A password will be e-mailed to you.

Yüksek hızlı aşırı tüketim çemberinin bir parçası olmak ya da olmamaya meyletmek…

Hız hastalığına tutulmuş günümüz dünyasında mutluluk hâlâ olası mı? Yaşam alanlarımızın tüm katmanlarına nüfuz etmiş, hayata yönelik duru bir bakışa izin vermeyen, yaşam kalitemizi düşüren koşuşturma kültürünün içinde kendimize soluk alacak alanlar yaratmaya geç mi kaldık yoksa?

Mutluluğa Dair Bir Düşünce “Yazdıkça inanılmaz bir şey keşfediyordum: O da yavaşlıktı. Yavaşlığın, yavaş hareket olmadığını, kişisel bir hareket ritmi, kişisel bir gelişim ritmi yakalama imkânı olduğunu keşfettim,” diyen Güney Amerikalı dünyaca ünlü yazar ve aktivist Luis Sepúlveda ile tüm dünyada ağ biçiminde örgütlenen Slow Food Hareketi’nin kurucusu Carlo Petrini’yi tam da bu sorular ekseninde bir araya getiriyor.

 

Can Yayınları’ndan çıkan Mutluluğa Dair Bir Düşünce’den tadımlık bir bölüm:

 

Mutluluğa Dair Bir Düşünce

“Yazar, gazeteci, dramaturg, en başta da vatandaş olarak kat ettiğim, deneyimlerle dolu uzun yolda aklımda her zaman şu temel düşünce olmuştur: Daha iyi bir dünya için yapılan her şeyin bir çıkış noktası vardır ve bu çıkış noktası iyi bir yaşam, kelimenin tam anlamıyla mutlu bir yaşam hakkını elde etmektir. “Mutluluk” sözcüğü birçok şey içerir. Örneğin, yakınımızdaki bir kişinin sosyal adaletsizliğe uğradığını bilmek, mutluluk düşüncemize açılan bir yaradır. Adaletsizliğin yok edilmesi ve o kişinin sorununu çözmesi için katkıda bulunduğumuz zaman, o mutluluk düşüncesi adına çalışırız.

Görünüşte çok basit gibi duran bir duyguyu tatmak için genellikle zor bir sınavdan geçmemiz, yani kişisel yaşam ritmimizi belirlememiz gerekir. Bu, bugün bizlere hızlı doyumun eşanlamlı sözcüğü gibi önerilen baş döndürücü hız söylencesine yenik düşmemek için mücadele etmek anlamına gelir. Acele edersek önce ulaşırız, diye düşünürüz: doyuma da, hazza da. Çünkü hızın insanın hizmetinde olduğu bir dünyada yaşadığımızı düşünürüz. Ama bu doğru değildir. Bir örnek vermek gerekirse, 2013 yılının sonunda Filipinler’de on binden fazla kişinin ölmesine yol açan korkunç bir iklim felaketinden söz edebiliriz. Bu olayda bir milyon kişi her şeyini kaybetti. İletişimin, görünürde tüm kurumlar arasında, her toplumsal düzeyde inanılmaz bir süratle gerçekleştiği bir dünyada, hızlılık o anda işe yaramadığı gibi, tamamen durdu. Dünya, her şeyini kaybetmiş, hatta kimsesiz kalmış insanlara yardım elini ancak iki hafta sonra uzatabilmişti. Üstelik böyle bir şey ilk kez meydana gelmiyordu.

İnternetin sadece on beş yıl önce haberleşmeyi inanılmaz derecede hızlandırdığı ve zenginleştirdiği söyleniyor. Peki bu gerçek haberleşme mi? Yoksa sadece bir miktar haberin yayılması mı? Yoksa haberleşme deformasyonu mu? Herkes bir cep telefonuna sahip olduğu için –ya da biz öyle sanıyoruz– ânında iletişim cennetinde yaşadığımızı düşünürüz. Bazı bakımlardan tabii ki hayatı oldukça kolaylaştıran bir araçtır. Ama hayatı hızlandırdığı ve iyileştirdiği söylenemez. Çünkü her şeyden önce o sadece bir eşyadır. Ayrıca, çalışabilmesi için şu iki önemli elementten meydana gelen bir bataryaya ihtiyacı vardır: lityum ve koltan diye bilinen kolumbit-tantalit karışımı. Şu işe bakın ki, bu mineral yataklarına sahip ülkelerin çoğu Afrika ülkeleri! Bu ülkeler önce, düşük,çok düşük bir fiyata, gitgide artan koltan ve lityum elde etme girişimleriyle karşı karşıya kaldılar, ardından da siyasal sistemleri istikrarsızlığa uğradı. Biz bu konuda hiçbir şey bilmiyoruz. Ânında ulaştığımız bu bilgi, söz konusu mineralleri, yani cep telefonlarının bataryalarının yapımına olanak sağlayan hammaddeleri üreten ülkelerde olup bitenler söz konusu olduğunda neredeyse tamamen siliniyor. Sonuçta bunlar teoride daha hızlı ve daha kolay bir yaşam sağlayan haberleşme sisteminin temelini oluşturuyor. Bu bir çelişki değil mi?

