A password will be e-mailed to you.

Ahmet Öğüt’ün Frieze Eylül 2015, 173 numaralı sayısı için Sam Thorne’la yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.

Geçtiğimiz oniki yıl boyunca Ahmet Öğüt New York’tan Amman’a kadar bütün dünya çapında 70 iş gerçekleştirdi. Onun rotası hiç değişmeyen uğraşı bize oldukça tuhaf gelebilir. Projelerinin yelpazesi geçici dövmelerden felçliler için geliştirilmiş ve herkesin kolayca alabileceği göz tarama sistemlerine, hibrid arabalardan sanat fuarı stajyerleri için kurulan VIP salonuna kadar uzanıyor. Çok ciddi amaçları olsa da Öğüt kendini gerçeküstüne oldukça yakın buluyor: 2009’da yaptığı 203 Mehmet YILDIZ’lar projesinin konusu 22 oyuncunun hepsinin isminin Mehmet Yıldız olduğu bir futbol maçıydı (anlatıcının sesi saçma bir şiir gibi tınlıyordu) ve 2011’de yaptığı Ahmet Cevdet Bey Korku Tünelini Sunar projesinde Öğüt, Ahmet Cevdet Bey adlı başarısız simyacıyı oluşturmak üzere sanatçı Cevdet Erek ile ‘bir olur’. Buna rağmen kısa bir süre önce, Öğüt’ün şakacı tavrı ciddileşti hatta öfkeli bir hal aldı. Kısa vadeli projeler yerlerini yavaş yavaş öncülük eden kampanyalara bıraktı. Son birkaç yıl Öğüt’ün, sığınma talebinde bulunan kişiler tarafından yürütülen bir göçmen öğrenim kurumu olan Sessiz Üniversite’nin kuruluşuna önayak olmasına ve aynı zamanda öğrencilerin borçlarından kurtulmaları amacıyla oluşturulmuş bir programı başlatmasına tanıklık ettik. Mayıs sonunda bunaltıcı bir öğleden sonrada New York’da buluştuk. Birkaç saat boyunca Aşağı Doğu Yakası etrafında yürüyerek Öğüt’ün işbirliği, aktivizm ve abeslik hakkındaki düşüncelerini ve onun yakın zamanda Eindhoven’daki Van Abbemuseum’da ve Londra’daki Chisenhale Galerisi’nde gerçekleşen solo sergilerindeki hem retrospektif olarak değerlendirebileceğimiz eserlerini hem de yeni ve farklı olanları tartıştık.

 

SAM THORNE : Gördüğüm ilk çalışmanız, park etmiş araçların üzerine onları taksilere ya da polis arabalarına dönüştürmek için hızlıca kağıt parçaları yerlestirirken çekilmiş olan bir dizi fotoğrafınızdan oluşan ‘Başkasının Arabası’ (2005) adlı çalışmanızdı. Bu imgelerden birinde oradan kaçmaya çalışan bulanık bir görüntüydün. Bana öyle geliyor ki bu tekrarlayan stratejilerinden biri: hızlı bir girişin ardından birdenbire yok olman.

AHMET ÖĞÜT:‘Başkasının Arabası’ benim pratiğim içinde hala yerini koruyan bir dizi soruyu içinde barındırıyor. Bir sanat eseri nerede başlar nerede biter? Sanatçının rolünün başlangıç ve bitiş noktası neresidir? Yıllar boyunca çalışmalarım nesne bazındaki sanat eserlerinden platformlara, kampanyalara, tartışmalara, şakalara, meydan okumalara, başarısızlıklara ve sürprizlere doğru evrildi. Kimi zaman yapısal bir değişiklik talep eden işler yaptım. Dolayısıyla, ben muzip bir oyuncudan bir arabulucuya, bir müdahaleciye, ya da müzakereciye dönüştüm. Beni tetikleyen içgüdü hep aynıydı: kendimi metaforik şakalarının sembolik alanıyla sınırlamak yerine toplumsal yapıları dönüştürmenin yollarını araştırmaktı. Ortadan kayboluşum bir terk edişten çok bir pozisyon değiştirme anıyla ilgili. Bir işi başka birinin misafir olarak deneyimleyediği gibi ben de deneyimlemek istiyorum. Müellif olmanın endişelerini taşımak yerine, bir yoldan tesadüfen geçen biri gibi işleri deneyimlemeyi tercih ederim.

