A password will be e-mailed to you.

 

“Şüpheli, yaralı, biraz tiksinti veren, belirgin bir bedeni ve imgesi olmayan, özelliğini yitirmiş, bir arzu ve güç evrenine yabancı, tek arzusu aşkı yeniden icat etmek olan. “

Julia Kristeva, Aşk Hikayeleri, 1983

 

“Biz tehlikeye karşı duyduğumuz sevgiyi, enerjiyi ve atılganlığa duyduğumuz yakınlığı yüceltmek istiyoruz.

Yüreklilik, gözüpeklik ve başkaldırı, bizim yazımızın en temel öğeleri olacaktır.

Bugüne dek yazın, düşünce tembelliğinden, kendisinden geçmeden ve uykudan övgü ile söz etmiştir. Biz ise şimdi saldırgan devrimi, ateşli uykusuzluğu, koşar adımı, ölüm taklasını, tokadı ve yumruğu övüyoruz.

Dünyanın güzelliğinin, yeni bir güzellikle daha da zenginleştiğini açıklıyoruz: Bu güzellik, hızın güzelliğidir. Karo serisini, içine çektigi havanın etkisi ile patlayacakmış görüntüsü veren yılan benzeri boruların süslediği bir yarış arabası motoru ısıtılırken son derece yüksek bir gürültü çıkaran araba, Samothrakeli Nike’dan daha güzeldir.

İdeal ekseni, kendi yörüngesinde hızla ilerleyen dünyayı dolaşan dümeni elinde bulunduran insani yüceltmek istiyoruz.

Yazar, temel elementlerinin ateşli tutkularını çoğaltmak için gönüllü ve içtenlikle kendine vermekten çekinmemelidir.

Güzellik artık yalnızca savaşımda söz konusudur. Saldırgan özelliklerden yoksun bir yapıt, başyapıt olamaz. Yazın, insanların önünde saygıyla eğilmelerini sağlamak amacı ile bilinmeyen güçlere yapılan bir saldırı olarak algılanmalıdır.

Biz çağımızın en son aşamasında bulunuyoruz! Olanaksızlığın gizemli kapılarını açmak icin neden geriye bakalım? Zaman ve mekan dün yok olmuştur. Bizler artık mutlak olanda yaşıyoruz çünkü artık sonsuz ve her zaman icin var olacak olan hızı yaratmış bulunuyoruz

Müzeleri, kitaplıkları ve her türlü akademiyi yıkmak ve ahlakçılığa feminizme ve belli çıkarlar ve amaçlardan kaynaklanan korkaklığa karşı savaş açmak istiyoruz.

Çalışan, eğlenen ve ayaklananlara neden olan büyük insan kitlelerini yüceltmek istiyoruz. Çağdaş başkentlerdeki renkli ve çok sesli devrimci akımları yüceltmek istiyoruz. Göz kamaştıran elektrikli aylar tarafından aydınlatılan silah depolarını, tersanelerini, dumanlı yılanlara benzer trenleri yutan istasyonları, göğe yükselen dumanlarıyla bulutlara asılı gibi duran fabrikaları, dev aletleri gibi henirlerin iki yakasını birleştiren ve güneş ışığında bıçak gibi parlayan köprüleri, göğü inleten ve serüvenler peşinde koşan vapurları, raylarda borularla çevrelenmiş dev çelik beygirler gibi koşmakta olan geniş göğüslü lokomotifleri ve rüzgarda bir bayrak gibi salalanan ve coşkulu bir topluluğun alkışını andıran pervasenisyel göklerde kayarçasına uçan uçakları yüceltmek istiyoruz.

20 Ocak 1909’da “Le Figaro” Gazetesinde F.T. Marinetti, “Le Futurisme” Manifestosu

II

“Günümüzde hiyerarşik eşitsizliğin yaratıcı sentez aracılığıyla bütünüyle ele aşılamayacağı yönündeki gözlem herhangi bir itirazla karşılaşmaz. Bununla beraber yeninin artık mümkün olmadığı çünkü hiyerarşik sınırların –yaratıcılıkla aşılmadan- kendi kendilerine tamamen ortadan kalktığı inancı yaygındır. Nitekim bizimki, sınırsız bir çoğulcu eşitliğe dayanan, tüm değer kısıtlamalarını dışlayan, ötekilikle çevrelenmiş bir eşitlik dönemi olarak tamamlanır. Bu görüşe göre değerlenmiş kültür ile dünyevi alan arasındaki sınır parçalanmış, hiyerarşik olmayan ve kısmi çok sayıda farklılığa bölünmüştür. Günümüzdeki kültürel üretmin büyük kısmının apaçık bir şekilde, dünyevi şeyler yığını arasında kaybolması, önemsiz görülmesi, müzeye dahil edilme ya da kültürel kurumların menziline grime –örneğin kitlesel mecralarca fark edilme- şansının olmaması bile bu kanıyı sarsmaz.

