A password will be e-mailed to you.

Nilbar Güreş’in 6 Eylül’de Galerist’te açılan son kişisel sergisi “Mıknatıs ve Ay” 12 Ekim’e dek görülebilecek. Sanatçının son yıllarda ürettiği eserleri fotoğraf, resim, duvar yerleştirmesi, heykel gibi çeşitli pratikler üzerinden izleyebileceğimiz sergi; İstanbul’da gösterilmemiş yapıtları da görme fırsatı veriyor. Nilbar Güreş, cinsel kimlikler bağlamında bedenin tarihsel ve kültürel tanımlarını sorgulayan çalışmalarıyla tanınıyor. “Mıknatıs ve Ay” sergisinde sanatçı, özellikle kadınlar ve kuir bireylerin bedenleri üzerinden şekillenen baskı rejimleriyle; arzulayan, haz duyan, acı çeken bedenler arasında kurduğu ilişkiye değindiği eserleriyle izleyiciyi yeni bir ufka bakmaya davet ediyor. Nilbar Güreş ve küratör Kevser Güler ile serginin hazırlık süreci devam ederken yaptığımız görüşmede sergiye ismini veren “Mıknatıs ve Ay” eserinden başlayarak, Sanatatak için hazırladığım hepimiz gibi sanatçıların da sık kullandığı sosyal medya ile ilişkilerini kimi zaman paylaşımları kimi zaman platform hakkındaki düşünceleri üzerinden konuştuğumuz özel bir bölümle devam ediyoruz. Nilbar Güreş ile başlıyor olmanın benim için ayrı bir mutluluk olduğunu da belirtmek istiyorum. Çağın içinden düşünceler, notlar bırakmak dileğiyle.

 

Serginin ismi oldukça çekici geliyor. Sizi çeken bir mıknatıs var mı?

N.G: Benim mıknatısım kapalı havada devinen bir su diyebiliriz. Bu his bana bir yurtdışı seyahatimde geldi. İsviçre’de kaldığım sürede Limmat nehrinin kenarında, su o kadar manyetik duruyordu ki çekildiğimi hissettim. Mıknatıs gibi metalik, gri/mavi içine dalmak istiyorsun. Hava kapalıyken Boğazın suyuna baktığımda da aynı hissi yaşıyorum. Çoğu zaman içimden suya atlayıp yok olmak geliyor. Böyle bir çağrışım güneşli havada olmuyor bu arada, donuk ve hareketsiz hava lazım bu hipotermi çağrısı için.

 

“Mıknatıs ve Ay” yeni bir eser olmasına rağmen sergiye ismini verdiğini görüyoruz. Eserin oluşum sürecini merak ettim.

N.G: Şu an Tanja Wagner Galeri’de bulunan ‘How I Met Your Mom’ adlı işi üretirken bir şey fark ettim . Heykelin yarısını oluşturan kısımda form olarak ikonografik diyebileceğimiz bir kadın figürü kullandım. Figür, nişin içinden ya da pencereden bakıyor gibi duruyor. Meryem mi başı örtülü bir kadın mı muallakta bir imaj görüyoruz. Çocukluğumun büyük bir kısmı kilisede geçmiştir. Anneannemin en yakın arkadaşı Magda ile her cuma kiliseye giderdim. Gördüklerimden çok etkilendiğim ürettiğim formlarda görülüyor. Bu bağlamda, “Mıknatıs ve Ay”ın form olarak bir triptikon olduğunu düşünebiliriz. Aynı zamanda dağınık biriyim, düşüncelerimde böyle gelişir. Ev-atölyemde nereye elinizi atsanız bir şey çıkar. Bir gün, beni çok iyi tanıyan küratörümüz Kevser muzipçe, acaba evden bir şey çıkarabilir miyiz? Diye sordu. Ben de evden bulduklarımı galeriye getirmeye başladım derken “Mıknatıs ve Ay” ortaya çıktı. Çıkar çıkmaz da sergiye adını verdi. Serginin eserle başlamasına da birkaç saat içinde karar verdik. Akışta gelişti yani akmayan şeyde sorun vardır zaten. “Mıknatıs ve Ay” bu bağlamda serginin ritmini değiştirerek çok olumlu bir kırılmaya neden oldu.