Beni kaygılandıran birçok çelişkiden sadece bir örnek bu; onun için de, bugün, kişisel ve eşsiz yaşam ritmimize sahip çıkmamız, özellikle de yavaşlık hakkımızı savunmamız gerektiğini tüm kalbimle dile getirmeden edemiyorum. Dünya çok önemli ya da kötü şeyleri görme yeteneğini yitirdi, çünkü durup bakmıyor bile. Hayran olduğum Rus şair Vladimir Mayakovski “Bilgelik İçin Dua” başlıklı şiirinin bir mısrasında şöyle der: “Dur, tıpkı uçurumu hisseden bir at gibi.” Eğer durursan, en azından düşünme fırsatın olur, uçuruma doğru koşmanın iyi bir seçim olup olmadığını, başka bir yol izlemenin ya da geri dönmenin daha iyi olup olmayacağını sorabilirsin kendine. Günümüzde, basit gibi duran ama hiç de öyle olmayan bir yeteneğe, yani koşumuzu durdurup düşünme yeteneğine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum: Dur ve bu baş döndürücü yaşam ritmi seni gerçekten bir yerlere götürüyor mu diye düşünmeye başla; gerçekten mutlu bir insan yazgısına götürebilir mi diye düşün.

Edebiyata Dair Bir Düşünce

Yavaşlık aracılığıyla mutluluğu arama düşüncesi sanırım tüm yapıtlarımda, özellikle de “Yavaşlığın Önemini Keşfeden Bir Salyangozun Öyküsü” adlı masalımda ortaya çıkar. Salyangoz, sorunların bilincine ve çözümüne birdenbire değil adım adım ulaşılacağı düşüncesini yansıtıyor: Olayların neden belli bir şekilde meydana geldiğini ve her birimizin yapabileceği şeyleri anlamak, genellikle uzun ve sancılı bir süreçtir. Masalım, tüm yazınsal yapıtlarımda üzerinde durmaya çalıştığım konuları ele alıyor: sorumluluk, hoşgörü, cesaret ve bugünü anlayıp geleceği tahmin edebilmek için başvurulması gereken bellek. İşte bu nedenle, küçük yaşta olan ama gelecekte bizim hazırladığımız gerçekle karşı karşıya kalacak çocuklar için düşünülmüş olsa da yetişkin okurlar için de yazılmıştır.

“Çocuk edebiyatı” diye adlandırılan yapıtları inceledikten sonra çocuklar için yazmaya başladım. Altı çocuğum var; onların okuduğu kitaplarla ilgilenmeye başladığım dönemde Almanya’da oturuyorduk. Hatırlıyorum, yağmurlu bir gündü, çocuklarımın o yarıyılda okumaları gereken kitapları almak için devlet kütüphanesine gitmiştim. Yağmurun dinmesini beklemek için bir lokale girip bir bira ısmarladım. Uyuşuk uyuşuk, çocuklarım için aldığım kitapları karıştırıyordum. Bunların, deneyimi az ya da küçük yaştaki çocuklar için yazılmış kitaplar olmadığını fark ettim. Hitap ettikleri okura saygı göstermeyen, çok olumsuz bir biçimde ideolojik, küçük budalalar için yazılmış kitaplardı. Hiçbir değere sahip değillerdi. Bu tür edebiyat beni kaygılandırdığı için aklıma bir fikir geldi ve içimden, “Böyle bir şey olamaz. Önem verdiğim erdemlerle ilgili bir şeyler yazmak ve bunu hayatlarının daha başında olan küçük okurlarla paylaşmak istiyorum,” dedim.

