A password will be e-mailed to you.

Güney Kore sinemasının bu yılki gişe şampiyonu Zombi Ekspresi (Train To Busan) aksiyon ve gerilim dolu bir gece geçirmek isteyenler için Filmekimi’ndeydi.

Güney Kore’de 11 milyondan fazla izleyiciyi toplayarak 2016‘nın en çok izlenen filmi ünvanını alan Zombi Ekspresi (Train To Busan), ne yalan söyleyelim, bizim de en merak ettiğimiz yapımlardan biriydi. Gösterildiği her festivalde övgüler alan filmin bundan 10 yıl önce tüm dünyayı fetheden bir başka Güney Kore filmi olan Gwoemul (The Host) kadar gönlümüzde taht kurup kurmayacağını da merak ediyor, hatta öyle olmasını umuyorduk. Her ne kadar Zombi Ekpresi sağlam ve eğlenceli bir film olsa da tam anlamıyla beklentilerimizi karşıladığını söylemek zor.

Zombi filmleri, benzeri diğer alt-tür filmleri gibi (ör: Vampir filmleri, yaratık filmleri vs.) belirli klişeler üzerine inşa edilir. Filmin asıl başarısı da bu klişeleri ne denli etkin kullandığıyla ya da ne kadar eğip büküp, farklılaştırabildiğiyle ölçülür. Örneğin bir yaratık filmi olarak Gwoemul o güne kadar çok nadir görülmüş bir toplumsal taşlamayı kotarabildiği için başarılı olmuştu. Ya da bir uzaylı filmi olan District 9, uzaylıları mültecileştirdiği senaryosuyla ortalığı yıkıp geçmişti. Sözü geçen bu filmler hem çekildikleri dönemlerin ruhunu yansıtan hem de yıllar sonra izlendiğinde bile gücünü yitirmeyen filmlerdir. İşte bir sinemaseverin en büyük beklentisi de budur, bu olmalıdır, naçizane. Elbette Zombi Ekpresi’ni izlerken de aklımızda bunlar vardı.

Daha önce iki uzun metrajlı animasyon filmle adını duyuran Yeon Sang-ho imzalı Zombi Ekspresi insanların (ve hayvanların) zombileşmesine sebep olacak bir salgının başlangıç noktasını gösteren kısa bir prologla açılıyor. Ardından finans sektöründe çalıştığını anladığımız genç bir yönetici ile tanışıyor ve kızını ihmal ettiğini, karısından boşandığı için kızın da annesine hasret kaldığını görüyoruz. İşte tren bu noktada devreye giriyor, zira vicdan azabı çeken baba kızını annesine kavuşturmak üzere yola koyuluyor ve bunun için de Busan’a giden ekprese biniyorlar. Trene son anda atlayan ve zombi salgınına maruz kalmış bir adamın bir süre sonra tüm trene musallat olacağını ve küçük bir azınlık dışında (bildiniz, bizim baba-kız bu azınlıktan) herkesin zombileşip bizimkilerin peşine düşeceğini anlamak zor değil. Bu anlamda neredeyse tamamı trende geçen bir zombi filmi bir yönetmen için meydan okuyucu bir nitelik taşıyor elbette ve bunun altından kalkmak izleyiciyi için kaymaklı kadayıf lezzetinde. Kalkıyor mu derseniz, evet kalkıyor ama yer yer kaymağın ekşidiğini de itiraf edelim.

Her şeyden önce film akla bundan birkaç yıl önce ilk ingilizce filmini çeken Bong Joon-ho’nun Snowpiercer’ını getiriyor. Hemen her filminde (Gwoemul, Memories of A Murder, Mother) harikalar yarattığını düşündüğüm Bong Joon-ho’nun gerçekten tökezlediği tek filmiydi Snowpiercer zira biraz fazlaca didaktik bir anlatıma yaslanıyordu. Tüm filmin bir trende geçmesi ve trendeki “yolcuların” bir çeşit sınıf sistemine göre (ki trenlerde zaten vardır sınıf sistemi) konumlandığı post apokaliptik bir film olan Snowpiercer’a şeklen benzese de çok daha eğlendirici bir seyirlik olduğuna şüphe yok Zombi Ekpresi’nin. Türün meraklılarını ziyadesiyle tatmin edeceğine hiç şüphemiz yok doğrusu. Ama daha fazlasını bekleyenler için yeterli bir altyapısı olmadığını da görmek lazım. Evet, trendeki insan çeşitlemesinde toplumun farklı katmanlarını temsil eden yolcular olduğunu (kötü kalpli iş adamından tutun da, düşünceli ama kaba saba babaya, sporcu gençlere ve evsiz bir adama dek bir çok notaya basılmış) ve bu yolcuların davranış modellerinden toplumsal bir eleştiri çıkabileceği bir gerçek. Ama zaman zaman bu klişe tiplemeler fazlasıyla beklendiği gibi hareket ediyor ve gerçeklik duygumuzu yitirmemize sebep oluyorlar. Tüm bu eleştirel okumanın belki de en dokunaklı kısmı kızını annesine götüren babanın salgının başlamasında pay sahibi olduğunu öğrenip bir vicdan muhasebesine giriştiği anlar oluyor, ki bu her ne hikmetse uzakdoğuya özgü bir sorumluluk bilincinin bir başka çarpıcı tezahürü olarak özellikle bizim gibi toplumlar için fena halde ibretlik bir vaziyet olsa gerek. Tabii anlayana sivrisine saz…

Filmin, özellikle salgın hastalık ve hızlı hareket eden zombiler göz önüne alındığında Danny Boyle imzalı 28 Days Later ve Marc Foster imzalı World War Z gibi yapımları model  aldığını söylemek mümkün. En azından onların izinden gitmiş Yeon Sang-ho. Filmin en başarılı bölümleriyse trenin durduğu bir istasyonda geçen aksiyon yüklü anlar ve zombilerin kapattığı vagonları aşıp son vagondaki insanlara ulaşmaya çalışan dörtlünün tren tünele girdiğinde (zombiler karanlıkta göremiyor bu filmde) zombileri atlatmaya çalıştıkları gerilimli dakikalar. Özellikle tünel sahneleri çok başarılı gerçekten. Nesi eksik derseniz, biraz daha mizahi bir kıvraklık ve biraz daha tatmin edici bir geri plan hikayesi çok yerinde olurdu. Tabii karakterlerin yer yer karikatüre kaçan betimlemerini de unutmadan. Uzun lafın kısası, Filmekimi’nin iddialı Güney Kore seçkisinin bu ilk ayağı rahatlıkla sınıfı geçiyor ama mezun olmak için gerekli ortalamayı zar zor tutturuyor.


Daha fazla yazı yok
2024-04-16 20:41:57