A password will be e-mailed to you.

…. Gerçek sorun, belki de, Debord’un dediğinin aksine, imge ve gerçeklik arasındaki ayrımın mükemmel kılınmasında değil, bu terimlerin görünür olanın genel ekonomisi içinde elde edilip edilemeyeceğinde aranmalıydı.


  10. Akbank Deleuze Konferans Dizisi posterlerini İstanbul metro istasyonlarında öteki reklam panolarıyla yanyana asılmış olduğunu ilk gördüğümde, kapitalin dolaşım alanlarının 20. yüzyılın en radikal düşüncelerinden birisini üretmiş bir filozofun adına dahi nasıl ulaşabildiğini düşünmüş, hırsla bahçelerini çapalayan, eken biçen, süsleyen, GDO’lu çiçekler, bitkiler yetiştiren bahçıvanlar düşlemiştim. Herzog filmlerini anımsatan bu düşsel sahne daha sonra, bilhassa konferans duyurusunun adı geçen bankanın websitesinde yeralan İngilizce çevirisindeki hataları gördükten, bunları konferans katılımcılarından biri olan Eric Alliez’e bildirdikten sonra ve duyurunun websitesinden kayboluşu ve bu konuda bir teşekkür bile almayışımdan sonra daha da dallanıp budaklanmıştı. Duyurudaki en acil hata Deleuze düşüncesinin temelinde yatan "oluş" (devenir) kavramının "becoming" yerine "being" (olmak) olarak çevrilmiş olmasıydı ki bu nokta Deleuze’ün hem Hegel hem de Heidegger düşüncesinin oluşturduğu sabitleme, düşüncenin yolunu tıkama yöntemleri karşısında geliştirdiği bir stratejiydi.

Bu hata kuşkusuz bir Google translate hatası olarak ele alınabilir, ya da bugün sık sık karşımıza çıkan Deleuze okumaları, uygulamalarının oluşturduğu erk, akademik erk pozisyonlarına sahip olma mücadelesinin bir metaforu olarak algılanabilir. Fakat benim yapmak istediğim bunlardan hiçbirini seçmeden, Akbank Deleuze Konferans dizilerinin uluslararası düşünce sabitleme harekatı çerçevesinde nasıl bir "spectacle" oluşturduğunu Deleuze düşüncesinin içinden geçerek açıklamak olacak … çünkü başlangıç noktamızı, bir gösteri toplumunda yaşadığımızı unutmadan, metro istasyonlarında gördüğümüz türlü türlü tüketici ürünleri, filmler, tv programları, best-seller kitap reklamları ile Akbank Deleuze Konferans dizileri posterlerini yanyana görmek oluşturuyor.

Guy Debord 1967’de spectacle’ın felsefeyi gerçek kılmaktansa gerçekliğin felsefesini yaptığını ve herkesin materyal yaşamını evrensel bir spekülasyona dönüştürdüğünü söylediğinde, gelecekte bir gün spekulatif ekonominin çökeceğine ve bu çöküşün spectacle’ın imge ve gerçeklik arasında oluşturduğu perdenin yokedilmesiyle geleceğine işaret ediyordu. Kendisinden sonra gelişen felsefeye bakacak olursak, "détournement" bile bizleri spectacle’ın boyundurunduğundan kurtaramayacak, başka stratejiler, örneğin spekulatif olana spekulatif yaklaşmak gibi stratejiler gelişecekti. Gerçek sorun, belki de, Debord’un dediğinin aksine, imge ve gerçeklik arasındaki ayrımın mükemmel kılınmasında değil, bu terimlerin görünür olanın genel ekonomisi içinde elde edilip edilemeyeceğinde aranmalıydı. Hepimizin bildiği gibi, gerçeklik kavramının tartışılabilir oluşu, Baudrillard’da simulacrum adlı kavramın  ışığı altında gerçekliğin tamamıyla kaybolmasına yol açmış, Derrida’da ise, gerçeklik dediğimiz şeyin gerçeklik olmayanla aynı anda düşünülmesini gerektiren yapıbozumcu bir stratejiye evrilmişti.

Bütün bu felsefi hareketlerin değişen değer kavramıyla yakından ilişkisi vardı. Örneğin, finansal ekonomide emek ve değer arasındaki ilişki ancak nihai üründe,  ikisi arasındaki eşitsizlik olarak görünür olabilme ve sabitlenme özelliği kazanıyorduysa, spekulatif ekonomide değer, yatırımcıların pazara yaptıkları yatırımlara bağımlı kılınarak koşullar çerçevesinde sürekli bir değişebilirlik özelliği kazanıyordu. İşte tam da bu noktada "hyperbolic", yani abartı ya da mübalağ ekonominin içine sokulmuş oluyordu. Debord’un spectacle’da varolduğunu söylediği, gösterileni olmayan gösterge durumu tam da işte bu tür bir değer kavramından kaynaklanıyordu. Yani tıpkı spekülatif ekonomide keyfiyete bağlı olarak görünür hale gelen değer, bir bakıma "değersiz değer"(spekulatifliği de buradan kaynaklanıyordu), spectacle’da gösterileni olmayan gösterene dönüşüp sadece görünebilirlik zorunluluğu üstüne çalışarak bir hayal dünyası yaratmaktaydı. İşte bu yüzden "görünen herşey iyi olduğu gibi, iyi olan   herşey görünür olan"dı. Debord’un projesi, kapital ve spectacle’ı canlı kılan bu mekanizmanın kırılarak özneye otantikliğinin iade edilmesini amaçlıyordu.