 

Kevser Güler’in sizi çok iyi tanıdığını söylediniz. Ayrıca çok iyi bir iletişiminiz olduğunu görebiliyorum. Böyle bir küratörle çalışmanın sergiye nasıl bir katkısı oldu?

N.G: Kevser (Güler) ile çok uzun zamandır tanışıyoruz. Son yıllarda aktif olarak çalışmaya başladık. Bu sene kendisi ile küratörlüğünü yaptığı “Etten Kemikten” sergisi için bir araya gelmiştik. Kevser’in gözünü, yazılarını, zevkini kendime yakın bulmanın ve onunla çok keyifle çalışmanın ötesinde, içime sinmeyen bir şey olduğunda hemen kendisinin de bunu fark ettiğini görmek beni heyecanlandırıyor. Karşılıklı bir güvenimiz ve doğal bir anlaşma sürecimiz var ki bu çok kıymetlidir. Aksi halde “Mıknatıs ve Ay” gibi son anda sergiye dahil olan bir eser sergiye ismini veremezdi. Böyle spontane gelişen bir süreç için sağlam bir dinamik kurmuş olmak lazım.

 

Nilbar Güreş’i bir kişisel sergiyle uzun zaman sonra Türkiye’de izliyoruz. Buradan hareketle eserleri seçme sürecinden bahsedebilir miyiz?

K.G: Nilbar’ın son dönem üretimlerinin Türkiye’de pek bilinmeyen bir tarafı var. Resimleri ve fotoğraflarıyla çok iyi tanınan bir sanatçı fakat aynı zamanda üç boyutlu yapıtları ve duvar yerleştirmeleri üstüne de çalışıyor. Sergi için çalışmaya başladığımızdan itibaren, üretiminin farklı mecralarını kapsayabilmek ve Türkiye’de görme imkanı bulmadığımız yapıtları göstermek istedim. Diğer yandan, Nilbar’ın biçimsel ve kavramsal uğraklarına dair belli yoğunlukları işaret etme düşüncesi beni heyecanlandırdı. Bunlardan biri örtü meselesiydi. Nilbar, örtmenin farklı anlamları üzerine uzun süredir çalışan bir sanatçı, örtünün özneyi nasıl tanımladığı ve örtü imgelerini irdelediği farklı referans noktalarına sahip pek çok çalışması var.

Örneğin, “Orman” adlı eserde, ikili cinsiyet normunun en ilksel temsillerinden Adem ve Havva anlatısında bir tür doğal örtü olarak kasıkları örten, mahrem olanı tanımlayan incir yaprağını kaldırıyor ve kasık kıllarını ortaya çıkarıyor. Dahası, bu ikonik temsilinin ikili cinsiyet dayatmasına dair bir eleştiri getiriyor. “Mıknatıs ve Ay” da olduğu gibi genel olarak Nilbar’ın üretiminde takip etmekten büyük haz aldığım diğer akışlar, yoğunluklar da cinsellik imkanlarına ve cinsiyetli bedenlerin hem tarihsel hem de bugüne dair temsilleriyle ilgili oldu. Nilbar’ın cinsel farkları, arzuya ve birbirine doğru olmaya dair kuvvetli bir imkan olarak okuduğunu hissediyorum. “Mıknatıs ve Ay”da bu tartışmaları doğalcılık, yeni doğa temsilleri ve sömürgecilikle ilişkisi içinde düşündüğü yapıtları da görebiliyoruz. Didem Görkem Geçit’le birlikte gerçekleştirdiği “PARÇALANMIŞ”, “Göz”, “Denizaltı” veya “Tenin Altında”yı bu kapsamda oldukça güçlü buluyorum.

 

Yurtdışında çok kapsamlı sergileriniz olduğunu düşünürsek “Mıknatıs ve Ay” ın tadı damakta kalacak gibi duruyor. Türkiye’de olma motivasyonunuzu ve bu motivasyonun yurtdışındaki gibi daha kapsamlı bir sergi doğurabilme ihtimalini merak ettim.

