A password will be e-mailed to you.

 

9 Ekim 2021’de açılan ve 27 Mart 2022’ye dek Beyoğlu’nda Meşher’de sürecek Ben-Sen-Onlar/Sanatçı Kadınların Yüzyılı sergisi bugüne dek bir araya gelmemiş kadın sanatçıların görsel eserlerinden oluşuyor. Çok değişik koleksiyonlarda veya sanatçı ailelerinin “hazinelerinde” bulunan çoğu resim, bir kısmı heykel ve fotoğraf, azı da kâğıt üzerine “çiziktirilmiş” efemera denilebilecek eserlerin ciddi maddi, manevi ve hukuki çabayla yan yana getirilmiş olması, özellikle nicel yoğunluk da göz önüne alındığında, takdire şayan bir emekten öncelikle bahsetmemi gerekli kılıyor.

1850-1950 arasında Türkiye’de yaşamış, birçok gayri müslim kadının eserini de içeren sergi, günümüz kadın sanatçılarının devraldıkları mirası göz önüne çıkarmak gibi bir amaç taşıyor. Ben de 1992’de basılan Elinin Hamuruyla Özgürlük/Resmi Tarihten Kadın Tarihine başlıklı kitabımda 1835-1935 yılları arasındaki kadın mücadelesini ortaya ilk defa koymak derdini taşırken, günümüz kadınlarına bugünkü statülerinin resmi tarihte yok sayılan hemcinslerinin mücadelesine de bağlı olduğunu belgelemeye çalışmıştım.

Ayşegül Yaraman, Gencay Kasapçı’nın İstiklal caddesinden de görülebilir heykeliyle sergi önünde

Dolayısıyla resmi tarihte/tarihlerde yok sayılan kadın etkisini, üretimini, mücadelesini sanat bağlamında çok büyük bir çeşitlilikle sunan sergi, ilgi alanıma girdi. Ancak görsel veri olması hasebiyle “kadınlar tarihte her alanda vardılar” tezini benim kitabımdan çok daha geniş kitleye anlatabilme vasfı olan bu serginin ne Beyoğlu (İstanbul) ile ne belli bir tarihle sınırlı kalmamasını; süreklilik arz etmesini (örneğin bir müzenin devamlı bölümü olarak) ve/veya maddi olarak çok zor olduğunu bilmeme rağmen yurt içi ve dışında gezebilmesini dilerdim. Sergide eseri bulunan birçok kadının eserinden bihaberdim. Oysa, görsel sanatlar doğrudan uzmanlık alanım olmasa da, 40 yıl önce kadın konusunda çalışmaya sanat eleştirmenliği kapsamında edebiyat üzerinden başlamıştım. Bu kişisel “cehaletim” ile ilgili bilgi dahi serginin değeri hakkında önemli bir katkıdır diye düşünüyorum.
Ancak, özellikle projenin çıkış amacını kendi tezlerime çok paralel ve onları görsel olarak tamamlayıcı bulduğum için ayrıca ciddiye alarak, böyle çok sayıda eserin sergilenişiyle ilgili eleştirilerimi eklemem gerekir.

“Seçki çoğunluğu ‘ben’leşememiş ve dolayısıyla sanat tarihi tarafından büyük harflerle kaydedilmemiş kadınları tek tek fark etmenin yanı sıra, kolektif bir ‘biz’in oluşabilme koşullarını araştırıyor”

Öncelikle Türkiye’de kadın tarihi açısından çok temel hipotezlerden “sürekliliğin”, sosyolojik bir arkaplan hissettirilmediği için sergiden yansımadığını düşünüyorum. Tabii ki mesenlerinin çıkış amacı bir yana, küratör Deniz Artun’un başka bir problematiği var: “Ben-Sen-Onlar. Bu bağlamda sergi ismini Şükran Aziz’in sergilenen aynı adlı bir eserinden alıyor. Seçki çoğunluğu ‘ben’leşememiş ve dolayısıyla sanat tarihi tarafından büyük harflerle kaydedilmemiş kadınları tek tek fark etmenin yanı sıra, kolektif bir ‘biz’in oluşabilme koşullarını araştırıyor.” Ancak bu problematik, çağdaş kadın sanatçıların köklerini keşfetmesi sağlandığı taktirde anlamlı olabilirdi. Serginin tarihsel, sosyolojik ve giderek ideolojik anlamda bir özden yoksunluğu ve/veya bunun “gösterilememiş” olması, kadınlık durumuyla ilgili önemli bir mesaj ve belge oluşturulmasını bunca “zenginliğe” rağmen engellediği gibi, anlamlı teklerden oluşan anlamsız bir bütüne maruz bırakıyor izleyiciyi.

Dünden bugüne nasıl biz olabiliriz?

Tekraren, ben daha genel bakarak kadın sanatçıları kadın tarihine dahil ediyor ve göz ardı edilen kadın emeğinin her alandaki varlığının bir belgesi olarak değerlendiriyor; ama bu mirasın aktarımının sergilemede gerçekleşememiş olmasına hayıflanıyorum. Oysa dünden bugüne “biz” olabilmek ancak bu kavranırsa ve aktarılırsa mümkündür.

Şükran Aziz, Ben Sen Onlar, 1993-1996

Şükran Aziz’in serginin ismi olmuş işi kadınlık durumunun ve kadın dayanışmasının evrenselliğine dikkat çekiyor; oysa tarihsel birikime yaslanan bir sergide, tablonun bu tespitinin/teklifinin ancak bir sonucu simgelemesi doğru olabilirdi. Eserin yapıldığı 1990’ların feminist politikasının, böyle ayrıntılı bir sanat tarihi birikimini bir araya toplayacak ve hele 1850-1950 yılları odaklı bir sergide başlık edinilmesinin yersiz olduğu kanaatindeyim. Nitekim katlar/kategoriler üzerinden değerlendirdiğimde; “ben” kısmı hariç gayet naif ve zorlama “sen” ve “onlar” yaratıldığını, zaten aslında serginin örtük amacı “biz”in yok sayıldığını gördüm. Gerek tarihsel gerek sosyolojik bir arka plan ve bu bağlamda çok önemsediğim süreklilik ve dahi miras, adeta yığılmış eserler izlenimi aldığım sergiden bana hiç geçmedi.

