A password will be e-mailed to you.

2014’te çektiği son filmi “Kuzu”nun tam 8 yıl sonrasında yeni filmi “Hilal, Feza ve Diğer Gezegenler” ile karşımıza çıkıyor Kutluğ Ataman. Aslında bu filmi de pek yeni sayılmaz, beş sene önce 2017’de çekilmiş.

12. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan ve nihayet seyircisiyle buluşan “Hilal, Feza ve Diğer Gezegenler”i, 22 Kasım 2022 Çarşamba günü Kadıköy Sineması’nda yapılan gösteriminde izleme imkânı buldum. Nazlı Bulum’un ilk başrolünü oynadığı filmin castında Ozan Güçlü, İdil Talu, Seyhan Arman, Hande Ataizi, Nursel Köse, Nalan Kuruçim, Hakan Karsak, Elçin Atamgüç, Necmettin Çobanoğlu ve Ünal Silver yer alıyor.

Film, 28 Şubat 1997 Askeri Muhtırasının hemen sonrasında yaşanılan hak ihlâllerini iki farklı kesimin hem birbiriyle bağlantılı hem de kesişen hikâyesini merkeze koyarak anlatıyor.

28 Şubat Neydi, Neler Olmuştu?

 28 Şubat 1997’de Cumhurbaşkanı Demirel‘in başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nun aldığı kararlarla “irtica”ya karşı ordu ve bürokrasi merkezli bir süreç başlatılmıştı. Ülkede, antidemokratik uygulamaların yaşandığı bu post-modern darbenin eşiğine gelinmesine sebep olan pek çok olay yaşanmıştı: Ankara’daki ”şeriat isteriz” yürüyüşü, dönemin Başbakanı Erbakan’ın, Başbakanlık Konutunda tarikat liderlerine ve şeyhlerine iftar yemeği vermesi, Fatih Cami öğle namazı sonrasında bir grubun yeşil bayraklarla ”şeriat isteriz, halife isteriz” ve “yaşasın Hizbullah” sloganlarıyla yürümesi gibi.

“Hilal, Feza ve Diğer Gezegenler” kendi kurgusunun içinde pek çok arşiv görüntüyü barındırsa da yukarda bahsedilen olaylara değinmeden, sonraki sürece, tıp okumak için Ankara’da yaşadıkları kasabadan İstanbul’a gelen Hilal (Nazlı Bulum) ve Fatma (İdil Talu) ismindeki iki arkadaşın ve alt kat komşuları olan Feza’nın (Ozan Güçlü) birbirlerinden destek alan mücadelesine odaklanıyor.

Başörtülü olması sebebiyle Fatma’nın üniversiteye girişi engellenince Hilal, arkadaşına destek olmak maksadıyla başörtüsü takıp, kapanır ve okula girmeye çalışır. Kurulan ikna odalarında diğer türbanlı olan öğrencilerle birlikte türbanını çıkartıp, kafalarını açmaya zorlanan Hilal, Fatma’yla ve diğer arkadaşlarıyla birlikte bunu protesto etmek amacıyla çeşitli gösterilerde ve bireysel eylemlerde bulunur. Fatma ise kendisi için kapanarak destek olan Hilal’i okuluna devam etmesi için uyarır ve yaşanılanlar karşısında artık pes ettiğini, evine geri döneceğini  söyler. Genç kızların hikâyesine paralel giden diğer hikâyede de “erkek” gibi hissetmediği ve yaşamadığı için köyünde şiddet gören Feza’nın yaşadıklarını izleriz. Bir şekilde İstanbul’a kaçan Feza, Hilal’le Fatma’nın alt katındaki transların yanına yerleşir. Ameliyatla kadın olan Feza’ya stajyer olarak çalıştığı hastanede bakan Hilal, Fatma’ya olduğu gibi, ona da yardım etmeye karar verir ve böylece bu üç kadın yaşadıkları tüm zorbalık ve hak ihlâllerine karşı birlikte göğüs germenin yollarını arar.