Öte yandan değerlenmiş kültür gitgide merkezileşmekte ve kurumsallaşmaktadır. Günümüz dünyasında müzelerde. Konferanslarda, konser salonlarında insanın karşısına hep aynı isimler çıkar.  Kültürdeki eşitsizlik medyanın dünşa çapında yürüttüğü arşivleme ve yayma faaliyetinin sağladığı entegrasyonla birlikte mutazasan artmaktadır.

(…)

Nitekim ekolojik argümana göre artık değerlenmiş kültürün dışında hiçbir şey kalmamıştır.  Bu doğru olsaydı, burada tanımlanan şekliyle  yenilik de sona ermiş olurdu.

Zira kültürel olarak değerlenmiş ile dünyevi alanlar arasındaki sınırlar kalkarsa bu sınır civarında işleyen hiçbir yenilikçi işlem de yürütülemez. İşte bu seyeple post-ütopik ekolojik argüman ayrı bir incelemeye tutulmalıdır. Aslında bu argüman kültürün doğal yolunu izleyerek genişlemesinin zıt yöndeki hiçbir girişimin başaramadığını başardığını teslim eder. Bu ütopyanın kültürle gerçek arasındaki sınırı silerek adeta kendi başına ortaya çıktığını iddia etmekle aynı anlama gelir.

Ekolojik argüman değerli ile dünyevi arasındaki sınırın silinmesiyle ilgili iki yönlü bir açıklama sunar. Bunların ilkine göre daha fazla hoşgörü ve liberal demokratik fikirlerin gelişmesi sonucunda dünyevi alandaki her şey yavaş yavaş kültürel belleğe entegre edilmiştir. Tüm tabular yıkılmış daha önce bastırılmış fark edilmemiş ve örtük kalmış alanlar açıklığa kavuşturulmuş  ve tüm baskıcı kural ve ölçütler ortadan kaldırılmıştır.

Bunun sonucunda değerlenmiş kültür tarafından tamamen soğurulmuş olan dünyevi alanine tüm kaynakları tüketilmiş, orjinalliği istismar ve nötralize edilmiş, orjinal ilkelliği de kültür tarafından dönüştürülmüştür. Artık yeni mümkün değildir. Zira kütürel ile dünyevi arasındaki sınır, eskiden olduğu gibi toplumsal baskı ve normatif sansürle korunmaktadır. Demek ki çağdaş kültürün ekolojik sorunu bu ilk versiyonda dünyevi kaynaklarının tükenmesi sonucu olarak ele alınmaktadır.

Kültürümüzün ekolojik kriziyle ilgili ilk görüşü dışlamayan ikinci görüşe göre ise modernitede çağdaş kitlesel iletişim sayesinde değerlenmiş kültür dünyevi alanı kuşatmış ve bastırmıştır.

Kültür dünyevi alanine tüm potansiyel orjinalliğinin ve kültürel üretkenliğinin kökünü kurutarak o alanı imha etmiştir. Buradaki mesele artık değerlenmiş, ayrıcalıklı kültürün hoşgörüsü değil, abartılı saldırganlığıdır.

Değerlenmiş kültür, dünyevi alanın kaynaklarını tüketmekle kalmamış bu alanı kendi ürünleriyle doldurarak onu kökter ve geri dönüşsüz biçimde kirleştmiştir. Dünyevi gerçekliğin tamamı bu şekilde estetize ve stylize edildiği için ve egemen beğeniye göre yeniden şekillendirildiği için bugün bizatihi dünyeviden bahsedilmez. Çağdaş kültürel durumda dünyevi, ya kendi dünyeviliğinin bir tür smülakrına dönüşmüş ya da Baudrillar’dın tabiriyle hiper gerçek olmuştur.

(….)

Bu iki argüman ya da bunlardan yalnızca biri bile doğruşsa şayet, günümüzde hem Romantizmin ele alış biçimiyle yaratıcılık  hem de hazır-nesne bakış açısıyla ele alınan yenilik imkansızlaşmıştır.

