A password will be e-mailed to you.

Burcu Yağcıoğlu ve Deniz Üster uzun bir süredir antropolojik ve sosyolojik olanın, siyasal ve ekolojik olanla ‘endosimbiyoz’ geçirdiği “kıpraşan” dedikleri bir alanda çalışıyorlar. Burcu ve Deniz olarak güçlerini birleştirip Mardin Bienali’ne özel olarak mikrobiyolojinin zengin kültürüyle ilgili bir seri video ürettiler. 5.Mardin Bienali’nde sergilenen beş kanallı video yerleştirmesi Homo-Scylla ve imkanları üzerine ikiliyle sohbet ettik.

 

Sevgili Burcu ve Deniz ortak noktanız bakteriler mi, onların da yaşadığı yerküre mi ? Son durum nedir?

Her ikisi de aslında. Bakterilere ve gezegeni oluşturan diğer herşeye Gaiacı bir anlayışla yaklaşıyoruz. Her elementin birbirini dönüştürdüğü, sınırsızlığın daim olduğu, devinen, bükülen, yutan, kusan, gürültülü ve asla insan boyutları ve güzellemeleri ile sınırlanamayan yaşayan bir sistem olarak yani.

Farklı iklimlerde ve coğrafyalarda geçirdiğimiz, birbirinden başkalaşarak gelişen pratiklerimizde, birimiz insandan-öte olanın kolektif ve çoğul benlik algılarını araştırarak, ütopyacı bir anlayışla farklı toplum yapıları tahayyül ederken; diğerimiz insan dışı canlıların insan kültürü içindeki bilimsel ve teknolojik izdüşümleri ve manipülasyonlarını biyoetik bir düzlemde inceliyordu. Döngü halinde birbirini harekete geçiren ‘merak’, ‘duyarlılık’, ve ‘empati’, bağımsız bir şekilde her ikimizin araştırma ve pratiğinde, ‘ekolojik hassasiyet’ olarak vücut buluyordu. Uzunca bir süredir antropolojik ve sosyolojik olanın, siyasal ve ekolojik olanla ‘endosimbiyoz’ geçirdiği bu kıpraşan alanda çalışıyoruz. Burcu ve Deniz olarak mikrobiyolojinin bu zengin ‘kültür’ünde, Mardin Bienali için ürettiğimiz beş kanallı video yerleştirmesi Homo-Scylla ile buluşmuş olduk.

Homo-Scylla’lar ne bakteri, ne insan; hem bakteri, hem de insanlar.

Homo-Scylla, günümüzde biyoteknoloji firmalarının hummalı bir biçimde üzerinde çalıştıkları, ve yakın gelecekte Antroposen’in yıkıcı etkilerini tersine çevirmeleri için modifiye edilen ve metalaştırılan beş çeşit bakteriyi merkezine alıyor. Bu bakteriler, plastik atıklarla beslenen Idoenella sakaiensis, metan soluyan Metanotroflar, yüksek ısılarda bile buz oluşturma yetisine sahip Pseudomanas syringae, biyo-elektrik üretebilen Enterococcus faecalis ve kırmız et alerjisine sebep olan Anaplasma phagocytophilum. Kurduğumuz spekülatif evrim anlatısında Homo-Sapiens ve bu bakteriler ile gerçekleşmiş endosimbiyoz sayesinde yeni bir tür, Homo-Scylla, yani değiştirilmiş insan ortaya çıkıyor. Burada kurguladığımız ortaklık multimilyarder girişimcilerin ya da çok uluslu biyoteknoloji firmalarının bakteriler üzerinden kurduğu tekno-onarım vaatlerinden çok farklı. Ötekini değiştirmeye ve kullanmaya saplanıp kalmamış, kendisi de değişime gönüllü yeni bir insan türü kurguluyoruz. Kendi sonumuzdan bizi kurtarması için yeni teknolojilere bel bağlamamızı dikte eden, gerçekte etkisi kısıtlı bu kestirmeci hayallerin karşısına, kolektif ve gönüllü olanın değişimini koyuyoruz. Homo-Scylla’lar ne bakteri, ne insan; hem bakteri, hem de insanlar.