 

ST- ‘Başkasının Arabası’ndan birkaç yıl sonra pek çok çalışmanda gözetlemenin dilini inceledin: Kamusal mekanlara ‘Bu alan 23 saat görüntülü ve sesli gözetim altındadır’ yazılı tabelalar asmaktan (2009) Zemin Denetimi (2007-2008) yerleştirmesine kadar uzanan çalışmaların. Zemin Denetimi’ni ben ilk kez Berlin’de Kunst-Werke’de gördüğümü hatırlıyorum.

AÖ- Zemin Denetimi yerleştirmesi için sergi mekanının zemini kalın asfalt ile kaplanmıştı. Saha Denetimi İstanbul’daki Rodeo Galerisi tarafından organize edilmiş bir grup sergisinin bir parçası olarak eski tütün fabrikası binasına ilk kez yerleştirildiğinde, denetleyici devlet aygıtlarına gönderme yapan ideolojik yönü çok daha belirgindi. Oysa Almanya’da aynı iş daha çok 1960’ların minimalizmi ya da kavramsal sanatla bağlantılı olarak algılandı. Benzer bir biçimde, Türkiye’de ilk kez sergilendiğinde yerleştirilmesi üç saat sürmüştü ve neredeyse hiç maliyeti olmamıştı. Aksine onu 2008 Berlin Bienali’nde yerleştirmek oldukça karmaşık bir süreçti ve çok pahalıya mal olmuştu. Nasıl ortaya çıkacağını anlamak ve çözmek günlerimizi aldı ve el emeği Almanya’da çok daha pahalıydı. Sonuç her iki yerleştirme için de aynı oldu ama yapım sürecindeki sosyoekonomik ve jeopolitik gerçekler ve farklılıklar şiddetle hissedildiler.

 

ST- Projelerinin çoğu şehirlerin değişen biçimleri hakkında. Örneğin, 2009’dan beri sürmekte olan İnflak Etmiş Şehir projesi, travmatik saldırılar sonucu yerle bir olmuş binaların maketlerinden oluşuyor. Saldırıların yerleri –Belfast, Londra, Madrid, Mostar, Mumbai, Oklahoma, Sarajevo- ve tarihleri belirtilmiş. Çalışmalarının yalnızca yerleştirildikleri yere özel bir biçimde planlanmakla kalmayıp zamanın geçişine de oldukça duyarlı olduğunu söylemek istiyorum.

AÖ- Zaman nosyonu ve onun yakın geçmişi yeniden inşa etmekteki rolü benim için daima çok önemli oldular. Hükümetler yasaları genellikle yakın geçmişi uzak geçmişe dönüştürmek için kullanıyorlar. Zaman aşımı ne yazık ki ciddi toplumsal olayları bile hafızamızdan silebiliyor. İnflak Etmiş Şehir’deki binalar küresel olarak anonimler ama yerel olarak çok iyi biliniyorlar. Bu şehir bu mekanları tahrip edilmeden ya da saldırıya uğramadan önceki, bir harabe olarak ünlenmeden önceki anlarında birleştirip, yeniden inşa eden hayali bir metropoldür. Sürekli unutmak yerine, sürekli hatırlamak çok önemli.


ST- İstanbul Gezi Parkı direnişinin üzerinden iki yıl geçti. Yakın tarihteki bu an senin için ne ifade ediyor?

AÖ- Türkiye’de bizler sürekli olarak iyimserlikle kötümserlik arasında gidip geliyoruz. Gezi direnişi eşsiz bir dayanışma anıydı. Birbirinden taban tabana zıt olan farklı bakış açılarının yan yana durabilmek için eşine az rastlanan bir hoşgörü sergileyebileceklerini gördük. Kamusal alanların direniş mekanlarına dönüştürüldüğüne tanıklık ettik, ediyoruz. Bu mekanlar ifade özgürlüğü için kullanılan, halk ve hükümet arasında süren fikir çatışmasına ev sahipliği yapan taktik mekanlar haline geldiler. O zamandan beri hepimiz artık tutarlı uzun vadeli stratejiler geliştirmenin vaktinin geldiğini kavradık. Gezi’nin ardından oluşturulan pek çok grup bunu belli amaçlarla örgütlenerek gerçekleştiriyor: halkevleri, ekolojik kollektifler, feminist ve transgender gruplar, tahliyelere direnen bölgeler, kentsel dönüşüme karşı çıkan mimarlar, anti-kapitalist gruplar, iş güvencesi olmayan istihdama karşı direnen işçiler ve göçmen dayanışma ağları bunlardan yalnızca bazıları.

