A password will be e-mailed to you.

"Yiyorsa kendinle baş et!" Kemal Hamamcıoğlu 

Yenilenen hayatlarımıza sade kelimelerle, gerçeklere güzel gözlerle bakan yazarlara ihtiyacımız var. Bu ihtiyaç, kalemi rengarenk yazarların görünür hâle gelmesiyle diniyor neyse ki…
Bir yıl arayla yazdığı iki güzel oyunla hayatımıza giren özel bir yazarla konuştuk sevgili okur: Kemâl Hamamcıoğlu… Yazının sihirli gücü ve yeni projeleri hakkında şeker gibi bir sohbet oldu. Bu röportajı Kemal’i daha yakından tanıdığınızda kendinizi çok ve çok daha iyi hissedeceğinize emin olarak paylaşıyorum.



Özlem Ünaldı: Yazmak bi ihtiyaç mı?

Kemal Hamamcıoğlu: Aynı koşmak gibi… Bu ara çok az koşuyorum. Ama yazarken, hayatımın geri kalanından daha çok koşuyorum.  Yazarken daha cesurum bir de. Çünkü, yaşarken belki ama yazarken yalan söylemek gibi bir lüksü olmuyor insanın. Bu hakiki alanda kendinle baş etmen gerekiyor. Yiyorsa kendinle baş et!


Ö.Ü: Görünmez ve yalnız bir mücadele yazmak. Nasıl başladı yazarlık hikâyen?

K.H: Yazmaya askerdeyken başladım ben. Daha önce de bir şeyler yazıyordum ama ilk oyunum Kabin’i askerde yazdım. Her gün gizli gizli birkaç sayfa yazarak bitirdim oyunu… (Gülüşmeler…) Kabin’i yazıp bitirdikten sonra, daha fazla yazmam gerektiğini, yazıyla ilişkimi güçlendirmem gerektiğini hissettim. Yazmak beni belki iyileştirmiyor ama daha güçlü kılıyor hayata karşı. İyileşmek için değil, aksine zaaflarımla, hatalarımda omuz omuza yürümek için yazıyorum. Yazmak ellerime acı veren bir şey; bu acıya rağmen yazıyor olma fikrine bağımlıyım. Bu yüzden askerdeyken başladı yazarlık hikâyem belki de…

Ö.Ü: İyi ki başlamış! Cinsel yönelimleri nedeniyle hayatları zorlaşan insanların hikâyesini yazıyorsun. Aslında bu insanlar üzerinden, kendine özgü var oluşları nedeniyle toplum tarafından şiddetin türlüsüne maruz kalan insanların hikâyesi. Bu sancıları anlatma ihtiyacını tetikleyen şey ne?

K.H: Garaj ve Kabin’de hikâyeler cinsel yönelimler aksında yürüse de asıl dert bu değil… İkisinin ortak paydası yalnızlık… Bu karakterler üzerinde çalışmamın nedeni var olma konusunda cesur ve becerikli duruşları. Ayaklarının yere sağlam basmasında. Sağlam olanın hikayesini yazıyorum. Vasat olandan bana ne!

 

Ö.Ü: Çok sert ve derinden yaşanan hayatlar çünkü… Zorlu yolculuklar…

K.H: Kesinlikle… Beni hacimli yolculuklar ilgilendiriyor. Kabin’deki karakterler için de, Garaj’daki karakterler için de geçerli bu. Mesela Garaj’daki acılar bambaşka bir yaklaşımla anlatılabilirdi: Birbirini yargılayan değil de birbirinin var oluşunu doğallıkla hemen kabul eden iki karakter var oyunda. Başka türlüsü kolaya kaçmak olurdu. Dertler öyle hakiki ki, bilindik ya da samimiyetsiz bir hisle yazmak çok kirli geliyor bana. Derinden yaşanan yolculuklar okkalı bir küfür gibidir. Küfür iyidir!

Ö.Ü: Kabin ve Garaj arasında gözle görülür, kalple duyulur bir fark var: Giderek güzelleşiyor kalemin. Bu iki oyun arasındaki süre nasıl geçti senin için?