Jonas Staal’ın Mardin Bienali’ne özel olarak yaptığı film sizin filmlerinize çok yakındı. Bu kolektif tarihin, 94 milyon-yıllık kolektif bir organizma tarihimizin olduğunu bilmek; bir daha fark etmek, kolektif bir sekilde çalışarak beş kanallı bir video işi yapan size nasıl geldi?

Staal’in 94 Milyon Yıllık Kolektivizm filmi, bienalde üzerimizde en güçlü etkiyi yaratan iş oldu. Staal’in kristal berraklığında aktardığı paleontolojik bilgiyi, kolektif ve eşitlikçi bir yaşamın hayalini kurmuş tarihi figürlerle bir arada düşündüğü filminin ezici güzelliği ikimizi de derinden etkiledi.

Staal’in anlatısına göre, Ediyakaran dönemin kolektivist ekolojisinde ne hayvan, ne bitki olan canlılar, aralarında yırtıcı bir ilişki olmadan bir arada yaşamışlar. Bu canlıların tümü ototrof, yani besin ihtiyaçlarını diğer canlılardan değil, cansız maddelerden sağlıyorlar. Bu sebeple evrimsel anlamda korunma amaçlı kabuk, ya da saldırı amaçlı diş ve pençe benzeri sert dokular geliştirmemişler. Sert dokular fosilleşmeye en uygun organik materyal olduğu için de bu dönemde yaşamış canlıların paleontolojik kalıntıları son derece sınırlı. Staal, ‘prolet-jeoloji’ olarak adlandırdığı bu dönemi yırtıcı canlıların evrimleştiği ve bol miktarda fosil bırakmış, günümüzde de toplumsal bilinçte büyük yer kaplayan Kambriyen dönemin karşısına yerleştiriyor. Anlatısında Ediyakaran, güçlü olanın kazandığı’ ‘büyük balığın küçük balığı yediği’ Kambriyen ekolojisi üzerine temellenen Neo-Darwinci ideolojik söylemlere meydan okuyor.

Bizim araştırmamızda da benzer karşılaşmalar söz konusu. İkimizin de bitmeyen bir ilgiyle üzerinde çalıştığı Lynn Margulis’in seri endosimbiyoz teorisine göre dünya üzerindeki hayatın tarihi, Neo-Darwinci evrim teorisinin iddia ettigi gibi sıralı, kümülatif mutasyonlarla degil, tüm mikrobiyal genomun bir kerede edinilmesini içeren büyük sıçramalarla gerçekleşmiş.

“Hepimiz, bitkiler, hayvanlar, mantarlar ve çekirdekli tek hücreliler bu ilksel hazımsızlığın ürünleriyiz.”

Evrimsel geçmişimizde tek hücreli bir canlının başka bir tek hücreliyi yeme amacıyla yutması ve yutulanın sindirilmeye direnerek yırtıcısını ev sahibine dönüştürdüğü o ilksel ortak yaşam, tüm çok hücreli yaşamın temelini oluşturmuş. Çok hücreli canlıların en temel yapı taşı olarak bilinen çekirdekli hücre aslında birden fazla canlının bir araya gelmesinden oluşmuş, kolektif bir yapı. Hepimiz, bitkiler, hayvanlar, mantarlar ve çekirdekli tek hücreliler bu ilksel hazımsızlığın ürünleriyiz. Tedirgin yanyanalıklar, beklenmedik kenetlenmeler ve riskli iç içe geçmeler hücresel hafızamızın en derinlerinde yatan gerçeklikler ve oradan bireyselciliğin ve ‘büyük balık-küçük balık’ hikayesi gibi sığ ve indirgemeci anlatıların altını oyuyorlar. Bu anlamda hem bizim çalışma alanımızın, hem de Staal’in filminin, farklı evrimsel dönemleri merceğe alarak da olsa yeme mitosu etrafında şekillenmesi de bizi çok etkiledi.

Bahsettiğimiz bu işbirlikçi çalışma, yalnızca milyar yıl öncesine mahsus değil; bakteri zaten hala kolektif bir organizma, hatta işbirlikçi olmasının yanı sıra özgecil (Altruistic) de bir varlık. Mikroorganizmaların davranışları üzerine çalışan bakteri biofilmlerinin sosyo-biyolojisi projemizi geliştirirken incelediğimiz araştırma sahalarından biri. Güçlü azınlığı, zayıf çoğunluğu güçlendirmek için kurban eden mikroorganizma kültürlerinden, değerler ve önceliklerin tekrar kurgulanabileceği bir sosyal koordinasyon anlamında öğreneceğimiz hayatta kalma yöntemleri olabilir.