 

ST- Bu yılın başında İstanbul’daydım ve hareketin sonrasındaki hayalkırıklığı hissi apaçık ortadaydı. Birçok kişi genel bir kırgınlık hissini ifade etti, pek çok sanatçı şehri terk etmek istediği hakkında konuşuyor…

AÖ-Herkesin üzerinde bir yılgınlık var, geçtiğimiz iki yıl boyunca üzerimizdeki baskı giderek arttı. Şehirlerdeki mekanlarda yürütülen hareketler ve her türlü iletişim biçimi üzerinde daha çok baskı var. Buna rağmen Türkiye’deki en son genel seçimden sonra, tıpkı birçok arkadaşımın hissettiği gibi, benim de karamsarlığım bir kez daha iyimserliğe dönüştü. Uzun zamandan beri ihtiyaç duyduğumuz iyi haberler nihayet gelmişti. İktidar partisi çoğunluğu yitirirken Halkların Demokrasi Partisi tabanını genişletti.

 

ST- Sanatçıların politikada ne gibi bir rol oynayabileceğini düşünüyorsunuz?

AÖ- Pek çok sanatçının aktif olarak çalışmalara katıldığını görüyorum ama bunu sanatçı kimliklerinden farklı kimliklerle yapıyorlar. Her zaman bu çalışmaları kendi sanat pratikleriyle ilişkilendirme ihtiyacı duymuyorlar. Ben de böyle yapıyorum. Kimi zaman, ‘sanatçı’ ünvanını kullanmanın bir gereği olmuyor. Günlük hayatın bir parçası olarak, temel ihtiyaçlarımıza, önceliklerimize, duygularımıza ve krizlerimize yanıt verebilmek için sık sık rol değiştiririz. Ben rollerin tanımlarıyla ilgilenmiyorum. Bunun yerine bu rollerden her birinin bize sunabileceği olanakları ve araçları nasıl kullandığımızla ilgileniyorum. Çoğu zaman sanatın bir şeyleri başarma kapasitesini küçümsüyoruz.

 

ST- İşgalin yapıldığı dönemde, October dergisi bir yuvarlak masa tartışması yayınladı. Bu tartışmada Martha Rosler’a sanatçıların politik olabilmelerinin en iyi yolunun ne olduğu soruldu. Rosler’in verdiği cevap: ‘Örgütlenin, örgütlenin, örgütlenin’ olmuştu.

AÖ- Evet, bu çok önemli, ama aynı zamanda örgütlenirken yapılan hatalarını sorgulamaya da ihtiyacımız var.

 

ST- Bu başarısızlıkların varolma nedenleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

AÖ- Süreklilik mücadelesi. Rosler’in yorumuna şunları söyleyerek karşılık verebilirim: ‘Süreklilik, süreklilik, süreklilik’.

 

ST- Projelerinin çoğu farklı suskunluk, körlük ve görünmezlik halleri tarafından şekillendiriliyor. Örneğin 2012’den bu yana sürmekte olan Sessiz Üniversite mülteciler, sığınma talep edenler ve göçmenler tarafından yürütülen bir öğretim platformu. 2007’de suikaste uğrayan Ermeni gazeteci Hrant Dink’in portresini resmetmek için Performa 09 için yaptığın projede kör bir sanatçı olan Devorah Greenspan ile işbirliği yaptın.

AÖ- Daima dezavantajlı koşulları nasıl elverişli hale çevirebilirimin yollarını bulmaya gayret ederim. Bütünüyle karanlık bir odada çalışan kör bir ressamın engeli bir anda bizlerin karanlıkta görememe engelimize dönüşmüştü. Sessizliğin pasif bir durum olduğu düşüncesine meydan okuyan Sessiz Üniversite için de aynı şey geçerli.

 

ST- İşbirlikleri çalışmalarında daima merkezi bir yerdeydi ve Londra’nın Chisenhale Galerisi’nde seyircisiyle buluşan ‘Birlikte Mutluyuz: Ortakların İşbirliği’ adlı en son serginde de odak noktasıydı.