N.G: Galerist, büyük bir galeri olmasına rağmen işlerin çok küçük bir kısmını sergileyebiliyoruz. Aşırı dolu bir sergi istemedik. Diğer yandan Türkiye’de en son Rampa’da ön gösterim tadında bir sergi açmıştık. Onun ardından daha büyük bir sergi yapacaktık fakat Rampa kapanınca plan gerçekleşemedi. Düşünecek olursak 2014’ten beri Türkiye’de pek bir şey göstermemiştim. On küsür senenin üzerinde pratiği olan bir sanatçı olarak İstanbul’da bir müze sergisinin vaktinin geldiğini herkes bana yıllardır söylüyor. En kapsamlı sergim geçen sene Lentos Müzesi’nde 900 m2 bir alanda gerçekleşti. Bu sene Badischer Kunstverein‘da oldu yine aynı fiziksel ebatlarda, yakında Kunstverein Reutlingen’de bir sergim açılıyor o da 400m2 üzeri bir mekanda olacak. Türkiye’de ise bu sergilerin dörtte birini bir kurum veya müzede göstermedim henüz: “Nasıl diyor siz Türkler, kısmet!”

 

Ayrıca kendi kültürünüzden çok uzak ülkelerle çalışmak istemediğinizi de okumuştum. Bir de hem Türkiyeli hem politik konulara değinen bir sanatçı olarak gündemle ilişkinizi merak ediyorum. Kadınlar ve kuir bireylerle ilgili  oldukça travmatik hatırlama-unutma süreçleri yaşıyoruz.

N.G: Uzak kültürlerle çalışmak aksine çok ilginç ve merak uyandırıcı ama bir kültürün mantık dili hızla anlaşır olmadığı için arada sizi oralara bağlayan insanlar olması lazım ki işlerin organize edilmesinde ve anlaşma konusunda yardımcı olsunlar. Diğer soruya gelince; sosyal medyadan takip etmiyorum. Gazete okumuyorum. Benim haber alma kaynaklarım farklı, aktivist bir arkadaşımdan haber alıyorum mesela. Türkiye’nin gündemi kıyma makinesi gibi, hayatta ve sağlıklı kalmak için sürekli yakın durmamak lazım ama kastettiğim şey susmak ya da tepkisiz kalmak değil, bu kısım yanlış anlaşılmasın lütfen. Ben üreterek tepki veriyorum asıl üretmeyen unutur diyeyim. Duygularımı üretimle mühürlüyorum.

 

Tam da buraya geliyordum. Çok üretken bir sanatçısınız bunun yanı sıra sürekli farklı sergiler yapıyorsunuz. Nasıl işliyor süreç?

N.G: Çalışkanım ama kendimden memnun değilim. Sergiler için ürettiğim yeni eserlerden sıyrılıp uzun zamandır ilgilenmek istediğim projelere yetişemeyebiliyorum. İyi tarafı, sergiler için yaptığım üretimlerde daha önce uğraşmadığım bir medyayla karşılaşabiliyorum veya üretimlerimde henüz denemediğim bir yöne doğru gidebiliyorum. Hadi bir deneyeyim derken korka korka yaklaştığım farklı bir medyadan çok iyi bir şey çıkabiliyor. O zaman kabul ettiğim için memnun oluyorum fakat teorisiyle daha fazla ilgilenmek, okumak ve derinleşmek istediğim kendi projelerime sıra gelmiyor. Bu yüzden yani şartlar nedeniyle çoğunlukla pratik olarak daha hızlı üreten bir sanatçıyım. Üzerinde çalıştığım işler, eğitimini almadığım için daha fazla mükemmeliyetçilikle yaklaştığım videolar oluyor. Benim için büyük zararı olsa da, videolar üzerine bazen dört bazen on sene çalışabiliyorum. Hem sürekli başka şeyler üretmek hem de akıldaki bitimsiz proje ile yatıp kalkmak çok yorucu olabiliyor.

K.G: Üretiminin ilk anından beri, Nilbar’ın biçim ve biçimsel eklemlenmenin anlamlarıyla ilişkisi beni çok etkiliyor. Çağdaş sanatta son yıllarda fazlaca karşılaştığım ve berbat bulduğum bir eğilim var. Her şey fazlaca hikaye ile örülüyor ve ne yazık ki çoğu zaman ondan ibaret kalıyor. Anlamlı, dokunaklı, kişisel, toplumsal, politik olarak radikal veya şiddetli bir hikaye anlatması, üretimin biçimsel ve sanatsal gücüyle ilgili pek bir şey söylemiyor bana kalırsa. Bu biraz sanatın imkanlarından feragat etmek, sanattan vazgeçmek anlamına da geliyor gibi hissediyorum. Bu kadar anlatısal üretimler, yapıtları illüstratif kılmakla kalmıyor aynı zamanda yapıtla karşılaşan kişiler için de “hikayesini bilmezsem ilişki kuramam” hissini besliyor ve bir yapıtla ilişki kurmanın tüm imkanlarını en başından imha ediyor. İnsanların formlarla olan kuvvetli ilişkisine sırtını dönüyor. Varoluşla ilişkinin, dille örülen anlamlara sıkışmasını sağlıyor. Nilbar’ın üretiminde ise formun ve formla ilişkinin kuvvetini her an hissedebiliyorum.