 

Kapitalizmin işine gelmeyen kolektif, -güçlünün zayıfı yemediği, aksine işbirliği yaparak ayakta kaldığı- bakteri dünyası, bir sanatçi ikilisi için ne gibi imkanlara sahip?

Sadece bakteri dünyası değil, tüm evrimsel tarihimiz sınırsız ve alabildiğine çeşitli ortak yaşam modelleriyle dolu. Bakteriler ise bu sürecin ilksel failleri, atalarımız. Margulis üst üste yığılmış bakterilerden başka bir şey olmadığımızı söyler. Bu primatlardan geldiğimizi dikte eden ultra-ortodoks Darwinci yaklaşımdan çok farklı bir benlik anlayışını beraberinde getiren bir bilgi. Hiç bir zaman tekil olmamış olmamız, en başından beri biyolojik kolajlar olmuş olmamız Kapitalizmin beslediği ve faydalandığı birey mitini absürd bir parodiye indirgiyor. Bunun dışında bakterilerde bizim gibi çok hücreli canlıların sahip olmadığı akışkanlıklar mevcut. Bir tür bir bakteri başka bir türle gen alışverişinde bulunabiliyor. Hem bölünme hem de eşeyli üreme yoluyla üreyebiliyorlar. Öldürülebiliyorlar, fakat yaşlanmıyorlar. Çok hücreli yaşamın getirdiği sınırlar onlar için geçerli değil. Bakteri sınırsızlığı ve akışkanlığını kuir/feminist bağlamda düşünmenin olanakları sınırsız.

Birlikte nasıl çalıştınız? Herkes ayrı takılıp sonra birlikte mi birleştirdiniz? Bu ortak çalışmalarda görünmeyen çok süreçler olur. Bunlardan fikri tartışmalar fiziksel malzeme arayışlarınızdan bahseder misiniz?

Görsel materyal toplamaya başlamadan önce uzun bir araştırma sürecimiz oldu. Google docs uzerinden notlar, makalelere linkler ve ikimiz için de temel kaynaklar olan New Scientist gibi popüler bilim yayınlarından alıntılar bu dokümanı donattı. İlk çekim yapacağımız mekan dünya üzerinde sadece İskoçya’nın West Lothian bölgesinde bulunan ‘shale bing’lerdi. Viktoryen dönemde taşı sıkma yöntemiyle gaz ve parafin yağı gibi yakıtlar elde edilmiş. Bu süreçte ortaya çıkan atıklarla göz alıcı kırmızı rengiyle uzaklardan bile dikkati üzerine çeken anıtsal ve yapay dağlar oluşturulmuş. İlk günden itibaren bölgenin utanç kaynağı olan bu atık dağları, 200 yıl sonra kendi mikro kosmosunu oluşturarak, özgün bir ekosistem sahibi olmuş. Motokrosçuların uğrak yeri haline gelen ve lastik izleriyle yeniden şekillenen bu dağlar artık korunan bir bölge ve buradan sorumlu belediyenin logosunda yer alıyorlar. Metan bakterisi videomuzda burada çektiğimiz görüntüleri kullandık.

Bunun dışında da seyahat ettiğimiz her yerden görüntüler topladık. Erzincan Karanlık Kanyon’dan izbe Iona Adası’na, Bolu’dan Glasgow’a, ve elbette Mardin’e, pek çok yerde çekim yaptık. Sonrasında yeşil ekran kullanarak çeşitli fermantasyonlar, bedenler, ve bedenlerden parçalar çektik. Hazır çekimler de kullandık. Photoshop üzerinden dijital eskizler yaptik. Video kolajlar ise ağırlıklı olarak Premiere’de yapıldı. Merve Ertufan’dan da teknik destek aldik. Hem bal, maya, hamur gibi malzemeyle haşır neşir olduğumuz, hem de dijital düzlemde ilerleyen bir sürecimiz oldu.

 

Mardin bienalinde nelerden etkilendiniz? Mardin’de nelerden etkilendiniz?