Belkıs Mustafa (1896-1925)

Özellikle “sen” kategorisinde sanatçı isimlerinin eser yanında değil, bir liste halinde yer almasının nedenini anlamadım. Belkıs Mustafa’nın kâğıt üzerine karakalem çalışmasının ,yüz hatları olmayan kadın deseninin de bir kere daha hatırlattığı üzere, hala süren kadının birey olarak “görünememe” sorunsalını çağrıştırdım sadece ki bunun da katın kategorik başlığıyla ilintisini bulamadım.
Öte yandan kadınların yok sayılma biçimleri ve nedenleri çeşitlidir. Siyasetten günlük dile bunlardan bir tanesi kadın faaliyetinin ataerkil aile bağı illiyetiyle ortaya çıkabilmesi veya tam da aynı nedenle kıyaslanması/küçümsenmesi, hatta yok sayılmasıdır. Sergide gözüme çarpan bazı eserler ve yaratıcıları, bir yandan aile ortamının kültürel sermayesinin cinsiyetler üstü olduğunu göstermekte; diğer yandan ise kadınların yine de erkeğin gölgesinde kaldığını belgelemekte: Elisa Zanaro, Emel Korutürk, Nasip İyem, Semiha Es, Harika Lifij, Melike Abasıyanık, Celile Uğuraldım, Seniye Fenmen, Nevin Edhem. Ancak, Aliye Berger ve Fahrelnisa Zeid için bir önceki cümlemin ikinci kısmının tersi mi geçerli acaba?

“…gerek tarihsel gerek sosyolojik bir arka plan ve bu bağlamda çok önemsediğim süreklilik ve dahi miras, adeta yığılmış eserler izlenimi aldığım sergiden bana hiç geçmedi.”

Tarihsel bağlamda yerine daha net oturtabilmek açısından birçok eserin üretim tarihinin olmamasından da rahatsız olduğumu belirtmek isterim. Yine “tarih” bağlamında 1850-1950 arasının sergiyi sınırlamasının ne açıdan kale alındığını da anlamadım. Sanatçının doğum tarihi mi, hayatta olduğu tarih mi, sergideki eserinin tarihi mi mesnet alınmış, açıklanmamış. Her üç seçeneğin de geçersiz olduğunu tespit ettim aslında. Öte yandan kuşkusuz küratör, tıpkı editör gibi, problematiğini belirlediği seçkisinde nesnel olamaz; olması beklenemez. Ancak yine de bazı sanatçıların eksikliği dikkatimi çekti.

“…yoksa yokluğunu gördüklerimin listesi uzun. Ayrıca zaten ben sanatçıların ve eserlerin neye göre seçildiğini, tarih sınırlaması konmasına rağmen zaten anlayamadım.”

 

Özellikle sanat tanımının, sosyolojik bir bakış açısıyla erkekler tarafından kategorize edildiğinin bilinciyle genelde zanaat olarak “dışlanmış” kadın üretimlerinin bu sergiye dahil edilip; “sanatın sınırlarının belirlenmesinde erkek egemenliği” gibi bambaşka ve kocaman bir problematiğin sorgulanmasını beklemesem de, örneğin Gülsün Karamustafa gibi kadını ve kadına atfedilen tarzı bilinçle sanatına yerleştirmiş bir sanatçıyı gözlerim aradı doğrusu.

Celile Uğuraldım (1880-1956)

Tekraren küratör özgürdür; onun ötesinde birçok başka değişkenler de sergilenecek eserleri belirler biliyorum. Yoksa yokluğunu gördüklerimin listesi uzun. Ayrıca zaten ben sanatçıların ve eserlerin neye göre seçildiğini, tarih sınırlaması konmasına rağmen zaten anlayamadım. Bu izleyici olarak benim sorunum mu bilemem, ama kuşkusuz küratörün problematik ve amaçlarının daha görünür kılması gerekirdi. Sadece kimleri/neleri seçtiğini anlamam için değil, serginin başarılı olup olmadığını değerlendirebilmem için de.

“…özellikle “sen” kategorisinde sanatçı isimlerinin eser yanında değil, bir liste halinde yer almasının nedenini anlamadım.”

Sonuç olarak bu “zengin” sergi bana muhteşem bir depoya girmişim izlenimi verdi. Ancak özellikle kadın tarihine ve sanatına, dolayısıyla tarihin ve sanatın tamamlanmasına sadece nicelikle değil; derleme biçimiyle de büyük katkıda bulunabilecek bir fırsata ulaşılamadığı (hatta bunun böyle bir yatırıma rağmen kaçırıldığı) ve bu alandaki “yoksul” zihniyetin kırılamadığı kanaatindeyim. Keşke toplumsal cinsiyet bilinci sindirilmiş olsaydı; zira ancak bu takdirde teşhir edilen sanatsal birikimin cinsiyetçi kolektif hafızayı tehdit etme başarısına ulaşabileceğine inanıyorum. Her hâlükârda, izleyicinin de aktif olduğu bir sanat anlayışına güvenerek serginin gezilmesini ve başta önerdiğim gibi kalıcılığının (tabii ki eleştiriler ve imkanlar göz önüne alınarak) sağlanmasını temenni ederim.

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 04:44:36