A password will be e-mailed to you.

“Fotoğraf çekerken birçok kez kendimi kaybediyorum. Ben her birimizin çocukluğumuzdan itibaren birbirimize karşı olan sevgimizi paylaşmamız gerektiğini düşünüyorum…”

İspanyol asıllı gizemli fotoğraf sanatçısı Isabel Muñoz, “Yeni Bir Hikâye” ile en az kendisi kadar gizemli Göbeklitepe çevresinde belgelediği fotoğraflar ve oluşturduğu interaktif videolarla neolitik yaşam ile günümüz arasında bir bağ kurmaya çalışıyor. Barselona’da doğan ve profesyonel hayatını Madrid’de sürdüren Isabel Muñoz, San Fernando Güzel Sanatlar Akademisi tarafından akademisyen olarak seçilen altıncı kadın. Kişisel olarak bilinmediği çalışmaları aracılığıyla tanınabileceği gibi, neredeyse kendi kendini yetiştirmiş, ancak kısa sürede uluslararası bir üne kavuşmuş. Çalışmaları, bedene ve dansa saygı gösterilmesine ve dünyadaki adaletsizliklerin portresine odaklanıyor. Bedenin güzelliği ve acısının işlerinin odak noktası olan Muñoz, fotoğraf makinesiyle Küba, Arjantin, Meksika, Türkiye, İran, Pakistan, Japonya sokaklarında, genelevlerde ve denizlerde dolaşan sanatçı, “Işık ve karanlık, acıdaki güzellik ve güzellikteki ıstırap ikiliğiyle ilgileniyorum” diyor.

Isabel Muñoz, fotoğraf: Tolga İldun

Barselona’da doğdunuz. 19 yaşında Madrid’e taşındınız. 28 yaşında profesyonel bir fotoğrafçı olmaya karar verdiniz. Eğitim aldınız. Bu arada bir evliliğiniz ve ikiz çocuklarınız oldu. Dahası fotoğraf ile geçen uzun bir ömür sürüyor… Bunlarla birlikte öncelikle Türk sanat izleyicisine biraz daha az bilinen kendinizden bahseder misiniz? Isabel Muñoz kimdir?

Her şeyden önce, gizemi seviyorum ve özel hayatımı kendime saklamak isterim. Ama profesyonel hayatım olan fotoğrafçılıkla ilgili her şeye cevap verebilirim.

İkiz çocuk annesi olarak, bu işi profesyonelleştirmenin güzel ve zorlayıcı yanları ne oldu sizin için?

En başa dönecek olursak fotoğrafa başlamam 1964 yılının sonlarında dedemlerin İspanya’nın Akdeniz sahillerinden Barselona’ya gelmeleri dönemine rastlıyor. İspanya’da “Estrenas” diye bir gelenek vardır. Noel’de büyükanne ve büyükbabalar çocuklara Noel hediyesi olarak bir miktar para olan “Estrena” verirler. İşte bana verilen Estrena ile 13 yaşında ilk fotoğraf makinemi aldım. Ama geçmişi düşündüğümde gözlerimle, kamera olmadan birçok görüntü çektiğimi hatırlıyorum. Dolayısıyla aslında fotoğraf çekmeye çok daha küçükken başladım diyebilirim. Fotoğraf çekerken kimsenin sizi görmediği an en güzel andır. Çünkü orada olduğunuzu bilmediklerinde fotoğraf o an ki duyguları yansıtan en güzel araç olur. Fotoğraf asla yalan söylemez, gözler asla yalan söylemez. Gülümseme bir tavrı gösterir ama konuşan gözlerdir. Küçüklüğümden beri insanoğluna takıntılıydım. Diğer insanlara ilgi duyarak doğdum. Etrafıma bakmayı, çevrenin farkında olmayı severim. İnsan ilişkilerini, aşkı, nefret ve kıskançlık gibi insana özgü duyguları gözlemlerim. Yani hayata bakarak öğrenmeyi seviyorum. Bugün bile kamera olmadan sadece gözümle fotoğrafçılık yapmaya devam ediyorum.

Sanki bir “Neden?” olmalı. Tamam, gözümüze kazınan anlar, günlük hayatta yakaladığımız imajlar kalıyor ama…

Fotoğraf çekerken birçok kez kendimi kaybediyorum. Ben her birimizin çocukluğumuzdan itibaren birbirimize karşı olan sevgimizi paylaşmamız gerektiğini düşünüyorum. İnsana olan sevgimi fotoğraflarım aracılığı ile göstermeye çalışıyorum.

