A password will be e-mailed to you.

“Devlet, bireylerin özelde ölmelerine ya da ölülerin mezarlarında huzurla dinlenmelerine daha fazla izin veremez. Ölümün sınırları devlet tarafından aşılmalıdır. Biyogüç bütünsel bir hal almalıdır.” Boris Groys’un,  56. Venedik Bienali dergisinde Rus kozmikçileri ele aldığı yazısını Hale Eryılmaz’ın çevirisi ile sunuyoruz.

Modernite döneminde, insanların, yaşadıkları sosyal çevre tarafından belirlendiği anlayışına alıştırıldık; tıpkı iletişim ağlarındaki düğümler ya da çevresine bağımlı organizmalar gibi. Küreselleşme çağında öğrendik ki dünyada politik, ekonomik, ekolojik manada olan biten her şeye bağımlıyız. Ama Dünya, kozmosta bir başına değil. Kozmik uzayda yer alan diğer süreçlere bağımlı – karanlık maddelere, dalgalar ve parçacıklara, patlayan yıldızlara, çöken galaksilere. Ve insanlığın kaderi de bu kozmik süreçlere bağlı çünkü tüm bu kozmik dalgalar ve parçacıklar insan vücudundan geçiyor. Kozmik bütün içinde dünyanın pozisyonu, üzerinde bulunan canlı organizmaların hayatta kalma koşullarını belirliyor.

 

İnsanların, kontrol edilemeyen hatta bilinmeyen kozmik olaylara olan bu bağımlılığı, spesifik olarak modern bir endişenin kaynağını oluşturuyor. Kozmik endişe denebilir buna: kozmosun bir parçası olmanın –ve de onu kontrol edemiyor olmanın – endişesi. Günümüz kitle kültürünün, karanlık kozmik uzaydan gelip dünyayı parçalayacak bir gezegenin görüntülerine kafayı takmış olması tesadüf değil. Bu endişenin daha örtülü biçimleri de söz konusu. Georges Bataille’in “Lanetli Pay” teorisi bu bağlamda sayılabilir, örneğin. Bu teoriye göre güneş, dünyaya, dünyanın üzerinde yaşayan canlılarla birlikte alabileceğinden daha fazla enerji göndermektedir. Mal üretiminden nüfusun yaşam standartlarını yükseltmeye dek, bu enerjiyi kullanma çabalarına rağmen yine de emilemeyen, kullanılamayan güneş enerjisi arta kalır. İşte bu arta kalan enerji illa ki yıkıcıdır – ancak şiddet ve savaş yoluyla harcanabilir. Ya da en azından esrik festivaller ve seks alemleri, bu fazla enerjiyi daha az tehlikeli faaliyetlere kanalize edip soğurarak harcanmasını sağlar. Bu şekilde insan kültürü ve politikası, düzen ve düzensizlik arasında sürekli gidip gelen kozmik enerjiler tarafından belirlenir.

 

Friedrich Nietzsche, insanların sadece bir parçası olduğu maddi dünyamızı, Apolloncu ve Dionysoscu güçler ya da diğer bir deyişle kozmos ve kaos arasındaki sonsuz savaşın mekanı olarak tanımlar. Nietzsche tarafından bu savaş bitimsiz, kaos tarafından tüketilen kozmosu yeniden inşa eder biçimde anlaşılsa da kozmik endişenin ağına düşmüş insanoğluna Nietzscheci yaklaşım çok zayıf bir teselli sunar. Aslında, kozmik düzenin periyodik olarak onarılması, onun küçük bir parçası olan insanlığın da onarılmasını garanti etmez. Bu yüzden kozmos ve kaos arasındaki savaşa, ancak farklı tepkiler vermek mümkün olabilir: Kaosun esrik bir biçimde sahiplenilmesi, kozmosu kontrol etme ve kaosa karşı zaferini emniyete alma girişimidir.

 

Her iki proje, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Rusya, tüm ülkeyi hepten kaosa sürükleyen devrimin eşiğinde dururken, Rus düşünürler, şairler ve sanatçılar tarafından tasarlanmıştır. Pek çok yazar ve sanatçı kaosun gelişini istedi – en ünlüleri, gizem operası Victory over the Sun-Güneşe Karşı Zafer’in yazarlarıydı. Zamanın Rus avangard hareketinin en önde gelen üyeleri üretimine katkı verdiler: Kazimir Malevich, Velimir Khlebnikov, Aleksei Kruchenykh ve Mikhail Matyushin. Opera güneşin yok oluşunu, kozmosun kaosa boyun eğmesini kutluyordu, Malevich bunları, operanın schenogfrasi için ilk kez çizdiği kara kare ile simgeleştiriyordu.