K.H: Ben kendinden çok çabuk sıkılan biriyim. Yaşarken de hep daha içeriden olanın peşindeyim. Bu süreyi daha iyi yazmayı deneyerek ve tabii ki ‘yaşayarak’ geçirdim. Bir şeyle ilgili elle tutulur bir savaş verince, kendi zamanında mutlaka bir adım öteye geçiyor insan.

 

Ö.Ü: Dilediğin gibi de olmuş bence. O dönemde henüz seni tanımadığım halde ‘Bu aralar başından acayip bir şeyler geçen bir yazar var, yaşasın!’ diye düşünmüştüm ben de…

K.H: Hayat çok acayip! Biliyor musun aslında hayatta da olduğu gibi bir şeye kendinizi teslim ettiğinizde, kıymet verdiğinizde ve yakından değil de uzak bir mesafeden baktığınızda mutlaka güzel bir hal alıyor… Garaj da aynen bu şekilde geçen bir buçuk yıllık bir çalışmanın ürünü. Çok karın ağrısı. Geride kalan onlarca talcid var. (Gülüşmeler…)


Ö.Ü: Harika karakterleri harika konuşturuyorsun. Diyalogların iyi yazılması seyirci için de oyuncu için de her şeyi daha anlamlı kılıyor… Yaşayan ve özgürleştiren bir dile ihtiyaç var sahnede.  Bu olayın sırrı ne?

K.H: Birincisi; anlattığım hikâyeler hayatın karanlık eşiklerinden çıkmış olsa da insanları dibe çekmek gibi bir niyetim hiç yok… Melankoli çoktan eskidi. Mutsuzluğun içinde mutluluğu deneyimlemek kıymetli artık.

Diyalogları yazmanın bir sürü aşaması var: araştırma yaptığım, günlerce film izlediğim, otoparklarda sabahladığım, adımlarımı saydığım, bozuk paralarımı saydığım, koltuktan günlerce kalkmadığım bir hazırlık süreci. Böyle bir yolculukta, karakterlere ne kadar önyargısız baktığını hissetsen de, hiç hesapta olmayan önyargılarınla, hislerinle karşılaşıyorsun. Bu oyunu yazdıktan sonra farkında bile olmadığım yargılarımdan arındım.

 

Ö.Ü: Kesinlikle izleyen için de geçerli bu durum; kendimden biliyorum. Her iki oyun da önyargılı olduğu halde anlama olasılığı olan birileri için güzel bir kapı aralığı…

Yine bu iki oyunu yazan biri olarak ne düşündüğünü merak ediyorum:

LGBT intiharları ve cinayetleri çok gündemde. Çoğaldığı için mi, sosyal medya sayesinde daha görünür hale geldi için mi bilemiyorum ama her şekilde içimizi yakan, isyan ettiren bir durum. Konu hakkında ne düşünüyorsun. Bizi bu korkunç cendereden ne kurtarır sence?

K.H: Sadece LGBT değil herkes bir şeyin savaşını veriyor; herkesin yenildiği ve köşeye sıkıştığı alanlar var. Bu tür intiharların, cinayetlerin her an ve sürekli gerçekleştiğini herkes biliyor zaten. Sosyal medyada ‘kederliymiş’ gibi yapılan bu paylaşımları da çok samimiyetsiz buluyorum açıkçası: Tepki ya da destek, sosyal medyada yapılan bir paylaşım seviyesinde kaldığında çok göstermeci geliyor bana. Reklamları geçsek de filme dönsek diye bağırasım geliyor! Reklamları geçsek !!!

Ö.Ü: Kesinlikle. Hassas meselelerle ilgili paylaşımlar, bu meseleler üzerinden prim yapan ‘işler’, ‘acı’nın kendisine büyük bir saygısızlığa dönüşüyor bence de… Toplumsal olarak arabesk bir kültüre sahibiz zaten -ki bunun rengârenk bir enerjisi olduğunu da sevgiyle benimsemiş biri olarak söylüyorum. Son zamanlarda arabeskin çirkin bir posası gibi ‘ajitasyon’ kaldı elimizde sanki… Bizi daha anlayışlı hale ne getirebilir sence?

