Geçtiğimiz haftalarda Haftanın Yeni Kitapları‘nda Efe Beşler’in tavsiye ettiği, kısa sürede ikinci baskısını yapan Körburun’un yazarı Hikmet Hükümenoğlu ile romanının anatomisini konuştuk.

 

Romanda yakın tarihte yaşanan olayları arka planda hep görüyoruz. Bir de kitabın kahramanlarının her birinin kendi yaşamlarına ilişkin farklı davranış biçimleri ve dilleri var. Örneğin Neriman ablanın küfürleri ya da Rum karakterlerin kendi dillerine özgü konuşmaları. Çok fazla araştırma yapmış olmalısınız?

Ben 1971’de doğdum, hafızamı zorlarsam belki 70’lerin sonunu ya da 80’lerin başını bölük pörçük anlatabilirim. Ancak daha önceki yılları kurgulamak için elbette araştırma yapmam gerekti.  Dönemin atmosferini yaratmak için popüler mecmualardan ve kısa videolardan çok faydalandım. Daha önemlisi, tarih okumam ve olaylar arasındaki bağlantıları anlamaya çalışmam gerekti. Bilmediğim şeylere de rastladım, mesela 1964’teki Rum sürgününü bu romanı yazarken öğrendim. O da tamamen tesadüfen, 2014 yılında, olayın 50. yıldönümü vesilesiyle açılan bir sergi ve yayımlanan makaleler sayesinde. Darbeler hakkında zaten çok sayıda kaynak mevcut, ancak Körburun için en çok üzerine eğildiğim kısmı, darbe dönemlerinde yakınlarını kaybedenlerin, ya da yakınları tutuklananların psikolojileriydi. Bilhassa, Eylem ve Özlem Delikanlı’nın Keşke Bir Öpüp Koklasaydın isimli kitabından çok faydalandım. Sonra Tanıl Bora’nın Türkiye’nin Linç Tarihi var. Rıfat Bali’nin derlediği 6-7 Eylül 1955 Olayları Tanıklıklar – Hatıralar isimli kitap var. Marcus Aurelius’un Düşünceler‘i var. Adalarla ilgili kaynakları saymaya başlarsam sayfalar sürer.    

Uzun bir roman yazmak sizce riskli mi? Sizi endişelendirdi mi?

Uzun bir roman yazmak gibi bir plan ya da proje yoktu kafamda. Bana göre, her roman gerektiği kadar uzun olmalıdır. Baştan sayfa sayısını belirleyip kalemi elinize almazsınız, alırsanız ortaya ortaokul dönem ödevi gibi bir şey çıkar. Elbette uzun formun getirdiği bir takım teknik zorluklar var. Kısa roman yazmanın da farklı zorlukları vardır, bunlar şikayet edeceğim ya da övüneceğim şeyler değil. Öte yandan, yayıncılık piyasamızın durumunu göz önünde bulundurunca fiyatlandırma ve okuma alışkanlıkları açısından riskli olduğunun da farkındayım. Ama roman yazarken bunları hesaplayıp ona göre yönümü belirleyen bir kafada değilim. Dürüst olmak gerekirse, beni en çok strese sokan kısmı editörümle aramda geçecek “kaç sayfa kırpacağız” pazarlığıydı. Daha dosyayı teslim etmeden önce başıma gelecekleri biliyordum ve kabuslar görmeye başlamıştım. Ama o da bu işin bir parçası. Dediğim gibi, Körburun’un uzun bir roman olması gerekiyordu, uzun bir roman oldu.

Eleştirmenler tarafından beğenilen, konuşulan bir kitap oldu Körburun. Böyle büyük bir roman yazdığınızda kötü eleştiri almaktan ya da kitabın beğenilmemesinden endişelendiniz mi?

Büyük roman tanımını benim kendi kendime kullanmam küstahlık olur, biz yine uzun roman diyelim. Yalan söylemeyeceğim, elbette endişelendim. Ancak Körburun kısacık bir roman olsa yine endişelenirdim. Önemsediğiniz, görüşlerine saygı duyduğunuz kişilerden kötü şeyler duymak hiçbir zaman hoşunuza gitmez. Şunu da itiraf ediyorum: cüssesinden bağımsız olarak, bu romanın yazarlık serüvenimde benim için özel bir yeri var. Daha en başından beri, diğer romanlarımdan daha farklı bir yere koymuştum kafamda, neden diye sorsanız nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum. Yazarken hissettiğim bir bağ, bir tür yakınlık. Sırma’ya dosyayı teslim ederken elimin titrediğini hatırlıyorum. O açıdan, Körburun‘un okurlar tarafından sevilmesi, eleştirmenler tarafından beğenilmesi beni çok mutlu ediyor.  

 

1960’lardan başlayıp 1990’lara uzanan bir süreci anlatan bir roman Körburun. Üstelik çok da fazla karakter barındırıyor. Böyle bir kitabı yazmak zor bir süreç olsa gerek. Nasıl bir çalışma metodu izlediniz?

Demin de bahsettiğim gibi uzun bir hazırlık ve okuma süreci vardı. Hazırlık diyorum ama aslında romanı yazdığım yıllar boyunca okumalar devam etti, okudukça devamı geldi. Kadro kalabalık olduğu için bir süre sonra hesap cetvellerine, Excel tablolarına ihtiyaç duymaya başlıyorsunuz. O da işin teknik kısmı. Kim kiminle ne zaman, nerede bir araya geldi, o sırada kaç yaşındaydı, falan filan. Körburun hayali bir ada olduğu için krokiler, haritalar hazırladım. Ama bunların hepsini bana keyif verdiği için yaptım. Şikayetçi değilim. Şikayet edebileceğim tek kısım, düzeltme safhasıydı. Normalde bir romanı düzeltmek için arka arkaya dokuz-on defa okuyup üzerinden geçiriyorum. Körburun‘u hiç ara vermeden dokuz-on kere okumak, göz sağlığınız açısından pek tavsiye edebileceğim bir şey değil. Ruh sağlığı kısmına hiç girmeyelim.  