Bienal ekibinin emeği ve özverisinden çok etkilendik. Sadece yürürken bile – ki pek çok yere yürüyerek gitmekten başka bir çare bırakmayan bir yer burası – hem kültürel katmanları hem de merdivenleri ve yokuşlarıyla sizi yoran bir kentte böylesine kapsamlı ve şehirle iç içe geçmiş bir serginin yapılabiliyor olması gerçekten son derece etkileyici.

Mardin fazlasıyla yoğun hisler deneyimleten bir şehir. Kentin dominant mimari yapısının yanı sıra, sergi mekanından dışarı çıktığınızda, Mardin adeta bir akropolis gibi hissettiriyor kendisini. Gözlerinizin önüne yayılan Mezopotamya ovası, kentin yoğun yapısına tezat şekilde ufuk çizgisinin tamamen muğlaklaştığı, yesil-sarı, uçsuz bucaksız bir okyanusa dönüşüyor.

Mardin’deki suyun mimarisiyle olan ilişkisi de çok ilginç Mardin’in suyu, yapıların altında bulunuyor. Bu şehirde dış mekanlarda su yok. Su kaynakları şehrin en tepesinden başlayarak aşağı doğru her bir yapı katmanında kuyular oluşturarak akıyor. Gizli bir ağ gibi. Yapıların en alt katlarına indiğinizde karşınıza çıkan sular bunlar ve dışarının kuru ve sarı atmosferiyle şaşırtıcı bir tezat oluşturuyorlar. Aslında Mardin’in derinlerindeki bu sular yerleştirmemizi de estetik anlamda besledi. Yerleştirmemiz karanlık, zemini toprak, birkaç basamakla aşağı inilerek ulaşılan, görece gizil bir mekanda. Videolarda kullandığımız bol miktarda su görüntüsü, Mardin’in iç mekanlarında karşımıza çıkan o kapalı suları aynalıyor bizim için.

 

Video yerleştirmeniz bir bakıma imkansız perspektifleri manzaraları bir araya getiriyor. Olasılıklar taşıyan organizmaları ve sonuç video art adına da melez.
Ekranın kendisi bir temsil aracından kendisi de bir organizma gibi işe dahil olabilmiş. Bunu amaçlamış mıydınız? Ya da bu Alman Karargahı’nın bir mekan olarak katkısı mı?

Bunu gözlemlemiş olman bizi mutlu etti. Ekranların izleyici/katılımcıyla yüz yüze geliyormuşçasına yerleştirilmesi, bireysel olarak deneyimlenecek bir karşılaşma, bir yüzleşme anı yaratması amaçladığımız bir durumdu. Ekranları da buna uygun olacak boyutta ve görünümde seçtik. Çerçevesi ve et kalınlığı en minimumda olan minimal ekranlar istedik; bienal ekibi, amacımıza uygun ekranlar sağladı bize. Yerleştirmemiz için seçtiğimiz mekan, ışık koşulları, ambiyansı, kokusu ve dokusu, Homo-Sapiens olan izleyici/katılımcı’nın, gelecekten ona bakan, onunla konusan Homo-Scylla ile olan diyaloğunu, etkileşimini kuvvetlendirdi.

 

Bu manzaralar ve dokuların yan yana gelişleri üzerine biraz daha konuşalım. Burada perspektife karşı da bir pozisyon var. Gözle değil bedenimizle de duyuların tüm imkanı isin içine karışsın diye mi?

Perspektif kendimizi figür olarak yerleştirdiğimiz sürece var aslında. Tekil bir benin kendisini koordinatlara yerleştirmesi sonucu mekanin sadece tek bir açıdan ‘ben’ olana görünmesi süreci.
Bireyin kendisini merkeze koymadığı bir mekansallığı bedenle ve bakteriyle melezleştirdik. Mekan o noktada artık mekan degil, figür de bu merkezsizlikte erimiş durumda. Ekranın sınırları var sadece; medyumun getirdigi bir kısıtlamadan ziyade Homo-Scylla olanın, Homo-Sapiens olan izleyici/katılımcı ile etkileşimini – bir ayna karşılaşması gibi – en dolaysız mesafeden davet etmesiyle ilgili.

Daha fazla yazı yok
2024-04-25 01:09:08