K.H: Yalnızlık… İnsan ne kadar yalnız kalırsa o kadar anda kalıyor. Öyle ‘kalabalık’ yaşıyor ki herkes; kendini ve kendiyle birlikte ‘görebilme’ özelliğini yitiriyor. Yalnız kalmayı başarabilen insan etrafındaki her şeyi daha net görür… Kalabalıktan uzak durmanın insanı temize çeken bir büyüsü var çünkü. Pencere kenarım en temizi!

 

Ö.Ü: Nezaketin, uyumlu olmanın, özetle toplumsal yaşama dâhil olmanın gizlice şiddete dönüştüğü bir dönemden geçiyoruz gibi geliyor bana; öz duygular yerine, bir arada ve hatta kalabalıkta kalmak için yaratılmış samimiyetsiz kimliklerle yaşayan büyük bir insan kitlesi var: İçgüdüsünden koparılmış, ruhen ölüm tuzağına düşmüş bir topluluk. Filmlerin, şarkıların, oyunların vs… kısacası sanatın ruhlarımızı ışıldattığını düşünürsek, bu körelmiş ruhlar için bir yazar olarak kendini sorumlu hissediyor musun? Yazarların böyle bir gücü var çünkü. Ruhları uyandırıp, onları hayatın ‘yaşayan’ yerlerine götürme sorumluluğu hissediyor musun?

K.H: Sanatçı; içeriden, içgüdüsüyle bir şeyler ürettiğinde karşı tarafta mutlaka bir şeye sebep olur, bir kapı açar ya da kapar. Bunun mümkün olması için de sanatçının içine çok dürüst bir yolculuk yapması gerekiyor. Yolculuk bu şeffaflıkla gerçekleştiğinde, ortaya çıkan şey bütün zaafları ve tarihiyle görünür hale geliyor. Yazarken hayatın dışında ve kendi hayatımın içinde kalmaya özen göstermemin nedeni de bu.

 

Ö.Ü: Bu aralar ne yazıyorsun?

K.H: Yeni bir oyunum var. Kabin ve Garaj üçlemenin birer parçasıydı. Şimdi üçüncüsünü yazıyorum. Yeni sezonda oynanacak, yine Craft Tiyatro’da… Çağ Çalışkur yönetecek, İpek Bilgin oynayacak. İlk iki oyundan farklı olmasına özen gösterdiğim bir hikâye; bu ihtiyaç nedeniyle bir senelik bir ara vermiştim zaten, istediğim gibi de oldu. Yeni bir şey üretmeden önce durmak, izlemek, okumak vs… yenilenmek ihtiyacı hissediyorum içten içe. Farklı notalara basmam gerekiyor… Bir de film senaryosuna başladım ve çok heyecanlıyım.

 

Ö.Ü: Senaryodan bahseder misin biraz?

K.H: Beni çok heyecanlandıran bir hikâye. Daha önce yazdıklarımın ötesinde yerlere götürdüğü için sanırım bu heyecan… İçinde günümüz insanının ortak bir derdi var… Sevilme ihtiyacı.

 

Ö.Ü: Harika! Beni de heyecanlandırdın. Şimdilik bu hikâye gizemini korusun yoksa soru yağmuruna tutarım seni…(Gülüşmeler) Bir de dizi projesi var değil mi?

K.H: Evet. Pınar Bulut Deren ve Kerem Deren’in kurdukları Yazı Odası isimli bir oluşum var; birlikte heyecanla çalışıyoruz. Dizi ve film projelerimiz üretiyoruz. Şu anda Maral adlı diziyi yazıyoruz beraber. 

 

Ö.Ü: Harika! Oyunların kitap olarak da çıktı mı bu arada? Okumak isteyenleri haberdar edelim…

K.H: Garaj’ın kitabı çıkacak yakında… Hem oyun metni olacak kitapta (sahnelenirken kullanmadığımız bölümlerin de yer aldığı metin); hem de prova dönemini anlatan sıkı bir materyal olacak. Artemis Yayınevi’nden çıkacak.

 

Ö.Ü: Bir de kitap yazıyorsun sanırım? (İyi bir yazarın şu sıralar bu kadar çok şey yazıyor olması hepimize müjde oldu değil mi sevgili okur? Oh! Şıkıdım!)