“Seninle ne paylaşmak istiyorum?” sorusu benim bakış açım. İnsanları seviyorum ve saygı duyuyorum. Duygulara saygı duyan fotoğraflarımda aşk olduğunu düşünüyorum. Ayrıca fotoğrafların hiç anlatılmamış hikâyeleri anlatma gücüne inandığım için fotoğraf çekiyorum. Anlatılmayan hikâye yalandır. Sizi harekete geçiren ve daha fazlasını istemeye iten şeyin muhtemelen yıllar sürdüğünü fark ettiğinizde, bazen anlatmak istediğimiz tüm hikâyeleri anlatmak için yeterince zamanımız olmasa bile. Yani mesele paylaşmak değil, paylaştıklarımızın bir işe yarayıp yaramadığını bilmektir benim için.

Bu fotoğrafları neden dikkatli çekiyoruz konusuna gelince, bu duruma göre değişir. Duygularımı ve kalbimi harekete geçiren bir şeyler olmalı. Adaletsizlik mesela. Hepimizin çocukluktan kalma takıntıları olduğunu düşünüyorum. İnsan türü nereden geliyor, şimdi neredeyiz ve gelecek nesiller için neler yaşayabileceğiz. Bu durumda beni genel olarak fotoğrafa çağıran ilk şey, birdenbire öğrendiğim ve hakkında konuşmak istediğim hikâyeler oluyor.

“İnsana olan sevgimi fotoğraflarım ile göstermeye çalışıyorum”. Foto: Tolga İldun

Tüm bu süreçten bahsedince bazı hikâyeleri anlatmak için fotoğraf yerine video çekme yöntemi hakkında ne düşündüğünüzü merak da ettim doğrusu. Çünkü bazı hikâyeler video belgesel yöntemi ile izleyiciye daha iyi aktarılabilir mi ne dersiniz? 

Videoyu seviyorum. Video, hikâyeyi bir araya getirmenin farklı bir yolu. Her zaman hikâyeyi farklı şekillerde nasıl anlatacağımı araştırırım. Video ve ses gibi tüm yeni teknolojiler yeni bir yol ve bu benim için önemli. Her birine gerçekten açığım. Video ile yapmak istediğinizi yaparsanız. Kongo’da o savaş silahlarını kullanan kadınlarla çalışırken, bir an hepimizin bir şeyler aradığını hissettim.

En ürkütücü ve ufuk açıcı yolculuklarından biri, savaşta silah haline getirilmiş ve insanlık dışı cinsel şiddet eylemlerine maruz kalmış birçok kadın ve çocuğu belgelediği Kongo’dan bahsediyordu Muñoz.

İspanyol televizyonundan bir muhabir benimle röportaj yapmak istediği için Kongo’nun doğusuna gelme fırsatım oldu. Burada çalışırken gerçekten kendi kendime kalıp düşünecek zaman oluşmuştu. Aniden hareketsizliğin hareketine ihtiyacım olmadığını fark ettim, videonun bana verdiği dile ihtiyacım var diye düşündüm. İnsanların anlattıklarını duyurmak için seslerini kaydetmek istedim. Bence burada olmayan insanlar için, kadınların anlattıkları yaşanılanların bir hikâyesi olacaktı. Acaba insanları harekete geçirebilecek miydi? Fotoğrafçı olarak her zaman bir şeyi teşvik edebilmek için konfor alanımızdan çıkmanın işinizi veya anlatmak istediğiniz hikâyeleri güçlendirmek adına önemli olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan interaktif video çalışmalarım da var. Çünkü izleyicinin görüntüleri izlerken ki halini ve verdiği tepkiyi gözlemlemeyi seviyorum.

Peki bu sergide böyle bir interaktif çalışmanız var mı?