Yeni Üzerine Geçmişle Gelecek Arasında Kültürel Ekonomi, Boris Groys, 1992, KÜY Yayınları.

“Sayın Bay Vergani, Shinoda ve Kesler,

Fakat farklılıklara belli bir düzen kazandıran tutarlı bir yapının önemini gerçekten inkar edebilir misiniz? Diyorsunuz. Cavabım şu: Bu konuda karar vermek ne size ne de bana düşer, bu farklılıkları yaratan ve şu anda kendi içinde teneffüs eden insanların işidir. Eğer Afrika kıtasındaki uluslar herhangi bir kültürel ya da daha başka bir temas kurmaksızın yanyana yaşamaktan memnunsalar bu onların bileceği bir iştir ve ne idüğü belirsiz birtakım düşünürlerin onların bu tutumlarını nasıl gördüğünün önemi yoktur.

(…)

‘Biz filozoflar’ diye yazıyordu Edmund Husserl, ‘insanlık partizanlarıyız’. Bir filozof olarak kendi gerçek varlığımıza kendi derin özel uğraşımıza karşı taşıdığımız son derece kişisel bir sorumluluk, anı zamanda kendi içinde insanlığın gerçek varlığına karşı sorumluluk duymak gibi bir boyut da taşır.’

Siz buradaki düşünceyi onaylayabilirsiniz.

Ama bence felaket bir cahillik.

Husserl, Nuerler’in (Afrikalı bir topluluk) gerçek varlığı hakkında ne bilebilir?

Hastanelik bir kibir insanlığın gerçek varlığından bahsedebilmek için tek başına tüm ırklar, kültürler, uygarlıklar hakkında yeterli bilgi sahibi kimse var mı? Ve şüphesiz ondan farklı düşünen ve yaşayan herkese karşı büyücek bir küçümseme kokuyor.

 Kültürel bir Çoğulculuk mu yoksa yeni yavuz birörneklik mi? Paul Feyerabend, 1985.

III

 

“Sosyalizmin günümüzdeki görevi, insanlarla bulundukları, dokunuldukları, ısırıldıkları, harekete geçirildikleri, kızdırıldıkları, tiksindirildikleri yerde karşılaşmaktır”

 

Raymond Williams, New Left Review, 1960

 

Markist teorisyen, romancı eleştirmene göre kaynaklarını yenilemek, kendisini yok etmek durumundaki bir dünyada, sosyalizmin yapması gereken aydınlanma çağına denk gelen zihniyeti dışlamaktır. Fiziksel dünyayı insanın yararına istismar etme zihniyetine… Williams’a göre sosyalizm bu ilerleme geleneği dışındaki tüm yaşamsal kategorileri ele almalıdır. Kİ bunlar feminism, barış ve ekoloji hareketlerinin biriktirdiği tüm vei stoklarıdır.

Yaptığı Marksist anlamda da bir eleştiridir çünkü marksist gelenek içinde de insan olmayan canlılara karşı istismar vardır.

Bu anlamda Williams karşımıza Costituted Doğa kavramıyla çıkar.

Oluşturulan Doğa, geleceği yeniden düşünme ve oluşturmaya yönelik çabalarımızla şekillenecek bir doğadır.

Kültürün karşısında değil onunla birlikte hatta onun zaman zaman ikamesi, versiyonudur. (Benim yorumum)

2000 yılında Plan X’ten bahseder.

Plan X, iyi düşünülmüş ama bilinmeyen içeren bir plandır.

Aşırı tehlike, bunalım ve belirsizliğe dayanır.

Oyun Planı’dır.

Nükleer strateji, bilgi teknolojileri, dünya piyasası yatırım politikaları, sendikalara karşı nice konuyla ilgili manipülasyonu kapsar.

Herkes için değildir.

“Kökeni kriz yönetiminin kaçınılmaz deneyimlerine dayanan, ancak dikkatini sıklıkla davranış olarak nitelenen tutumdan kasten başka tarafa yönelten Plan X, bilinç sahibi seçkinlerin doğmakta olan rasyonalliğidir.”

Alternatif bir yaşam için ister komünizm ister sosyalizm ister şimdiki gelecek bugün örgütleneceksek Williams’dan hevesle ve ilhamla o zaman şu soruyu soralım:

“Kitlesel yaşamımızın şimdi burada şekillenmesinde öncü bir rol oynayan toplumsal uzman bugün kimdir?

Mimar, plancı?

Askeriye? İlaç şirketleri?

Öncü bir rol oynayan toplumsal uzman geleneği bitti mi?”

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 10:08:41