“İnsanlar korkuyor”

Nilbar Güreş, Mıknatıs ve Ay, (Fotoğraflar: Reha Arcan)

Daha çok anlam aradığımızı düşünüyorum. Sanat eserlerini hissetmekten kaçıyor muyuz?

N.G: İnsanlar korkuyor. Dün bir kaç kişiyle konuştum, yorum yapmaya çekiniyorlar. Bir sürü kitap sipariş etmişler. Okudukları halde eserleri anlamadıklarından yakınıyorlardı. Sanat böyle bir şey değildir. Size baktığınızda ne his veriyor? Siz işlerime baktığınızda mesajın tamamı olmasa da oradaki hissi alıyorsanız benim için yeterlidir. Geri kalanını bir paragrafla tamamlayabilirsiniz. Bunun için bir kitap okumanıza gerek yok. Ben bir sergiye girince önce gezerim, seversem okurum sevmezsem hiç okumam. Özgürüm, her şeyi bilmek ve anlamak zorunda değilim. Ama genel olarak kitap okumak çok mühim ve ne yazık ki bizim gibi ülkelerde gündem dışı, bu da ayrı bir konu…Ben de buna biraz dahilim. Üzerimizdeki baskı çok büyük, üretim odaklı olunca genel bir okuma düzeni olmuyor, projeler için sınırlı okuma hakkınız oluyor, keyfi okuyamıyor insan. Sadece kitap okunan bir sanatçı programı olsa da gitsem, kimse benden bir şey istemese!

 

Biraz daha çağın içine doğru gidelim istiyorum. Bu bölümde sorularımı sosyal medya üzerinden soracağım. Sosyal medya hayatımızın her alanına nüfus ettiği gibi gündemle ilişkimizde de büyük rol oynuyor. Hikayelerimizde travmatik bir paylaşımın hemen ardından, tatil fotoğrafı vs. görebiliyoruz. Bu hızlı akışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Televizyonda kanal değiştirmeye benzetiyorum ama artık profillerimiz üzerinden ilerleyen bir sürece evriliyor sanki. Bunu bir mecburiyet olarak mı görüyorsunuz farklı bir bakış açınız var mı?

N.G: Sosyal medya kullanımı bir tez konusu olabilir. İnsan sosyal medyasız yaşayınca ciğerine oksijen gitmiyor gibi sanki? Orada imaj olarak paylaşınca nefes aldığımızı hissediyoruz sanırım. Diğer yandan duygular toplumsal kurgular ve roller adına daha az değişken durmak ve hareket olarak sınırlanmak zorunda gibi. Halbuki insanın günlük duygu devinimi içerisinde saniyelik sevinçler veya çöküşler yok mu? Belki de kısa dönem hafızam sorunlu olduğu için, o hızlı görsel duygu değişimi beni rahatsız etmemiş şimdiye dek. Ben de bazı duyguları hızla hatırlayıp saniyesinde unutuyorum. Fikirlerim hızla değişir ve hatta bu nedenle defter tutuyorum. Bunun imaja dönüşmüş hali dışarıdan bakınca şok duygusu yaratabilir. Bunu savunmuyorum ama bazı insanlar için duygu değişimlerinin hızı onların gerçeği olabilir. Kendilerini ayak uydurmak zorunda hissediyor da olabilirler. Bence hızın nedenleri çok ve çeşitlidir.

 

“Yeteneksiz ama hırslı insanların dünyası”

Nilbar Güreş, Mıknatıs ve Ay, (Fotoğraflar: Reha Arcan)

Sosyal medya hesabınıza paylaşımda aktif, beğenme ve takipte pasif olduğunuzu yazmışsınız. Hesabınızı da antipatik bulduklarını söylüyorsunuz.