Bu sergide Göbeklitepe ile ilgili bazı video çalışmaları var evet. Göbeklitepe’deki tapınaklardan birini yıldızlar ile birlikte görebileceğiniz bir video ekranı var. Çünkü o dönemde takımyıldızlarını bildiklerine inanıyorum. Büyük ayıyı ve diğerlerini görebiliyorlardı. Bir interaktif video daha var, arkeoloji konusunda uzman değilim ama insanın daha ruhani kısmından bahsetmek istedim burada. Tüm bu yapıları yaratabildikleri için ne hissettiler? Onlar da bir sanatçıydı, bu yüzden az çok ne hissettiklerini anlamaya çalıştım. Bu sergideki bir diğer interaktif çalışma ise otoportre aslında. Bir arkeolog veya paleontolog gibi düşünmeye çalıştım. Burada bulunan birçok kemik ve taş vardı ama  o döneme ait gerçek bir beynin asla bulunamayacağını fark ettim. Aynı zamanda başka çalışmalardan oluşan bir serinin içinde de olacak olan bir otoportre oluşturmak istedim. Burada duygularınızı harekete geçirmek için fotoğrafın üzerine yansıtılan elektrik sinyalleri ve görünür elektrik ışıkları kullandım.

Fotoğraf her şeydir, sinemadır, videodur… Çünkü onun bir görüntüye ihtiyacı vardır. Sergideki diğer iki interaktif eser ise Göbeklitepe çalışmalarımda bana izin ve destek veren Göbeklitepe Kazı Heyeti Başkanı Prof. Dr. Necmi Karul sayesinde orada birkaç gece geçirme fırsatı sayesinde oluştu. Necmi hoca tam olarak neye ihtiyacım olduğunu anladı, bu yüzden geceleri yaptığım şey, ışık olmadığı için el feneri ile yürüyüp eski insanların gözü ile görmeye çalışmak oldu. Ziyaretçilerin görebileceği, gece ışığında suyun yansımalarından yapılmış bazı etkileşimli görsel eserler var.

“Isabel Muñoz: Yeni Bir Hikâye”, Göbeklitepe, 2022

Fotoğrafa başlamadan önce bir dans geçmişiniz olduğu doğru mu? Tango ve Flamenko üzerine fotoğraf çalışmalarınız var. Dansın fotoğraf ile ilişkisi nedir hayatınızda?

Ve ayrıca oryantal dans fotoğraf projesi de var. Çok ilginç bir soru çünkü dansçı olmayı çok isterdim. Ama o zamanlar ailem buna izin vermiyordu. Sonra kaderin bana nasıl geri döndüğünü anladım. Kadere inanıyorum. Sonuç olarak ben bir dansçı değilim ama fotoğraflarımla dans ediyorum. Doğduğumuz andan itibaren dans ettiğimizi düşünüyorum. Dansta birçok şey hakkında konuşabilirsiniz. Bakmak için zamanınız varsa, hareket etme şeklimiz, kendimiz hakkında konuşur dans. Dans hayatımın temeli oldu. İlk çalışmalarımı tango dansçılarıyla yaptım. Fotoğrafçılığa başladığımda Tango, Flamenko ve Oryantal dansın benim için ne ifade ettiğini anlatmak istedim. Fotoğraf çekmek bir aşk eylemidir. Tıpkı dans gibi. Tasvir size verilmese de dans edebilirsiniz. 1960 yılına kadar fırsat buldukça tekrar dans etmeyi düşünüyordum ve Kamboçya’ya gittim. Orada, İspanyol fotoğrafçı bir arkadaşım bana sadece ilahi olanın güzelliğini göstermedi. Ayrıca anestezi olmadan medikal olarak ameliyat edilmiş bir çocuğu görme fırsatım oldu. Bize baktığındaki gözlerini asla unutmayacağım. Gözlerinde cehennemi görüyordum. Cehennemden bahsetmeden cennetten bahsedemezsin. Bu yüzden gerçekten kötü hissettim çünkü gerçeğin yarısı koca bir yalandı. Ben de Isabel’e cenneti fotoğraflayamazsınız dedim. Böylece yaptığım şeyin başka bir tür sosyal anlamı olduğunu fark etmeye başladım.

Türkiye’ye olan ilginizi ve daha önce birçok kere ülkemize geldiğinizi fotoğraflarınızdan görüyorum. Şimdi de Göbeklitepe ve çevresinden fotoğrafların yer aldığı “Yeni Bir Hikâye” sergisi için buradasınız. Neden Göbeklitepe diye sormayacağım çünkü böylesine bir keşif fotoğraflanmayı sonuna kadar hak ediyor. Peki sizi buraya çeken nedir? Göbeklitepe sizde ne gibi izler bıraktı?