 

Ruz kozmikçiler diye adlandırılan grubun Nietzsche’nin radikal ateizmine tepkisi, Marx’ın Fransız Aydınlanmacıları’na ya da Feuerbach’ın ateizmine tepkisinden hem farklıydı hem de pek çok açıdan benzerdi. Geleneksel ateizm, Hristiyanlığı, insanlığın bekası ve hatta ölümsüzlüğünü güvenceye almak adına edimiş düzmece bir vaat olarak reddediyordu. İnsan, sonlu, ölümlü ve kaderini kontrol etme konusunda ehliyetsiz olduğunu kabul etmeye ikna edilmişti. Marx da bir ateistti ama Hristiyanlığın vaadini reddetmek istemiyordu. Bilakis, bu vaadi, dünyanın kaderini ilahi lütufa bırakmaktansa kendi ellerine alacak olan komünist toplum aracılığıyla gerçekleştirmek istiyordu. Hristiyanlığın vaadi burada, laik siyaset ve teknoloji aracılığıyla ulaşılacak komünist kozmosun, kapitalist kaosa karşı zaferi vaadi şeklinde yeniden yorumlanmaktadır. 

 

Rus kozmikçiler, ilahi lütuftan laik teknolojiye olan bu Marksist dönüşümü miras edinip radikalleştirdiler. Ancak, geleneksel Marksist proje ile kozmik proje arasında temel bir fark bulunuyor. Marksizm, ölümsüzlük sorununu gündeme getirmez: devrimci mücadele ve yaratıcı çalışma ile ulaşılabileceğine inanılan komünist “Dünya cenneti”, insan ve doğa arasındaki uyumun gerçekleşmesi olarak anlaşılmaktadır – “doğal ölüm”ün kaçınılmazlığının da ait olduğu “insan doğası” çerçevesinde, insan mutluluğunu güvenceye alan bir uyumdan bahsedilmektedir. Bu anlamda komünizmin klasik Markist versiyonu, Michel Foucault’nun tanımladığı haliyle biyopolitik gücün çerçevesine girer.

 

Aslında Foucault’ya göre modern devlet esas olarak, meşruiyetini, insan türünün varlığını devam ettirmesini güvence altına alarak sağlayan bir “biyogüç” olarak işler. Bireyin varlığını sürdürmesi tabii ki garanti edilemez. Herhangi bir bireyin “doğal” ölümü devlet tarafından, pasif bir biçimde engellenemez olay olarak kabul edilir ve o bireyin özel meselesi olarak işlem görür. Yani, bireyin ölümü modern biyogücün alt edilemez sınırıdır. Ve bu sınır, doğal ölümün özel alanına saygı gösteren modern devlet tarafından kabul görür. Yeri gelmişken, Foucault’nun kendisi bile bu sınırı sorgulamaya girmemiştir.

 

Peki ya biyogüç, güç üstündeki iddiasını radikalleştirip ölümü tamamen ortadan kaldırmak nihai hedefiyle, hem toplu ölümlere hem de bireysel ölüme karşı savaş açsa ne olurdu? Kabul edelim ki böylesi bir talep kulağa ütopik geliyor ve açıkçası öyle de. Ama Ekim Devrimi’nden önce ve sonra pek çok Rus yazar tam da bu talebi formüle ediyorlardı. Kuvvetli bir biyogüce olan bu radikal talep, Sovyet devletinin gücünün meşruiyetine katkı sağlıyordu. Biyopolitik ütopyalar, Marksizmin tek başına yapabileceğinden daha fazla sayıda Rus entelektüel ve sanatçı çevrelerini Sovyet gücüyle uzlaştırdı; bu ütopyalar, Batılı Marksizmin aksine gerçek bir Rus kaynağa dayanıyordu – o da Nikolai Fedorov’un çalışmasıydı.

 

Fedorov’un 19. yüzyılın sonlarında geliştirdiği “Philosophy of the Common Task” yaşadığı dönemde çok az dikkat çekse de Fedorov’un projesi, Lev Tolstoy, Fiyodr Dostoyevski ve Vladimir Solovev gibi ünlü liderleri büyülemiş ve etkilemiştir. 1903’te düşünürün ölümünden sonra eseri, Rus okuyucularla sınırlı kalmış olsa da, giderek artan bir geçerlilik kazanmıştır.

 

Özetlemek gerekirse ortak görev (common task) projesi, teknolojik, yapay yollarla şu ana dek yaşamış herkesin tekrar dirilmesinin mümkün olacağı teknolojik, sosyal ve politik koşulların yaratılmasını içerir. Fedorov’un projesinden anladığı, Hristiyanlığın vaadi olan diriliş ve ölümsüzlüğün teknik araçlarla gerçekleşmesiydi. Aslında, Fedorov bedenden bağımsız ruhun ölümsüzlüğüne artık inanmıyordu. Onun açısından fiziksel, maddi varoluş, olası tek varoluş biçimiydi. Ve Fedorov aynı derecede sabit fikirle teknolojiye inanıyordu: çünkü her şey maddi, fiziksel, her şey teknik olarak manipüle edilebilirdi. Yine de Fedorov, her şeyden öte güçlü sosyal örgütlenmeye inanıyordu: o anlamda sonuna dek sosyalistti. Fedorov yükselmekte olan biyogücün vaadini ciddiye alıyordu, yani devletin hayatla bu şekilde ilgileneceği vaadini; bu gücün sonuna dek vaadinin peşinde olmasını ve yerine getirmesini talep ediyordu. 