AÖ:Farklı meslek gruplarından insanlarla pek çok işbirliği yaptım. Chisenhale sergisi için, hazır olan çalışmaları biraraya getirmek yerine, daha önce işbirliği yaptığım on kişiyi çağırdık. Aralarında bir müzayedeci, bir itfaiyeci, bir kuaför, bir dublör, bir dudak okuyucusu ve bir spor muhabiri vardı. Bu bir tür retrospektifti ama onların ortak hafızaları ve dialoglarından süzülerek oluştu. Galeri tartışmaya ortam hazırlamak ve tartışma sonrasında olayı belgeleyen bir filmi sergilemek için bir televizyon stüdyosuna dönüştürüldü. Sessizce izleyicilerin arasında oturdum. Benim için yeniden yapılandırmak basitçe yeniden organize etme anlamına gelmiyor. Yeniden yapılandırmak yeni deneyimler edinme yolları icat etmek ve ardından söz konusu deneyimler aracılığıyla öğrenmekle ilgilidir.

 

ST- ‘Birlikte Mutluyuz’ Eindhoven’daki Van Abbemuseum’da sergilenen ve bugüne kadarki en büyük serginiz olan retrospektifiniz ‘İleri!’den bir ay sonra açıldı. Bu sergi, Rus devrimcisi Mikhail Bakunin’in Prusya birliklerinin geçişini engellemek için sanat eserlerini bir barikat üzerine yerleştirmek için verdiği 1849 tarihli önerisinden esinlenerek ortaya çıkan yeni bir çalışmayı, Bakunin Barikatı’nı (2015) da içeriyor. Müzenin koleksiyonundaki El Lissitzky, Pablo Picasso ve benzeri isimlere ait çalışmalardan bazıları kalabalığı engelleyen bariyerlerin ve ters çevrilmiş arabaların üzerine asıldı.

AÖ- Pek çok çalışmamı pratiğimin işbirlikçi, birçok konuyu içeren, pedagojik yönlerini koruyup içerebilecek kadar dinamik bir biçimde nasıl bir araya getirebileceğimizi uzun uzun tartıştık. Serginin kalbine, sürekli değişen bir odaya, öğrenme ve işbirliği odaklı projelerimi koyduk. Aktivistler, hackerler, sığınma talep edenler, mülteciler ve stajyerler gibi farklı gruplarla sürmekte olan uzun vadeli çalışmalarımı bu odada paylaştık. Pratiğimin bu yanı sanat eserleri ile değil söz konusu gruplarla sürmekte olan ve gideren gelişen işbirliğimin örnekleriyle temsil edildiler.

 

ST- Her iki sergi de eski çalışmalarınızı yeni yollarla yeniden biçimlendirmekle ilgiliydi. Gelecek için ne planlıyorsunuz?

AÖ- Şu anda Ekim’de Leeds’de açılacak olan 8. İngiliz Sanat Sergisi’ne yönelik olarak çalışıyorum. Bu çalışma geçen sene Michigan Devlet Üniversitesi’ndeki Broad Müzesi’nde Protocinema ile işbirliği içinde başlatılan ‘Borç Kapandıktan Sonraki Gün’ adlı kampanyamın bir devamı olacak. Çalışmaya bozuk parayla çalışan makineler ya da bağış toplama kutuları gibi çalışacak heykeller yapmaları için beş sanatçı davet ettim –Dan Perjovschi, Martha Rosler, Natascha Sadr Haghighian, Superflex ve Krzysztof Wodiczko. İşgal hareketinin bir uzantısı olan Borç Grevi/ Devreden Jübile (Strike Debt/Rolling Jubilee) tarafından kurulan öğrenci borçlarını erteleme insiyatifi Borç Kollektifi ile işbirliği yaptık. ‘Borç Kapandıktan Sonraki Gün’ sanat eserleri aracılığıyla gelecekte toplanacak para üzerindeki denetimi sağlamlaştırmak için kurulan bir karşıt finansman stratejisidir. Sergideki heykeller halkın katkısını sağlamak için kurulan toplama noktaları işlevini üstlendiler. Sanatçılar ile sanat eserlerinin gelecekteki potansiyel sahipleri arasında imzalanacak olan bir Mutabakat Mektubu projenin bir parçasıdır: bu mektup heykellerin satışından da şimdi ve gelecekte toplanacak olan bütün gelirin Borç Kollektifi’ne gideceğini garanti altına alır. İngiliz Sanat Sergisi’nde kampanya, Birleşik Krallık’taki aktivist gruplardan ve farkındalık yaratma gruplarından oluşan bir ağ olan Borç Jübilesi ile devam edecek. Şu anda avukat ve kuratör Daniel McClean ile, toplanan ve satışlardan gelen paranın daima örgüte geri dönmesini garanti altına alacak yeni bir anlaşma örneği üzerinde çalışıyoruz. Sonuçta müzayedede satılacak olan yeni heykelleri yapmak üzere üç yeni sanatçı; Liam Gillick, Susan Hiller and Goshka Macuga davet ettik.