N.G: Tahminimce öyle ama bana göre gerçekçi bir hesabım var. İnsanların direkt ve yalın gerçeklikten hoşlanmadıklarını iyi biliriz. Genelde salt sosyal medya meselesi değil de, gereksiz hassas olduğuma dair eleştiriler alıyorum. Eğer sanatseverler fazla hassas olmadan sanat yapılabileceğini düşünüyorsa çok yanılıyorlar. Daha net konuşayım, mesela bazı koleksiyonerler belli paylaşımlarımı sert bulabiliyor neden çünkü yaptıkları tüm rezillikleri eleştiriyor ve paylaşıyorum. Sanatçıdan eser satın alıp, verdikleri hafta sonu partisinde kullanıp iki hafta sonra geri veren parasını da geri isteyen koleksiyonerler veya sanatçılara hakaret eden, aşağılayan koleksiyonerler var. Bunlar bana göre tamamen açıklanamaz şeyler, elbette eleştirilecekler…

Sanatçılar kendi aralarında uzlaşıp dayanışarak bir şey yapmıyorlar. Bu hakaretleri yutup oturuyorlar, bunun gibi şeyleri açıktan eleştirdiğim için de benden çekiniyorlar. Söylenmesi gereken eleştiriyi küratöre, koleksiyonerin yüzüne söylemek yerine ilk fırsatta benimle konuşuyorlar. Türkiye’de sanatçı ve sanat eseri konularını kapsayan her problem dedikodu olarak algılanıyor. Bunlar dedikodu değil, hak ve hukuk konusudur ama ne yazık ki kimse menfaatleriyle çatıştığı an bir davanın peşinden koşmuyor ve koşanın yanında olmuyor. Haklı paylaşımlarım yüzünden benimle ilişkilenmemek adına sosyal medyada hikayelerimi ilk on saniye içinde harıl harıl izleyen ama beğeni vermekten vazgeçen sanatçı arkadaşlarımı gözlemledim. Birlikte rakı içelim ama sosyal medya da onun fikrini beğendiğim, görülmesin, insanlar arkadaş olduğumuzu bilmesin, bizi ilişkilendirmesin…

Kurumlara ait hesapların kontrolünde ise kurumların başındaki insanlar etkili ve şahsi husumetlerini hayasızca bir kurumun hesabına yansıtma hakkını kendilerinde buluyorlar. Mesela bir kurum direktörü veya çalışanı ile arkadaş değilseniz, kurum olarak sizin projenizi mecbur kalıp desteklese de sizin üretiminizi veya başarınızı sosyal medyada paylaşmayarak sizi sözde görünmez hale getiriyorlar. Hesaba bir bakıyorsunuz, kariyer anlamında sizinle yan yana gelemeyecek insanların üretimleri orada ama sizin üretimleriniz yok. Neden yokum diye sorsanız, “E, az yerimiz var sığmadı. Seçip paylaştık.” diye bir saray yanıtı alırsınız. Yine aynı üretimim başka bir sayfaya çıkınca kurum müdürü veya küratör işi gereği adı beğenenler arasında görünsün diye işimi oradan beğeniyor. İstanbul’un sosyal iskeleti böyle olduğu için sosyal medyada da aynı kötü mekanizmanın devam ettiğini görüyoruz. Yeteneksiz ama hırslı insanların dünyası işliyor. Küçücük hesapların peşinde ömür geçiren zavallılarla uğraşmak için vakit yok.

 

Bu yüzden mi pasifize olmayı tercih ettiniz?

N.G: Ben iyi niyetle ilgilenmediğim ve heyecanla beğenmediğim kimseyi takip etmiyordum aslında. Kalpler, çiçekler, öpücükler, çünkü çok heyecanlı ve duygu aşırılıkları olan biriyim. Ama artık yetişemediğim için kendimi sosyal medya da pasifize etme kararı aldım. Bu tip şeylere vaktim yok ve özellikle Türkiye’de insanlar beğenilmemeyi kişisel alabiliyor. Diğer yandan fark ediyorum ki birçok sanatçı her şeyi delice takip ediyor, bu kadar zamanı nereden buluyorlar diyorum ama bakınca zaten pek bir şey üretmediklerini görüyoruz… Şunu da söyleyeyim, Türkiyeli çoğu sanatçıyı engelliyorum çünkü taklit edebiliyorlar. Kurumdaki müdür ve küratör de durumu görmesine rağmen bu kopya işleri koleksiyona alıp sergileyebiliyor. Kimse bir şey yapmıyor. Ben de mecburen, özellikle kadın sanatçı arkadaşlarımın beni izlemesini engelliyorum.