İnsanoğlunun manevi yönü çalışmalarımı her zaman etkilemiştir. Sanırım paylaştığımız şeylerden biri de bu. İspanyol kültüründe çok ruhaniyiz ve birçok şeye inanıyoruz. Bu yüzden bazen farklı dinler aracılığıyla gelen ruhani kısım üzerinde çalışıyordum. Köken kavramı çok ilgimi çekti. İnsanlık manevi kısma ne zaman ihtiyaç duyar? Manevi yönlerini nasıl fark ettiler ve bunu nasıl sanata dönüştürdüler? Ben de Fransa ve İspanya’da 45 bin yıllık o mağaralardan bazılarında çalışmaya başlamıştım. Altamira’nın ünlü Cantabria mağaralarının duvarlarında sahip olduğumuz en inanılmaz paleolitik sanat görselleri çok fazla ilgimi çekiyordu. Homo sapiens’in izlerinin gelecek nesiller için yaşaması gereken bir an olması gerektiğini düşündüm. Bu beni MÖ 9.600 yıllarına tarihlenen Göbeklitepe’ye çekti. Bu nesil, o tapınakları yukarıdaki bir şey için inşa etmişti. Göbeklitepe ile ilgili ilk bilgi, bu serginin küratörlüğünü yürüten François Cheval aracılığıyla oldu. İspanya’da herkesin bildiği Altamira adında bir mağara var ama La Garma da vardı! Orada yeni bir şey keşfediyorlar. Bir sonraki hikâye ile ilgili bu kadar ipucu yeterli. Bana bir sergi için Pera Müzesi’ne gelme fırsatımız olduğunu söyledi, ardından beni oraya yönlendiren Pera Müzesi’nden Özalp Birol Bey, Karahantepe’den bahsetti. Burası hakkında fazla bilgim yoktu. Sonra bu sergide olması gereken iş bu olacak dedim kendi kendime. Yaptığım her şeye âşık oldum. İspanya’dan getirdiğim toprağı bu sergide, Türk topraklarında  çekilen fotoğrafların baskısında kullanmak istedim. Bu uygulama ile yeni bir hikâyeyi yeni bir şekilde anlatabilmeyi hedefledim. Diğer yandan bu proje henüz bitmedi. Asla da bitmez. Çünkü burada hep yeni şeyler keşfedilecek. 2022’nin Eylül ayında orada fotoğraf çekmeye başladım. Bu eylülde de tekrar gitmek istiyorum. Ben oradayken geceleri çok soğuk ve gündüzleri çok sıcaktı. Ama biz fotoğrafçılar, soğuk ya da her ne olursa olsun bir şeyler anlatmak zorundayız çünkü o duyguyu izleyiciye aktarmalıyız. Bu yüzden sıcak ya da soğuk olmak umurumda değildi. Çünkü geceleri ışığı kullanmak ve birçok şeyi keşfetmek sihirdi. Yani büyülü bir çalışmaydı.

Sayburç’un diğer tarafını keşfettiğim ama henüz kimseye söylemediğim bir buluntu çok olağanüstü. Boğa hakkında İspanyol tarihinde bir devrim olacak duvar rölyefi. Çünkü bilirsiniz boğa güreşi bizim bayramımızdır. Biz her zaman Helen kültüründen geldiğini düşündük. Bunu gördüklerimde ise Sayburç’tan, yani bugünkü Türk Kültürü’nden geliyor. Bu yüzden bu iş için gerçekten heyecanlıyım. Bu işi yapabilmenin benim için bir hediye olduğunu düşünüyorum.

“Isabel Muñoz: Yeni Bir Hikâye”, Karahantepe, 2022

Dünya arkeoloji literatürüne geçen Neolitik Çağ’ın bilinen en büyük özel ya da yaygın deyimle kült tapınak yapılarını barındıran ve UNESCO Dünya Miras Listesi’nde bulunan Göbeklitepe ve aynı coğrafyada bulunan Karahantepe gibi yeni keşiflerle 20’ye yakın yerde kazıların yapıldığı bölgenin 2021’deki lansman adıyla Taştepeler. Benim ise bir fotoğrafçı olarak en çok ilgimi çeken yer Karahantepe olmuştu. 2021 yılında ulusal olarak yayınlanan keşif ve coğrafya dergisi Atlas’ta Taştepeler ile ilgili fotoğraflarını çektiğim, Tevfik Taş’ın yazdığı bir yayın gerçekleştirmiştik. Göbeklitepe’de onlarca hayvan tasviri var ama dikilitaşları saymazsak çok fazla insan figürlü eser barındırmıyor. Karahantepe’nin neolitik sanatçıları ise artık hayvan sembollerinden çok, insana yönelmiş görünüyor. Daha da önemlisi, Karahantepe sanatçıları yüzlerde ifadeye, duygulara, anlam arayışlarına yönelmiş. Bir yanda “leopar taşıyan insan” gibi günümüzdeki bilim kurgu görselliğini aratmayacak denli gerçeküstücü öyküler, diğer yanda dişlerin görünmesi detayına değin gerçekçilik arayışının eserleri var. Böylesine detayların bulunduğu bir konuda objesine sizin kadar yaklaşan bir fotoğrafçı için bu sergide izleyiciye bu geçişin detaylarını hangi cümlelerle anlatıyorsunuz?