 

Fedorov, kendilerini ilerlemeci teoriler olarak gören 19. yüzyılın sosyalist teorilerindeki içsel çelişkilere tepki gösteriyordu. Bu da demek oluyordu ki gelecek nesiller sosyal adaletten, ancak zalim bir tarihsel adaletsizliği alaycı bir tarzla kabul etme pahasına yararlanabileceklerdi: önceki tüm nesillerin sosyalist ütopya sahasından dışlanması pahasına. Sosyalizm böylece yaşayanın lehine ölünün sömürülmesi işlevini görüyordu – ve de bugün yaşayanların daha sonra yaşayacaklar lehine sömürülmesi işlevini. Ama teknolojiyi, tarihsel ilerlemenin terimlerinden farklı terimlerle düşünmek mümkün mü?

 

Fedorov, geçmişe yönelmiş böyle bir teknolojinin mümkün olduğuna inanıyordu. Bu sanat teknolojisi ve özellikle sanat müzeleri tarafından kullanılan teknoloji. Müze, müzedeki parçaları eskimişliklerinden dolayı atıp imha ederek cezalandırmaz. Demek ki müze, ilerleme ile temelden anlaşmazlık içinde bulunuyor. İlerleme eski şeyleri yenilerle değiştirme esasına dayanır. Müze ise, aksine, cisimlerin dayanmasını sağlayan, onları ölümsüz kılan bir makinedir. Her insan, diğer bedenler arasında bir beden, diğer cisimler arasında bir cisim olduğundan insanlar da müzenin ölümsüzlüğü ile kutsanabilir. Hristiyanlıktaki ruhun ölümsüzlüğünü, müzede, cisimlerin ölümsüzlüğü alıyor. İlahi lütufun yerini de küratör kararları ve müze koruma teknolojisi alıyor.

Fedorov’a göre sanat, teknolojiyi, canlıları koruma amacıyla kullanıyor. Sanatta ilerleme yoktur. Sanat, geleceğin daha iyi toplumunun gelmesini beklemez – burayı ve şimdiyi ölümsüzleştirir. İnsanlar, hazır yapım gibi yorumlanabilir – potansiyel sanat eserleri olarak. Yaşayan tüm insanlar ve de daha önce yaşamış tüm insanlar sanat eseri olarak ölümden kalkıp, müzelerde muhafazaya alınmalıdır. Teknoloji, bütünüyle sanat teknolojisine dönüşmeli. Ve devlet de halkının müzesine dönüşmeli. Nasıl bir müze idaresi, koleksiyonu sadece depolamakla değil, her bir sanat eserinin dokunulmazlığını sağlamakla, bozulma tehdidi baş gösterdiğinde koruma ve restorasyon uygulamakla sorumlu ise, devlet de her bireyin dirilişi ve hayatını sürdürmesinde sorumluluk sahibi olmalıdır. Devlet, bireylerin özelde ölmelerine ya da ölülerin mezarlarında huzurla dinlenmelerine daha fazla izin veremez. Ölümün sınırları devlet tarafından aşılmalıdır. Biyogüç bütünsel bir hal almalıdır.

 

Sanat ile siyaseti, hayatla teknolojiyi ve devletle sanat müzesini eşitleyerek bu bütünselliğe ulaşılabilir. Hayat ve sanat arasındaki sınırların aşılması sanatı hayata katma meselesi değildir; daha ziyade hayatın radikal biçimde müzeleştirilmesi meselesidir – hayat müzedeki ölümsüzlük ayrıcalığını alabilir ve almalıdır. Yaşama alanını müze alanı ile birleştirme yoluyla biyogüç kendini sonsuza genişletir: sonsuz hayatın organize teknolojisine dönüşür. Böylesi bir bütünsel biyogüç artık “demokratik” değildir: hiç kimse, bir müzenin koleksiyonunda bulunan sanat eserlerinin, kendileriyle ilgilenecek küratörü demokratik bir biçimde seçmesini beklemez. İnsanlar radikal derecede modern olur olmaz – yani bedenler arasında bir beden, cisimler arasında bir cisim olarak algılanır algılanmaz- devlet örgütlü teknolojinin de onlara, ona göre davranacağını kabul etmelidirler. Bu kabulün önemli bir önkoşulu vardır ancak: yeni bir gücün belirgin amacı, bu dünyada herkes için sonsuz yaşamı sağlamak olmalıdır. Ancak o zaman devlet, Foucault’nun tanımladığı haliyle kısmi, kısıtlı bir biyogüç olmayı bırakıp bütünsel bir biyogüç haline gelir. 

Daha fazla yazı yok
2024-05-03 15:12:07