Örneğin ‘Undressing’ adlı işimin, defalarca farklı şekillerde kopyalandığına şahit olduk. Siz de son aylarda İstanbul’da gördüğünüz bir karma sergide karşılaşmış olabilirsiniz ama hatırlar mısınız bilemiyorum. Berlin’de yaşayan iki Türkiyeli kadın sanatçı tarafından kopyalandı. Fikir bir sanatçının varlığıdır bu yüzden bir sanatçı sadece beni değil bir başkasını kopyalamışsa yine engelliyorum. Türkiyeli sanatçılar sanat tarihinden fazlaca kopyalasa da koleksiyoner çoğu kez asıl işi bilmediği için kopya işi fark etmeden koleksiyonuna katıyor. Bu arada bazen kopyalama bir işin nasıl yapıldığı ile alakalıdır. Form veya renk olarak benzemese de metodunuz kopyalanabilir. Bu metot aşırmasını anlayabilecek zekâ, dikkat ve bilgide insan sayısı ise yok denecek kadar azdır. Çalarak sanat yapıyor gibi yapıyorlar. Bakınca her şey tamam gibi dursa da hiç öyle değil aslında…

“Bunları yemeyen insanlar var ama çok ender”

Nilbar Güreş, Mıknatıs ve Ay, (Fotoğraflar: Reha Arcan)

Paylaşımlarınızda sanat dünyasından, Barbara Putz Plecko ve Silvia Eiblmayr gibi sizin için önemli olduğunu gördüğüm insanlara yer veriyorsunuz.

N.G: Barbara, Angewandte Kunst Wien’in tekstil-resim/el sanatları bölüm başkanı. Gördüğüm en mütevazı insanlardan biridir. Yurtdışında, insanların klişelerden sıyrılarak çok daha doğal olabildiklerine, algının ne kadar mütevazı olduğuna iyi bir örnektir. Avusturya bizim kadar sınıf meselesinin etkin olduğu bir ülke değil, sanat kurumu insanları veya sanatçılar tasarım ayakkabıları ile değil yaptıkları işler ile öne çıkıyorlar. Barbara da harika biridir. Ben orada okumak istediğimde kendisiyle görüşmüştüm. İşlerime baktıktan sonra bana güvenerek, bir sürü dersten muaf tutmuştu. Sizin bile kendinizde henüz fark etmediğiniz şeyleri sizden önce görüp hissederek o noktada size destek olan insanları çok kıymetli buluyorum. Çünkü sizi en az beş sene ileri atabiliyorlar.

Bir zamanlar İstanbul’da galerisi olan yabancı bir galericinin arkamdan “Nilbar lokal bir sanatçı” dediğini biliyorum. Üzerinden yıllar geçti ve böyle olmadığını gördük. Bu arada lokal olan ve harika işler yapan sanatçılar da olabilir fakat yaşadığımız internet çağında harika işler pek de lokal kalamıyor, istese de kalamıyor. Bu nedenle sayfamda hisleriyle beni ileri taşıyan insanları paylaşıyorum. Bu birkaç insan benim bile kendimden beklemediğim formlarda çalışmalar üretmeme vesile oldular. Silvia da çok kıymetli bir gözdür. Dünyanın en popüler sanatçısını getirseniz de asla yanıltamazsınız. Kötü kötüdür. Bunu anlamanın sadece eğitimle ilgisi olduğunu düşünmüyorum bu arada. Yanlış insanlardan etkilenmek ve pazar olarak bu insanlar tarafından domine edilmek sorunların en büyüklerinden…

Örneğin İstanbul’da eski bir galerici var diyelim, kesinlikle o ne derse kabul edilir. Yeni biri çıkıyor domine eden o kişi kimse, bu sanatçı çok iyidir diyor bakıyorsunuz sergide ki eserlerin hepsi satılmış! Sonuç olarak adil bir pazar yok İstanbul’da, bu nedenle güçlü bir CV’niz de olsa işe yaramayabilir. Aslında bu durum tıpkı sosyal medyadaki influencer olayına benziyor. Bunları yemeyen insanlar var ama çok ender.