Umarım öyledir çünkü özellikle maddi olan her şeyi gün ışığına çıkaran bazı teknikler kullandım. Dokunun duygularını taşlara vermek için Türk toprağı kullanarak bazı eserler bastım. Diğer baskılar platin tekniğinde 120×165 boyutlarında. Duruma göre değişiyor, özellikle ışıklarla birlikte hareket ettiğinizde çok ilginç bir görünümü oluyor eserlerin. Sonra boğa var ve dokusunu görebiliyorsunuz, ben de öyle yaptım. Diğer bazı heykel çalışmaları ise altın ve gümüş malzemeler kullanılarak cam üzerine basılıyor, böylece başka bir duygu yaşıyorsunuz. Bu yüzden birkaç teknik ve normal baskı yaptım. Bunun sadece bir sergi olmadığını söylemek isterim, arkeologların duygularını da göstermek isterim. Şanlıurfa Müzesi’ne büyük bir parça götürdüğünü gördüğümde sahada çalışan bir arkeolog vardı. Bir şeyi keşfetmenin heyecanlı olduğunu düşündüm ve bana bunun elbette heyecan verici olduğunu çünkü toplum için, gelecek için çalıştığımızı düşündüğümüzü söyledi. Fotoğrafla ilgili çok şey olduğunu fark ettim. Bu bana, bunun ilk kurgu olarak öğretim görevlileri ve mimarlar tarafından beslenecek bir duygu olduğunun her gösterildiğinde hoşuma gideceği fikrini verdi. Yani bu sadece bir fotoğraf sergisi olmayacak, aynı zamanda öğretim görevlileri de olacak çünkü bilim insanlarının gelip bilgilerini normal insanlarla paylaşmalarının her zaman önemli olduğunu düşünüyorum.

Sergilenecek fotoğraflar siyah beyaz sanıyorum? Neden böyle bir tercih yaptınız?

Evet, çünkü gerçekten veri arkeolojisinden ayrı olarak arkeologlar, kazılarda edindikleri bilgiler aracılığıyla bir şeyler düşünürler. Ama kesin bir şey yoktur hiç bir zaman. Siyah beyazı seviyorum çünkü bana oldukça gizemli geliyor ayrıca konunun gizemini de arttırıyor. Benim için muhtemelen o bölgeye girmek istememize neden oluyor. Sergideki renkli iki parça hariç diğer tüm eserler siyah beyaz.

“Isabel Muñoz: Yeni Bir Hikâye”, Şanlıurfa Yenimahalle, 2022

Geniş baskıları seven bir fotoğrafçısınız. Bu sergideki baskılarınızı hangi boyutlarda göreceğiz? Diğer yandan uyguladığınız baskı tekniği açısından önceki sergilere göre bir fark olacak mı?

Aslında duruma göre değişiyor. Bu durumda, büyük olması gerektiğini düşündüm. Neolitik insanların bu mabetleri yaparken aletleri olmadığını hayal edebiliyor musunuz? Başka bir kaya veya taş parçası kullanılarak yapılan beş buçuk metrelik kaideler gerçekten mükemmel bir şekilde kesilmiş. Bu işin o zamanlarda bu mükemmellikte yapılmasını kastediyorum. Bu anıtların, heybetleri nedeniyle böylesi tapınakların yer aldığı bir sergide, benim için mümkün olan en büyük baskı olması gerekiyor

Aslında fotoğraf dili ile bir şeyler anlatmak isteyen birçok fotoğrafçının benzer konuları farklı yorumlamaya çalıştığını görüyorum çoğu zaman. Sizin, Tango (1989), Toros (1992), Lucha Turca (1996), Shaolin (1999) veya Mevlevi (2008) gibi fotoğraf serilerinizin birçok fotoğrafçı tarafından bolca çekilmiş konular olması o konuya yaklaşımınızı nasıl etkiledi? Örneğin Steve McCurry’nin Shaolin Rahipleri fotoğrafları birçok fotoğrafçının aklında iz bırakmıştır.