İşte böylece ilk masalım Martıya Uçmayı Öğreten Kedi doğdu. Bir kuşak onu okuyarak büyüdüğü için, bir tür nesil kitabı olduğunu söyleyebilirim. Sahip olmamız gereken erdemleri, bizden daha güçsüz, dünyaya ayak uydurabilmek için bizim kadar olanağı olmayanları korumak gibi görevlerimizi anlatmak için yazdım. Temel bir erdemden, farklı olana saygıdan, yaşamın ve dünyanın farklılığını korkmadan, sevinçle yaşama becerisinden söz ettim. Bütün bunları başkahramanların hayvanlar olduğu bir kitap aracılığıyla daha kolay anlattım. Okurların beni çok duygulandıran tepkileri, çabamın bir anlamı olduğu inancımı doğruladı. Bu çocuklar için yazdığım kitapların ilki ve en zoruydu. Yıllar sonra, yine bir masal, Miks, Maks ve Meks’in Öyküsü adlı kitabımı yazdım ve arkadaşlığın büyük değerini anlatmaya ve bir kez daha farklılık üzerine, özellikle engelli bir canlı varlığın da tamamen normal bir yaşam sürebileceği üzerine yoğunlaşmaya çalıştım.

Üç masalımdan ikisinin başkahramanı olan kediler, Almanya’da yaşadığım dönemde tanıdığım ve ezoterik diyebileceğim tuhaf bir anı yaşadığın bir insan sayesinde ortaya çıktılar.

Yıllar önce, Hamburg’dayken ekmeğimi kazandığım derginin redaksiyon bölümüne Çinli bir astrolog geldi, inanılmaz derecede sevimli bir adamdı. Gazetenin yurtdışı kültür sayfasından sorumlu arkadaşımızla kusursuz bir Almancayla söyleşi yaptı. Kendisine hayran kalan arkadaşımız onu, daha o zamanlar lezzetli organik yemeklerin yapıldığı gazete yemekhanesine davet etti. Birçok yabancı dil bilen Çinli astrolog, günün menüsündeki Bismarck ringasını överken takındığı doğallıkla Almanca konuşuyor, sonra ansızın İngilizceye ya da Fransızcaya geçiyor, ardından da İspanyolca ve İtalyanca konuşuyordu. Birkaç dakika sonra, oturduğu masanın çevresini, ben dahil olmak üzere yaklaşık yirmi gazeteci sardı; sadece bir kalem, bir kâğıt, bir pusula, bir not defterine basılı küçük bir dünya haritası ve kürdanlarla, inanıp inanmadığımıza aldırış etmeden bize bizleri anlatmaya başladı. Doğum yerimizi ve aşağı yukarı doğru doğum saatimizi soruyordu. O bilgilerle dünya haritasına koordinatları işaretliyor, Çin astrolojisine göre burcumuzu söylüyor, sonra da kişiliğimiz hakkında birkaç ayrıntıya değiniyordu.

Sıra bana geldiğinde ilk söylediği şey şu oldu: Sen kedilerle çok iyi anlaşıyorsun, ama asıl kediler seninle daha iyi anlaşıyorlar. Bilmişti. Sonra bir Şili haritası olup olmadığını sordu, birileri koşup arşiv bölümünden getirdi. Koordinatları çizdi ve cebinden mavi ipekten, burç ve gezegenlerin altın işlemeli olduğu çok güzel bir astroloji haritası çıkararak hepimizi şaşırttı. Sonunda, “Ben ne falcı ne de kâhinim,” dedi ve şöyle devam etti: “Geleceği okumuyorum, bunu kimse yapamaz, sadece ilginç ayrıntıları tahmin etmekle yetiniyorum. Reenkarnasyona inanırsın ya da inanmazsın, ama ben senin önceki yaşamlarından birinde bir kedi olduğunu ve bir mandarinin gözde kedisi olduğun için mutlu bir kedi olduğunu söylemek isterim.”

Bu fikir hoşuma gitmişti. Arkadaşlarım ofise benim için kedi kumu konması gerektiğine karar verdiler. İçlerinden biri, evini fare bastığı için birkaç gün onda kalmamı istedi. Ben teşekkür ederken Çinli astrolog bana üç tane küçük porselen kedi verdi. Arkalarında balık biçiminde bir delik vardı.