“Aynı evreni paylaşıyor ve benzeşmiyoruz”

Nilbar Güreş, Mıknatıs ve Ay, (Fotoğraflar: Reha Arcan)

Influencerlara da bir değinelim istiyorum. Paylaşımlarınızın birinde sanat eserleri önünde fotoğraf çektiren influencerlardan pek hoşlanmadığınızı görmüştüm.

N.G: Influencer’ları fikri olmayan insanlar için çok iyi ama benim açımdan sinirim bozucu buluyorum. Fotoğraf mevzusuna gelecek olursak, bari eserin yanında dur değil mi? Konu sanat değil de onun en şık kıyafetleriyle orada boy göstermesi gibi geliyor. Sınıf problemi bu aslında ki Türkiye’de iltihaplı bir yaradır. Köyden metropole her ortamda aynı yarayı görebilirsiniz. Sanatın hangi kurumlar tarafından desteklendiğini biliyor ve gocunmuyorum ama kişilerin kendilerini ön plana çıkarması için sanatçının orada bir araç olarak konumlanmasını sorunlu buluyorum. Sanatçı da değil aslında sanat konuşmamız gerekiyor. Ne sanatçı ne koleksiyoner, sadece sanat konuşmalıyız.

 

Beğendiğiniz çalışmaları ve sanatçıları da paylaşıyorsunuz. Son dönem sizi etkileyen bir sanatçı, eser var mı?

N.G: Dediğim gibi hafıza sorunum var. Yaşadığım şeyleri iyi veya kötü hızla unuturum. Ayrıca ciddi bir isim hafızası sorunum var. Ne küratör ne sanatçı adı tutamıyorum aklımda ki mesleki açıdan büyük bir defodur. Okuduklarımı da unutuyorum yani her şey mükemmel! Banal bir ifade olarak; en severek ve isteyerek resim sergilerine giderim. Ama sinema ilk sırada benim için, sonra müzik ve en son çağdaş sanat. Kendi ürettiğim alanın nesneleri ve ortamı bana sıkıcı geliyor, istisnalar hariç genelde ilham verici değil. İçinde espri olmayan, sert malzemeli, hazır nesneli işleri orijinal bulmuyor ve sevmiyorum. Zaten genelde neyi sevmediğimi ve istemediğimi bilerek yaşıyorum. Kolayca ifade edebileceğim almanak tarzı bir zihnim ve zevkim yok.

 

“Eğer bir aslan konuşabilseydi onu anlayamazdık” diyor Ludwig Wittgenstein. Sizde bu sözü paylaşmışsınız. Dolaylı olarak sorayım hayatta birbirimizi anlamanın bir yolu var mı?

N.G: İnsanlarla aynı dili, hatta kelimeleri kullanmamız, aynı mekanlara girip çıkmamız, aynı filmleri izlememiz aynı sanatçıları beğenmemiz, onlarla yakınlık derecemiz veya beraberliklerimiz hakkında hiçbir şey ifade etmiyor. Varlıklar başka başkadır, biz de bir sürü diğer canlı ile aynı evreni paylaşıyor ve benzeşmiyoruz.

İşin özü aslında bu soruya insan ağzından ve insan-odaklı bir yanıt vermek dahi istemedim, o nedenle en iyisi bir ineğe sorayım dedim ama kendisi bana insanlarla konuşmadığını iletti.

 

“İyi enerjiler falan filan, zırvalık bunlar”

Nilbar Güreş, Mıknatıs ve Ay, (Fotoğraflar: Reha Arcan)

Pozitiflikten ziyade her türlü modumuzu kucaklamamız gerektiğini söylemişsiniz. Ne düşünüyorsunuz bu pozitiflik mevzularıyla ilgili?

N.G: Sanal dünyada duygusal talep olamaz ama insan ilişkilerinde son dönem çok ön planda olan ve sürekli olumlu düşünme baskısı yayarak giderek üzerime gelen bu guru kafasına gönderme yapıyorum orada. Olumlu düşün olumlu olur iyi enerjiler gelsin falan filan, zırvalık bunlar. Ne varsa gelsin kısaca ki tek tip olmayalım.