Öncelikle hiçbir konunun kimseye ait olmadığına inanıyorum. Konular insanlık ile paylaşılmak içindir. Fotoğraf benim için paylaşmaktır. Ayrıca fotoğraftaki sihirlerden birinin de aynı gerçeklik karşısında birçok fotoğrafçının kendi bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Hepimiz hikâyeyi farklı şekillerde anlatıyoruz. Gerçekten harika. Konuya gözümle, yüreğimle ve ruhumla gördüğüm şekilde yaklaşmaya çalışıyorum. Bu benim için önemli. Yani hiçbir şeyin fotoğrafını çekmezsem, hikâyeyi anlatabilecek duyguyu hissetmem mümkün değil. Tabii ki bahsettiğiniz tüm bu konuların hepsini seviyorum. Onlara yaşamamı sağlayan tutkuyla yaklaşıyorum. Elbette diğer fotoğrafçıların çalışmalarına ve insanlara saygı duyuyorum ama Steve McCurry’nin çalışmalarını gerçekten seviyorum. Harikulade. 1999 yılında Shaolin keşişleri üzerine çalışmamı yapmıştım. Bu deneyimi asla unutmayacağım.

Fotoğraflarınızda çok ve hatta oldukça yakın bir bakış açısı kullanıyorsunuz. Bir röportajınızda öznelerinizden uzak olmadığınızı, çünkü o zaman kişiyle özdeşleşemeyeceğini söylemişsiniz. Bunu biraz açar mısınız? Bir de Robert Capa’nın “Fotoğrafınız yeterince iyi değilse, yeterince yakın değilsinizdir.” sözü ile ilişkilendirdiğiniz bir tarafı var mı bu durumun?

Robert Capa’nın işlerine bayılıyorum. Her şey beyaz ve siyah değildir. Bir bakıma gerçekten konuya yakın olmam gerekiyor. Ancak bu her zaman hikâyeyi anlatabileceğiniz anlamına gelmez. Bazen çok yakın olduğunuzda çok kötü fotoğraflar çekebiliyorsunuz. Sanırım Capa’nın da bazı şeylere ihtiyacı olduğunu söylediği şeyle ilgiliydi, bazen bazı şeyler geride kalıyor gibi. Hissetmek ve üzerini örtmek için konuya yakın olmam gerekiyor. Bu yüzden bir taşın fotoğrafını çekerken bile taşın canlı olduğunu unutmuyorum. Konunun, sizin orada olduğunuzu bilmesi gerek. Orada olduğunuzu bildiklerinde, düğmenin üzerine sihirli bir parmak dokunuyor. Kısacası öznelerimden uzaklaşamam, çünkü o zaman işimle özdeşleşemem.

“Isabel Muñoz: Yeni Bir Hikâye”, Nevali Çori, 2022

En çok etkilendiğim çalışmanız Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin imzalanmasının 20. yıldönümünün küresel bir “çocuk haritası” oluşturularak kutlanmasına karar verildiği 2009 yılında fotoğraf çekmek ve dünyanın dört bir yanındaki çocukların hikâyelerini anlatmak için 20 ülkeyi kapsayan bir tura çıktınız. Bize biraz bu projeden bahsedebilir misiniz? Fotoğrafın gücü burada nasıl etkili oldu?