 

ST- Bu kampanya az önce süreklilik ile ilgili olarak yapmış olduğun vurguyla nasıl ilişkilendirilebilir?

AÖ- Bu fikrin işe yarayıp yaramayacağını görmek için uzun vadeli bir sorumluluk gerekiyor. Ben projenin karşıt finansman yönüyle ilgileniyorum. Projenin bu tarafı sanat ekonomisinin spekülatif doğasıyla oldukça ilişkili. Gayatri Spivak’ın ‘olumlu sabotaj’ fikrini –yıkmak yerine başka türlü kullanmak için yeniden anlamlandırmak- hatırmalak lazım. Ya da Franco ‘Bifo’ Berardi’nin finans dünyasının soyut alanında gerçekleştirilecek karşıt stratejileri kast etmek için geliştirdiği ‘algoritmik sabotaj’ teorisine bakmak gerekiyor. İster algoritmik ister olumlu olsun bir tür ‘zamana yayılan’, üretken, neşeli, samimi, özgün ve parazit bir tür sabotaja ihtiyacımız var. Beastie Boys’un sözleriyle ifade edecek olursam: ‘Size söylediğim her şey bir sabotajdı, şimdi söyleyeceğim, bunu yapmaktan asla vazgeçmeyeceğim.’ Sharon Hayes bir sokak köşesinde elinde ‘Örgütlenin ya da Aç Kalın’ yazılı bir pankartla dikilirken arkada bu müziğin çaldığını hayal edin. Evet, örgütlenmeliyiz, ama şunu daima aklımızda tutarak: süreklilik, süreklilik, süreklilik.

 

Sam Thorne

Tate St Ives’in sanat yönetmeni, Frieze dergisinin yardımcı editörü ve Open School East’in kurucularından biri. Halen kendi kendine örgütlenen sanat okulları hakkında bir kitap üzerine çalışmakta. İngiltere’de St Ives’de yaşıyor.

 

Ahmet Öğüt

Hollanda’nın Amsterdam ve Almanya’nın Berlin şehirlerinde yaşıyor. Bu sene İngiltere’nin Londra şehrinde Chisenhale Galerisi’nde ve Hollanda’nın Eindhoven şehrinde Van Abbemuseum’da solo sergileri açıldı. Çalışmaları İstanbul Beyoğlu’nda yer alan SALT’ta açılan ‘Her Bir İçerim Başka Olasılıkların Bir Dışlanmasıdır’sergisinde; Tayvan’daki Taipei Çağdaş Sanat Müzesi’ndeki ‘Peri Masalları’ sergisinde Almanya Ludwigshafen’daki Wilhelm-Hack Müzesi’ndeki ‘Benimle mi Konuşuyorsun?’ sergisinde yer aldı. Çalışmaları halen 11 Ekim’e kadar Almanya’nın Bremen şehrinde Gesselschaft für Aktuelle Kunst’ta sergilenecek olan ‘Şehrin İçinde: Kamusal Alan ve Serbest Alan’ sergisine; 9 Ekim’e kadar İngiltere’de Leeds Sanat Galerisi’nde açık kalacak 8. İngiliz Sanat Sergisi’ne, 10 Ekim’de Fransa’da açılacak olan 13. Lyon Bienali’ne ‘Modern Hayat’a ve 8 Eylül’e kadar Ukrayna’da açık kalacak olan 2015 Kiev Bienali’ne ‘Kiev Okulu’na dahil edilmiştir.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 01:43:31