Romanda birbirinden farklı çok fazla karakter var? Siz bu romanın yazarı olarak içlerinden birisini daha çok seviyor olabilir misiniz? En sevdiğiniz karakter hangisi desek?

Öyle bir tercih yapamıyorum. Zaten benim yazarken sevmediğim bir karakteri, okura okutmam mümkün değil. “Kötü” karakterleri bile en azından ilginç bulmam, onları anlatırken heyecanlanmam lazım. Ancak şunu da açıkça söyleyebilirim: Okurlar Neriman Abla karakterini sevsin diye özel bir çaba harcadım. Çünkü Neriman Abla öykünün çok kritik bir bölümünde ön plana çıkıyor ve belki de en can sıkıcı olaylara onunla birlikte tanık oluyoruz. O tanıklık sürecinde yanımızda böyle özel bir karakter olması gerektiğini düşündüm. 

Siz aslında müzikle de ilgileniyorsunuz değil mi?

“İlgilenme demiyorum, hobi olarak yine ilgilen,” nasihatine uygun bir şekilde, evet ilgileniyorum.

Farklı dallarla ilgilenmek birbirini besleyen bir şey mi yoksa dikkat dağıtıcı bir şey mi size göre? Örneğin roman yazarken müzik yapmaya da devam ediyor musunuz yoksa birbirinden zaman olarak ayırıyor musunuz?

Sadece müzik değil, dijital resim, üç boyutlu tasarım ve fotoğrafla da ilgileniyorum mesela. Hepsi beni çok heyecanlandırıyor. Ama bunların hepsine yetecek zamanım maalesef yok. Zaman ayırmadığım ve bir şeyler üretmediğim zaman da tuhaf bir şekilde vicdan azabı çekiyorum. Vicdan azabı demeyelim de bir tür sıkıntı ve suçluluk duygusu. Keşke tek bir şeye merakım olsa ve tüm zamanımı ona ayırsam dediğim çok oluyor. Ancak her türlü yaratıcı süreç birbirini besliyor, birbirini beslediği gibi beni besliyor. Yaratıcı süreç dediğim şeyin içine öğrenmek de giriyor. Yeni şeyler öğrenmek bende C vitamini yüklemesi etkisi yaratıyor.   

Bir de internet siteniz var. Sürekli olarak güncellediğiniz. Orada da hatta “Hikmet’ten mektup var” köşesi de var. Sitenizde yazdığınız yazılar ne ifade ediyor sizin için, edebi bir uğraş mı örneğin bu da?

Aslına bakarsanız bloguma da istediğim kadar zaman ayıramıyorum. Ama örneğin “Okuma Notları” adı altında, okuduğum kitaplarla üzerine yazdığım yazılar var ki onları önemsiyorum. Keşke daha sık yazabilsem. Yazarlık tek yönlü bir süreç değil benim için. Ben roman yazayım, insanlar okusun demek yeterli değil. Başkalarının yazdıkları üzerinden -ki yerli ve yabancı çağdaş edebiyatçıları takip etmeye çalışıyorum- bir diyalog içerisinde olmayı da gerekli ve eğlenceli buluyorum. Mektup ise daha farklı bir proje. O daha ziyade blogları düzenli olarak ziyaret etmeyen ama yine bir diyalog içerisinde olmayı arzuladığım okurlar için. Abone olanların posta kutusuna düşüyor o mektuplar. “Bakın şunlar benim ilgimi çekti,” diyorum. Okuduğum bir yazı olabilir bu, ya da bir gördüğüm bir film, o ay hoşuma giden parçalar, hatta bazen tek bir fotoğraf. “Bakın,” diyorum, “bu curcunada bunları kaçırmış olabilirsiniz.” Maksat, üzerinde konuşacağımız yeni konular bulmak, ufkumuzu genişletmek. Bir de bu sonsuz kalabalığın içerisinde kendi çekirdek ailemi oluşturmak.

 

Teknolojiyle, sosyal medyayla aranız nasıl?

İkisine de meraklıyım. Teknoloji konusunda çocuk ruhluyum, her gördüğümü satın almak ve kurcalamak istiyorum. Sosyal medya konusunda eski kafalıyım sanırım. Mesela övgü paylaşmak ayıp mıdır, değil midir hala karar karar veremedim. Gerçek hayatta asla yapamam ama sanal dünyanın dinamikleri çok farklı. Instagram‘da okurların Körburun fotoğraflarını paylaşıyorum, o kadar özenle ve içten bir sevgiyle koyuyorlar ki o fotoğrafları, paylaşmak beni de mutlu ediyor. Eskiden başkaları paylaştığında burun kıvırıyor muydum acaba? Emoji kullanımına da burun kıvırırdım ama şimdi elim alıştı. Alışmaktan öte, anlam zenginliği hoşuma gidiyor. 

Sırada ne var? Yine böyle büyük, hacimli bir roman mı düşünüyorsunuz , yoksa bir süre uzun  romanlardan uzak mı kalmak istersiniz?

Öykü yazmak istiyorum. Körburun‘a da o niyetle başlamıştım, olmadı. Bu defa ne olacak açıkçası ben de bilmiyorum. Fakat ondan önce üniversitede dersler başlıyor. Şu anda en çok o heyecanlandırıyor beni. 

Daha fazla yazı yok
2024-03-28 23:21:45