Türkiye’nin iPhone İle Çekilmiş İlk Uzun Metrajlı Filmi

Adeta fantastik korku-gerilim türüne ait hissettiren bir sahneyle açılışını yapan film, gece vakti ormanda, kapkaranlık bir yolda ilerleyen genç bir kadının (henüz bunun Hilal olduğunu bilmiyoruz) kullandığı bir araçla ve bu aracın yanından çığlıklarıyla geçen yarı çıplak bedenli suretlerle başlıyor.

Sonrasında gelen sahneler, bu sahnenin verdiği etkiyi anında düşürüyor çünkü kadrajların ışık ve color (renklendirme) alanındaki bariz teknik zayıflığı gözden kaçmıyor. Film ilerledikçe ve 90’lara ait bir hikâyenin içinde olduğumuzu anlayınca bunun dönemin yansıması olarak kodlandığını idrak ediyoruz etmesine ancak özensiz bir reji ve derinlikten muaf resimler, bütünü  maalesef amatör kılıyor. Söz konusu Kutluğ Ataman olunca da bunu biraz garipsemiyor değilim ancak film gösteriminin sonrasında yapılan yönetmen ve ekipli söyleşide filmin iPhone ile çekildiğini öğreniyorum. Evet, “Hilal, Feza ve Diğer Gezegenler”  Türkiye’nin iPhone ile çekilmiş ilk uzun metrajlı filmi olma özelliğini taşıyor.

Kutluğ Ataman, filmi için önce Kültür Bakanlığı’na sonra da Almanya’daki bazı fonlara  başvurduğunu ancak her ikisinden de yapım desteği alamadığını söyledi. Kültür Bakanlığı senaryodaki trans bireyleri, seçim arifesinde olan Almanya ise türbanlı karakterleri çıkarması şartını öne sürmüş. Ataman, filmin derdinin iki uç kesimin hikâyesini ortak bir paydada birleştirmek olduğu için kendisine sunulan her iki seçeneği de kabul etmediğini ve filmi de cep telefonu ile çekme kararı aldığını belirtti.

“Hikayeyi nasıl anlatmalı?”

Son dönemde akıllı telefonlarla çekilen reklamlar ve kısa filmler var malumunuz, hatta uzun metraj filmler de dahil oldu bu kervana. En son Steven Soderbergh’in  2018 yapımlı “Unsane”  filmini izlemiştim; bu filmin tamamı iPhone 7 Plus ile çekilmişti. Her ne kadar profesyonel bir kamerayla elde edilecek verimi sağlamasa da kullanılan ışık ekipmanı ve lenslerle görüntüde bir nebze de olsa kaliteyi yakalamak mümkün olabiliyor. Öyle sanıyorum ki Kutluğ Ataman çok küçük bir bütçeyle çekebildiği bu filmin sinematografisinden çok anlatısını ön planda tutmuş ve seyirciyi de o döneme adapte etmeyi hedeflemiş. Bunda da başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak yeri gelmişken -her defasında belirtmekten yılmayacağım- bir kez daha ifade etmek isterim ki sinema, görsel bir sanattır ve bu görsel bütünü sağlamak için kamera, lens, ışık, açı, color, ses gibi teknik ögeleri, “hikâyeyi nasıl anlatmalı?” sorusuna cevap oluşturacak doğrultuda kullanmak esas meseledir.

Filmin eksi hanesine oyunculuk performansları da eklenebilir. Nazlı Bulum ve Seyhan Arman dışında kalan isimlerin oyunculukları zayıf kalmış, hatta Hande Ataizi gibi bir oyuncu bile fazlasıyla “mış gibi” zorlama bir performans sergilemiş. Feza gibi önemli bir rol için de Ozan Güçlü dışında bir cast düşünülebilirdi. Genel olarak mizansenlerde/repliklerde iyi prova edilmemiş ve iyi ezber yapılmamış bir ilk film havası mevcuttu.