K.H: Evet. Şiir olmayan kısa öyküler olacak bu kitapta. Seher Kış diye çok yakın bir arkadaşım da kitapta kullanacağımız çizimleri yapıyor. Çizimle tamamlanan cümleler…

 

Ö.Ü: Senaryosuyla seni büyüleyen bir film var mı? Hani bazı filmler insanı daha güzel oynamak, yazmak, yaşamak için gaza getirir ya, öyle bir büyü… (Bu hissi yaratan bir oyun sormuyorum hiç, çünkü metinlerin kendine özgü enerjisi olan ve tatlı bir yerde duruyor zaten…)

K.H: Dönüş… Hem her karesi harika birer fotoğraf hem de o küçük çocuğun inatla yağmurun altında beklediği sahne gözümün önünden gitmiyor. Diyalogları laf olsun diye değil de hikaye için yazmayı öğrenmeye çalışıyorum aslında filmi izlediğimden beri. Az konuşan ama çok şey söyleyen bir film, Dönüş.

 

Ö.Ü: Kelimeler hayattan uzağa düşürmek için değil de hayat katmak için sarf edildiğinde sihirli olabiliyor…

K.H: Evet, kelimeler çok değerli… Ama kelimelerin arasındaki esler çok daha değerli. Diyalogları çok önemsediğim için sözlerin müziğini de bulmaya çalışıyorum. Şahika Tekand’ın Stüdyo Oyuncuları’ndaydım iki sene boyunca. Ondan öğrendiğim bir müzik bu. Mesela Garaj’da Mevlana’dan bir bölüm var. Orada bir sıkıntı vardı ve boşluk bırakmıştım tam o bölümde. Müziğini bulamamıştım. Prova sırasında kağıt ve kalem alıp uzaklaştım ve bir şeyler yazıp döndüm. Bulduğum o sahnenin müziğiydi. İpek’e tam sırası geldiğinde kağıdı oyunculara vermeyi ve provaya hiç kesmeden devam etmeyi önerdim. Hepimiz için çok güzel bir andı ve oyunun süreci içindeki sihirli anlardan biri oldu. Çünkü oyunun müziğini bulmuştum!


Ö.Ü: Bugünlerde ne okuyorsun?

K.H: Latife Tekin’in Unutma Bahçesi’ni okuyorum; bana unutmayı denerken çok iyi geliyor. Ondan hemen önce de Tarjei Vesaas’ın Buz Sarayı’nı okumuştum, hararetle tüm arkadaşlarıma tavsiye ettiğim bir kitap: İlk defa bir kitabı okurken saatlerce kendime gelemeyip koltuğa yığıldım. O kadar hakiki ve o kadar canlılık veren bir sıcaklığı var ki… Yazar, on iki yaşında iki kız çocuğunun dostluğu üzerinden anlatıyor burukluğu. Bir gün Buz Sarayı gibi bir kitap yazacağımı bilsem başka hiçbir şey yazmaya ihtiyaç duymadan yaşarım. Susuz bile yaşarım! Valla!!! (Gülüşmeler…) … Sevim Burak’ın Yanık Sarayları’nı yeniden okudum, Tezer Özlü dönüp dönüp okuduğum bir yazardır. Umay Umay’ın bir kitabı mutlaka kırmızı masamdadır… Ne zaman yazamasam Umay’ın bir cümlesini okurum. Tokat gibi yüzüme çarpar bir sözü. Şiddetle uyanırım o zaman! Gülten Akın, Didem Madak, Sadık Hidayet yine ve yeniden okuduğum yazarlar… Samet Behrengi’nin çocuk kitaplarını okumayı çok seviyorum bir de. Herkes Küçük Kara Balık’ı çok sevse de benim Behrengi kitabım Bir Şeftali Bin Şeftali… Kitaplar iştahımı çok kabartıyor. Sevdiğim bir şey okuduğumda ‘Tüh bunu keşke ben yazsaydım!’ diye hissettiğim oluyor. Çok kıskanıyorum! (Gülüşmeler…)

Ö.Ü: Çok teşekkür ederim…

K.H: Ben de. Ben de!


Daha fazla yazı yok
2024-04-25 21:25:51