“Gümüş bir zincir tak onlara, çünkü kediler kendilerini beğenmiş hayvanlardır, önlerinden de yiyecek eksik olmasın, ama abartma. Tok kedi fare yakalamaz,” diye tembih etti.

Çinli astroloğu bir daha hiç görmedim, umarım iyidir, yüzündeki gülümseme solmamıştır ve sağlığı yerindedir. O zamandan beri o üç kedi çalışma masamda bana arkadaşlık ediyor, bazen bizim evdeki kedilerin mamasından bir tane alıp balık biçimindeki deliğe koyuyorum. Sonra zamanın, nemin ya da açıklayamadığım bir şeyin o küçücük mamayı yok etmesini bekliyorum. Kısa bir zaman önce, bir gün, deliklerin boş olduğunu fark ettim ve evdeki kedim Yoldaş Estéban’ın mamasından üç parça alıp Çinli kedilere verdim. Rastlantı mekanizması konusunda hiçbir şey bilmiyoruz. Onları besledikten bir saat sonra postacı geldi, Tusquets Yayınevi’nden yollanan bir paket getirmişti, içinde beş adet Martıya Uçmayı Öğreten Kedi kitabımın altmış üçüncü baskısı vardı.

Bir mandarinin Çinli kedisi gibi kibirli değilimdir ama 1996’da yayımlanmış bir kitap altmış üç baskı yapmışsa bu olumlu bir işarettir. Ayrıca aptal bir insan olmadığım için bunun tek bir sebebi olduğunu biliyorum: Ben o kitabı okurlarımla paylaştığım değerlere duyduğum aşkla, büyük aşkla yazdım. O benim isyana en çok teşvik eden kitabımdır, çünkü anafikri dayanışmadır.

Aynı anafikir üçüncü masalımda, “Yavaşlığın Önemini Keşfeden Bir Salyangozun Öyküsü”nde de var. Başkahramanlar kedi değil ama yine hayvanlar. Bu öykü, torunum Daniel’in İspanya’daki evimizin bahçesinde oyun oynarken sorduğu korkunç bir soru üzerine doğdu. Eline bir salyangoz almış, onu dikkatle inceliyordu. Daniel böyle sessiz durduğu zamanlar içimi tatlı bir korku kaplar, bilirim ki, yanıt vermem gereken bir soru ağzından çıkmak üzeredir. Salyangozu elinde tutup inceledikten sonra, beklediğim soru geldi: “Dede, neden böyle yavaş?”

Yedi yaşındaki bir çocuğa salyangozun hareket sisteminden ya da kas özelliklerinden elbette söz edemezdim. Ona şöyle yanıt verdim: “Bak Daniel, bu zor bir soru ama yanıtlayacağım. Ama şimdi değil, bana biraz zaman ver.” Böylece, salyangozun yavaşlığının nedenini gerçekten düşünmeye, her zaman yavaşlığın simgesi olagelmiş bu hayvanın dünyanın farklı kültürlerindeki yerini araştırmaya başladım. Yaşamın belli bir noktasında, hepimizin bir gün dalmak zorunda olduğu uyku düşüncesini ve bu geçişin ruhsal sıkıntısını yansıttığını keşfettim. Sonra da torunumun sorusuna öykü şeklinde yanıt vermeye karar verdim. Böylece üçüncü masalım ortaya çıktı. Bu kitaba özel bir sevgi duyarım, yazarın yazma sürecinden çok şey öğrendiği doğrudur ama bu kitap benim içintüm düşüncelerimi paylaştığım bir tür konferans oldu. Yazdıkça inanılmaz bir şey keşfediyordum: O da yavaşlıktı. Yavaşlığın, yavaş hareket olmadığını, kişisel bir hareket ritmi, kişisel bir gelişim ritmi yakalama imkânı olduğunu keşfettim. Kısacası, deyimlerde salyangoz ya da kaplumbağa gibi hayvanlara özgü yavaşlık topluma da uygulanabilirdi.

Yazar olarak en büyük amacım yavaşlığa duyduğum sempatiyi, yavaşlığın bir hak olduğu düşüncesini, durun, zamana ihtiyacım var, hareketlerimin hızına ve gitmek istediğim yöne kendim karar veririm demenin gerekli olduğunu paylaşmaktır − çünkü yazmak bir tür paylaşımdır.

Daha fazla yazı yok
2024-04-20 09:10:06