“Türkiye’de Hiçbir Şey Değişmedi, Yalnızca Dayak Atanlar İle Dayak Yiyenler Değişti.”

“Hilal, Feza ve Gezegenler” Türkiye’nin çok da uzak olmayan siyasi bir dönemini odağına almakla bir yanıyla hafızayı tazeliyor, bir yanıyla da bu olaylardan bihaber olan Z kuşağına neler yaşandığını gösteriyor. Seyirciyi tetikleyen filmlerden biri de diyebiliriz; o dönemi bizzat yaşamış olanlar açısından acı bir hatırlama olduğu kadar, o dönem mağdur olmayıp demokrasiye ve insan haklarına inandığı için mağdur olanların yanında yer alan insanların bugünün mağduru olması açısından daha da acı bir gerçek olarak gözler önüne seriliyor.

Demokrasi tarihimizin yol kazalarından biri olan 28 Şubat 1997’deki post-modern darbe sürecinden,  iktidarı ele geçirip demokrasi ve hak ihlalleri yapan, ötekileştiren ve nefret siyaseti yürüten bugünün muktedirlerine değin geçen 25 yılda hiçbir şeyin değişmediğini, aynı filmi karakterlerin değişen rolleriyle sadece izlemekle kalmadığımızı, bizzat yaşadığımızı bir kez daha görüyoruz.

Açıkçası ben çıkışlarıyla gündem olan, burjuvazi, entelektüel sanat camiasından haz etmeyen ve insanlar Gezi Direnişi’nde yerlerde sürüklenip, uzuvlarını gaz kapsülleri, mermilerle kaybederken hâlâ “herhangi bir baskı yok, ben hissetmiyorum, ne çektiysem ulusalcı sözde sanatçılardan ve şimdi de burjuvazimizden çektim.” diyen,  ama tüm bunlara rağmen bazı “aile”lerin sipariş ettiği eseri de yapıp tanıtmaktan imtina etmeyen Kutluğ Ataman’dan -Mehmet Tez’in deyişiyle-   “Gezi bir beyaz Türk rahatsızlığıdır” ana fikrinden yola çıkan bir film bekliyordum. Ama o söyleşide şu cümleyi kurdu: “Türkiye’de hiçbir şey değişmedi, yalnızca dayak atanlar ile dayak yiyenler değişti.”

“Faşizm her zaman bir ‘öteki’ ister”

Belli ki yine fikrini değiştirmiş, belki sonraki zamanlarda “şimdinin dayak atanlarına” da birkaç kelam eden filmler üretir. Roboski, Gezi, Reyhanlı, Ankara Garı, iş cinayetleri, maden ocakları, kadın cinayetleri, kayyumlar, Boğaziçi Üniversitesi… Memleketin hikâyesi çok ne de olsa.

Türban sorunu artık Türkiye’nin sorunu değil, ancak  LGBTİ+ bireyler için ülke hâlâ yangın yeri. 90’larda yaşadıkları ev baskınları, gece yarısı sokağa atılmalar, nezarethanede yaşadıkları işkence, günümüzde öldürülmeleri, Onur Yürüyüşü’ndeki polis saldırıları, iktidar temsilcilerinin, yandaş medyanın ve sosyal medyadaki trol ordularının besleyip büyüttüğü nefret dili ile ne yazık ki sistematik bir şekilde devam ediyor. Oysa barış içerisinde, beraber yaşamayı seçmek daha kolay ama biliyoruz ki faşizm her zaman bir “öteki” ister, var olabilmesi için her zaman bir düşmana ihtiyaç duyar.

Cinsiyet,  din, dil, ırk gözetmeksizin eşit, adil ve insan onuruna yakışan bir hayatı yaşamak hepimizin hakkı. Filmler bunu sağlar mı bilemeyiz ancak filmleri izleyenlerin anlaması, değişmesi ve dönüşmesi dileğiyle…

İyi seyirler.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 15:28:54