal pratiğimle birlikte, sanat olduğunu düşünmeden ihtiyaçtan yapılmıştı. Elbete sanattı ya da ne diyorsak oydu.

Büyük bir serginin parçasıydı ve toplamıydı Duble Hikaye sanatçı kitabı. Kitap formunda hikayeydi. Sanatçı kitabı formunda ‘iş’ ti. Hem biyografik hem de kurgusaldı. El yapımıydı. 100 adet üretilmişti.  Sergi çoktan bitti fakat kitap formunda bir sergim var diye düşünüyorum. Dolaşabiliyor, kolayca satın alınabiliyor.

O tarihte şöyle demişim: “‘Duble Hikaye’ sanatçı kitabı, kitap medyumunu kullanarak sergiyi kitap içersinde yeniden inşa etmek istemiştir. Bu amaçla sergide yer alan işler oldukları biçimi ile kitapta yer almazlar, daha çok bilinçaltında yer eden görselleri ile yer alırlar ve sanatçı tüm bu yaşananlar üzerine metaforik biçimde konuşur, yazar, çizer. Belirli tarihsel dönemlere referans vermekle birlikte, bireysel belleğin tanıklığı ile hikaye yeniden kurgulanır ve güncellenir.”

 

Gülçin Aksoy

Berlin İstanbul gibi çok-merkezli bir kent. Atölyen Galeri Zilberman’nın bulunduğu, gündelik hayatta Berlin’de sanatçıların yolunun pek düşmediği Charlottenburg’taydı.  Atölyende buluştuğumuz zamanların dışında seninle hep Kreuzberg’de karşılaştık. Bir kentte sanatçı olarak yaşamak demek, dostlarla sergi açılışlarında buluşmak, tartışma ve konuşmalara katılmak, aynı zamanda insanın zihnini, gönlünü ve ruhunu besleyen bir sosyalleşme içinde olmak demek, sanırım özellikle de Berlin’de. Bu anlamda kent dinamiğini nasıl buldun ve burada kalışın süresince belirleyici bir rol oynadı mı?

Charlottenburg bir çeşit Nişantaşı, kendine göre bol galerisi, bol alışveriş merkezleri olmasına rağmen sakin bir hali var. Benim beslenme kaynaklarım ise daha çok Kreuzberg ve civarında. Gelin görün ki Berlin’de hiçbir yer uzak değil veya her yere ulaşmak rahatlığı büyük özgürlük hem de sabaha kadar. Kentin her köşesinde yaşayan bir fikir var. Dolaşma özgürlüğü ve konforu sayesinde bedenle olan ilişki her anlamda sorun olmaktan çıkıyor.  Sokaklarda fikrinizce müdahalesiz dolaşabiliyorsunuz. Elbette bir Türkiyeli olarak Berlin‘de uzun süre yaşasam, yaşama mücadelesi versem Avrupalı kimliğine toslayabileceğim gerçeği de aklımda.

 

İstanbul’daki atölyende, atölye duvarlarına yayılan bir çalışmadan bahsetmiştin. Biraz bu çalışmadan, biraz İstanbul’daki atölyenden ve şuan da üzerinden çalıştığın işlerden bahseder misin?

 Duble Hikaye’den sonra işler birbirini takip etti. Özellikle yapmak istediğim proje maalesef olanaksızlıklar yüzünden hayata geçemedi ama belki de henüz zamanı gelmemiştir diyerek yapılacaklar listesinde duruyor.  Birkaç kavramla çalışıyorum şu ara. Önümüzdeki yıl akışına bıraktığım şekilde sergilenecekler. İşlerimin tamamında başından beri takip ettiğim geliştirdiğim bazı kavramlar var. T.C.’de büyüme ekranına sahip biri olarak arka planda seslerini hep duyduğum birbirine eklenen ‘koro’ lar gibi. ‘Koro’ başlığında 2000 senesinden beri aralıklarla ürettiğim biribirine eklenen bir dizi iş var mesela.

Toplumsal cinsiyeti besleyen geleneksel adlandırmalar üzerinden yürüyen bir diğeri ve Perşembe Pazarı’ndaki küçük atölyemde mekana özgü yaptığım uzun soluklu diğer bir iş diye devam ediyor.  Perşembe Pazarı işi Berlin’de takip ettiğim izlerin toplamı gibi. Tamamı izlerden, iz çıkartmaktan oluşan. hiçlikten bir önceki yermiş gibi görünüp aşama aşama meydana gelen bir iş. İşlerimin çoğunda yer alan ironi bir yerlerden göz kırpıyor ama dünya hali diyerek hüzne daha çok meylettim bu ara.

 

Berlin- İstanbul 2017

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 01:19:05