Bu proje benim için gerçek bir hediyeydi ve çocuk haklarının 20. yıldönümü kutlamalarının öyküsünü anlatmaktan her zaman onur duyuyorum. Gerçek bir ayrıcalıktı çünkü hepimiz bu hakların ne kadar önemli olduğunu biliyoruz çünkü onlarla birlikte doğduk. UNICEF ve El Pais ile bir proje yapabilmek başlangıçta harikaydı. 20 ülkemiz vardı ve 20 çocuğumuz olacaktı. Sonunda yüz oldu. Bu proje için dört kıtaya bölündük. Bunu 20 farklı ülkede yapabilmek için yeterince yetenekliydim fakat her ülkede sadece iki buçuk günümüz vardı. Bu bir meydan okumaydı. Hikâyeyi nasıl anlatmak istediğimi düşündüm. İlk başta bir devlet başkanı veya başka önemli bir kişinin portresini çekerim diye düşünmüştüm. Ama sonunda çocukları düşündüm. Hepimizin sihirli bir noktası olduğunu biliyorum, bu yüzden çocukların her birine sihirli noktalarının neresi olduğunu sorduk. Çocukların önemine inanıyorum. Çünkü bugünün çocuğu yarının geleceğidir. Onlarla gerçekten ilgilenmeliyiz. Birçok şey öğrendim ama ilk öğrendiğim en önemli şeylerden biri, çocukların en karanlık konumda olsalar bile hayal kurabilmeleri, gülümseyebilmeleri ve oynayabilmeleri. Cömertlikleriyle ilgili başka bir şey daha vardı. Hepsine aynı soruyu sorduk ve neredeyse hepsi aynı şeyi söyledi. Sihirli kelimeye sahip olsaydın senin yaşındaki bir diğer çocuğa ne söylemek isterdin? Diğer insanlara ne tavsiye ederdin? Ve hepsi “Lütfen çalışın, çalışın!” dedi, çünkü bu durumdan kurtulmanın tek yolu bu. Çok ilginçtir çünkü bazen fırsatınız olmuyor ama 5 yıl sonra o çocuklardan bazılarını görme fırsatım oldu. Ve nasıl geliştiklerini gördüm. Bu benim hayatım. Gerçeği söylemek gerekirse, hayat neyse odur. Yani çocuklardan bazıları başarılı oldu ama bazıları olmayabilir. Hayat zor. Ama en azından bunu yapma şansları vardı.

“Çocukların önemine inanıyorum. Çünkü bugünün çocuğu yarının geleceğidir.” Foto: Tolga İldun

Katalonya, İspanya’nın en zengin, en müreffeh bölgelerinden biri. Avrupa’nın da en geniş özerklik haklarına sahip bölgesi. Ancak İspanya’yı 1939’dan 1975’e kadar diktatörlükle yöneten General Franco döneminden kalan “Madrid antipatisi” Katalan başkenti Barcelona ve çevresinde bugün bile sürüyor. O günleri yaşayan ve büyüklerinden dinleyen bir sanatçı olarak baskıcı ve totaliter yönetim biçimlerinin sanatınıza bir etkisi oldu mu? Bu konuda bizim ülkemizi nasıl değerlendiriyorsunuz dışarıdan bakan bir göz olarak?

Aslında bilmediğim şeyler üzerinde konuşmayı pek sevmiyorum. Ancak tüm tarih boyunca Katalonya, sadece Franco döneminde değil, kuzey İspanya’da da özel haklara sahip olmuştur. Bence tarih boyunca yaşayabilmek Katalonya için bir hediyeydi. İspanya, geçiş döneminden sonra Franco ile yaşamış bir ülkedir. Şimdi İspanya’da demokratik bir ülke olarak tüm haklara sahibiz. Demokrasiye, eşitliğe ve insanlığa inanıyorum. Yani şimdi Tanrıya şükür İspanya başka bir gerçeklik yaşıyor. Madrid ve Barcelona arasında futbol takımlarındaki gibi bir kavga olduğuna inanmıyorum. Bence bazı insanlar ülkelerini ayırmak istiyor. Özgürlüğü seviyorum. Yani ben İspanyol’um. Çoğunluk bir yere gidiyorsa, buna saygı duymanız gerektiğine inanıyorum. Sevmesen bile. Bu belki fotoğrafta da olur. Başkalarını yargılamayı sevmem çünkü kültüre inanıyorum. Türkiye’nin bana verdiği şeyler hep iyi olmuştur.

Bir fotoğrafçı olarak, hala gelişen dijital fotoğrafçılığın hızına ayak uydurmak bu işe yeni başlayan fotoğrafçılar için bile bu kadar zorken sizin bu teknolojiyi iyi kullandığınızı ve yeterince yakından takip ettiğinizi söyleyebilir misiniz? Ve hatta geleneksel baskı yöntemleri üzerinde de farklı birçok denemeler yapıyorsunuz. Çalışmalarınızda bu denemelerin gelişen dijital teknoloji ile uyumu ve paralelliğini nasıl yorumlarsınız? Mesela 2017’de “Aqua” isimli bir su altı fotoğraf seriniz var. Su altı fotoğrafçılığı tamamen farklı bir alan. Burada doğa ile ilgili bir mesaj vermenin yanında fotoğrafta sınırları zorlamayı sevdiğinizi düşünüyorum.