 

“PARÇALANMIŞ” adlı eserde beraber çalıştığınız trans birey Didem Görkem Geçit’le çalışmaya nasıl karar verdiniz, projeler devam edecek mi? Bir de @benimatolyem terziniz sanıyorum. Çok saygı duyduğunuzu görebiliyoruz. Nasıl bir araya geldiniz, nasıl bir önemi var sizin için?

N.G: Beraber karar verdik. Didem istemese bu işi yapmazdım. O işi üretmemiz zaten üç dört seneyi buldu. Çok üzücü bir durum, kamuya mal olan ama şahsi bir travma var. Bu konular kolay değildir, üretirken de hırpalar. Devam eder mi bilemiyorum şu an. Diğer soruya gelirsek, insani ilişkileri önemsiyorum. İyi bakan gözlere dayanamam. Terzi Dilek Hanım ile tesadüfen bir tavsiye sonucu bir araya geldik. Sao Paulo Bienali’nde çalışmak için birini ararken karşıma çıktı ve bu vesile ile 2014’ten beri çalışıyoruz. Eserlerimizin ardında bizimle beraber çalışan fikir veren ve üretimleri, bilgileri ile işlerimizi etkileyen insanlar var. Bu insanlar sanatçılarla beraber yaşıyorlar, onların görünürlüğünün önemli olduğunu düşünüyorum. Dilek Karalı da son derece zeki, sorun çözme odaklı, çok yetenekli, harika bir kadın; komşum ve arkadaşımdır. İnsani ilişki kuramadığım yakın hassasiyet ve değerleri paylaşmadığım insanlarla çalışmış olsam da uzun ömürlü olmadığını gördüm. O zaman insanlarla tartışmaya girip kendimi ifade etmek için yorulacağıma kendi çekim alanımda kalıp orada derine inmenin daha mantıklı olduğunu gördüm.

“Bazı tipler Türk dizileri kalitesizliğinde”

Nilbar Güreş, Mıknatıs ve Ay, (Fotoğraflar: Reha Arcan)

Son söz… Sosyal medya özel bir mecra mı olmalı kamusal mı?

N.G: Sizinle sosyal medya hakkında söyleştiğim şu gün, zaman bulup çok uzun süredir planladığım bir operasyonu gerçekleştirdim yani hesabımı yeniden düzenledim. Bu eylemden aslında emin değildim ve asıl amacım hesabımı tamamen silmekti. İlk açtığımda hem şahsi bir albüm hem de sergilerimi, ödülleri, olan biteni paylaşırım toplu bir karma albüm olur diye düşünmüştüm fakat anadilimde iletişim kurmayı seviyorum (bu görsel sembollerle de olsa) ve izlediklerim beni usandırdı sanırım. Sevgili sanatçı çift Mental Klinik ile en son konuştuğumuzda bana Murathan Mungan’ın lafını hatırlattılar: ” Türkiye’de her şey olabilirsin ama rezil olamazsın” ve Yıldız Tilbe’nin lafını, “Kimse kimseyi sevmiyor ama herkes herkesle samimi.” Bu da çok doğru.

Dün sıradan biri iken size cancağızım diye e-mailler yazan, yemek masanıza oturan patatesler, yarın bir kurumun başına geçince limon yalamış bir suratla sergi açılışınızda karşınıza çıkıyorlar, sizi sevdiklerinden değil hasetle ve sadece takip edebilmek için yapıyorlar. Sosyal medya da aynı, sizi sanatçı olarak heyecanla takip ettiklerinden değil, sadece kontrol etmek istediklerinden… 19 yıldır yurtdışındayım, böyle tavırlara alışık değilim ve alışmak da istemiyorum açıkçası. Bizim sanat çevresindeki bazı tipler gerçekten Türk dizileri kalitesizliğinde maalesef. Bunun dışında hesabım üç dört kez saldırıya uğradı, sonradan fark ettim ki hiç görmediğim ve nasıl olmuş ise sözde beğeni verdiğim sayfalar, bazı insanlar çıkarılmış veya bloklanmış… Fark edip birkaç kişiye yazdım ama anladılar mı ondan da emin değilim. Sonuçta bu mecralar güvenli değil. Bu durumda mecburen ne kadar az şahsi o kadar iyi sanırım…

 

İLGİLİ HABERLER

Nilbar Güreş’e büyük ödül

Nilbar Güreş Lentos Museum’da!

Daha fazla yazı yok
2024-04-26 01:20:41