Genç nesiller ve genç fotoğrafçılar için endişeleniyorum. Mesele dijital olup olmaması değil. Fotoğrafçılıkta video, 3D gibi bir sürü şey var. Yani bir kelime olarak fotoğrafçılık gerçekten genişledi. Fotoğrafla yaşayabilmenin yolu genç fotoğrafçı için çok zor bir hal alıyor. Daha önce basın ve reklam yoktu ama tabii ki dijital dünya tüm bunları değiştirdi. Ve sonra muhtemelen işi tanıtmaya yatırım yapmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü bir sanatçının yaşaması gerekiyorsa anlatmak istediğini konuşabilmesi için diğer medyanın da olması gerekir. Genç fotoğrafçıları nasıl tanıtabiliriz ona bakmalıyız. Desteklenmeleri gerekiyor. Öte yandan, elbette değişmekten korkuyoruz. Bence bu büyülü bir an. Başka bir ülkeden geldim ama dijital dünya her fotoğrafçının kendi yöntemiyle kullanması için birçok olasılığa açık. Tüm bu teknik bilgi ve donanımları araştırıyorum. Ciddi olmayan, bana dokunmayan bir projeye başlamıyorum. 2016 yılında Akdeniz’de bir belgesel çekiyorlardı ve benim yaptığım son şeyleri ortaya koymak istediler. Ben bir Akdeniz kadınıyım, denizi severim. Küçükken de denizde muhtemelen 3-4 metre derinliğe dalardım. O belgesel üzerinde çalışan kamera operatörlerinden biri bana yediğimiz balıkların yüzde 30’unun içinde plastik olduğunu söyledi. Genç nesli düşündüm. Amacım sınırları zorlamak değildi, bir hikâye anlatmak istiyordum. Bu durumda hikâyemi su altında anlatmak istedim. Ben de suda kendi tekniklerimi kullandıktan sonra önce su altı fotoğrafçılığını öğrendim ve dalış yapmayı öğrendim. Böylece proje başladı. Bu hikâyeyi anlatmanın en güçlü yolu buydu.

Çok çekmek isteyip de çekemediğiniz bir fotoğraf veya proje oldu mu? Hikâyesini kısaca dinleyebilir miyiz sizden?

Hayatımın boyunca çekmek isteyip de fotoğraflayamadığım birçok konu oldu aslında. Ama ben sabırlı bir insanım ve hayır cevabını kabul etmem. Hayır’ı Evet’e çevirmeye çalıştım, mesela 1990’ların başında Japonya’da bir sergim vardı. Geleneksel Butoh dansını fotoğraflamak istedim. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra atom bombalarının psikolojik kalıntılarını gidermek için yaratılmış bir sosyal politik danstı Butoh. Kuruculardan biri olan Kazuo Ohno ise hala hayattaydı, 104 yıl yaşadı ve sonuna kadar dans etti. Fakat erkeksi bir dünyaydı ve bunun hiçbir yolu yoktu. 25 yıl denedim ve denedim. Hep oradaydım. 2016 yılında Japonya’da açılan bir sergi daha oldu. Dans etmeyi, fotoğraflamayı seviyorum ama sonunda Japonya’da fotoğraf çekmek istemedim. Çünkü 25 yıl sonra artık aynı şekilde bakmıyorum. Fakat ancak Kazuo Ohno’nun 82 yaşındaki oğlunun fotoğrafını çekebildim. Vefat eden son exorlardan biriydi. Babası gibi sonuna kadar dans etti. Vücudu yarı felçliydi. Ailesi gibi harika bir insandı. Gerçek bir onurdu bu benim için!

Isabel Muñoz, la danza ‘butoh’

Çalışmalarını takip ettiğiniz Türk fotoğrafçı veya sanatçılar var mı?

Türkiye’deki sanat dünyasına pek aşina değilim ama sevdiğim Ara Güler‘i elbette biliyorum. Ama genel olarak, sadece Türkiye’de değil, 1800’ler veya 1900’lere ait her türlü eski fotoğrafı görmeyi ve o günlerle ilgili bir hikâyeye bakmayı seviyorum.

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 20:33:13