Öte yanda bu durum, en azından Deleuze ve Guattari’ye göre, otantikliği ve nesnel gerçekliği garanti edilmiş bir özneye işaret ediyordu. Bir başka deyişle, kapitalizm değer kavramını yersizyurtsuzlaştırdığı anda tekrar yerliyurtlu kılıyor, çünkü bu durumdan hiçbir şekilde etkilenmemesi gereken bir özneyi savunuyordu. Özne, yani gösteri toplumuna katıldığı sürece, imgeler dünyasını tükettiği sürece özne olabilecek öznenin spectacle’ın işleyişini sağlayan "hyperbolic" olana katılabilmesi mümkün değildi. Değer 0’ı merkez alan + ve – arasında sürekli değişen bir sisteme yerleşmişse de, özne Debord’a göre özne, hala kendisini kendisi yapan özellikleri korumalı, spectacle’ın boyunduruğundan kendisiyle ancak bir kimlik politikasına indirgenecek bir ilişki kurarak kurtulmalıydı.

Bu noktada, bu tür bir özne kuramını, yani değersiz bir değer kavramı üstüne  çalışan spectacle karşısına dikilmeye çalışılan özne kavramını Deleuze ve Guattari bakış açısından olası bir kritiğe açmanın aciliyetini savunuyorum. Örneğin, böyle bir aciliyet, bugün posterlerini metro istasyonlarındaki reklam panolarında gördüğümüz Akbank Deleuze Konferans Dizilerinin nasıl da kendisiyle kimlik politikası bazında ilişki kurmaya çalışan, spectacle kurbanı ya da savaşçısı bir özne belirlediğini gözler önüne serebilir. Dahası "oluş" kavramının "olmak" diye İngilizceye çevrilmesinin aslında bu konferans dizilerinin mantığını oluşturduğunu gösterebilir. 

Deleuze ve Guattari Anti-Oedipus‘ta diyalektik sentez mantığını altüst eden üçlü bir sentez mekanizması önerirler. Bu mekanizma aslında filozofların yalnızca kapitalin spekülatif ekonomide nasıl çalıştığını göstermekle kalmayıp, özne pozisyonlarının da nasıl kurulduğunu gözler önüne serer. Primitif, barbar, kapitalist dönemlerdeki özne oluşumlarını açıklamak için kullandıkları sentezlerden ilki, henüz oluşmamış kısmi objelerin, "ve" mantığı içinde birbirine eklendiği "connective" sentezdir: burada hiçbir kısmi objenin bir ötekine üstünlüğü yoktur ve hiyerarşik yapı sürekli yadsınır. Objelerden birinin üstünlük sağlayarak kendini ortaya atması, yani despotun ortaya çıkarak, "Ben despotum" demesiyle barbarlık rejimi oluşur. Despot despottur ama karşıtlarına her an kendisine başkaldırma hakkını verip bu hakkı ellerinden aldığı için sunduğu sentez "disjunctive"dir – kendisine aşkın bir pozisyon sağlayarak özne olabilme ya da "olma" özelliğine sadece despot sahiptir. Kapitalizm ise bu biricikliği despotun elinden alır, hem de eşi görülmemiş bir yersiz yurtsuzlaştırmayla… sonuç "conjunctive" sentezdir ki burada şöyle der özne: "Hmmm demek böyle oluyormuş, demek buymuş, işte sonunda ben, bana ait olan ben…" Bu, kapitalin aksiyomatik özelliğini vurguladığı, özneyi bir yandan özne olarak kurarken öte yandan da ona şizofreninin kapılarını sonuna kadar açtığı andır. Bir yandan yersizyurtsuzlaştırırken öte yandan tekrar tekrar yerliyurtlulaştırır. Deleuze ve Guattari’nin önerdiği strateji, kapitalizme karşı savaşmaktansa, kapitalin önünü açtığı  şizofreni yolunda sonuna kadar giderek, şizofren olmadan şizofren oluşa ya da sadece bir "oluş"a geçmek, sürekli  yersizyurtsuzlaşarak kapitali sarsmak, spectacle’ın spekülatif ekonomiyle elele sunduğu değersiz değeri özümseyerek adeta onunla alay etmektir.

Burada, az önce sözünü ettiğimiz "hyperbolic" olana geri dönmek, ve Debord’un değersiz değer kavramını bizlere sunup duran spectacle’ı karşısında, dahası hyperbolic bir değer kavramı karşısında, bizlerin, yani seyircilerin de bu hyperbol’u kendi öznelliklerimize özümseyip, + ile – değerler arasında gidip gelerek, Akbank kapitali sayesinde bize önerilen sabitlenmeyi kırıp kıramayacağımızı tartışmaya açmanın artık zamanının geldiğini düşünüyorum. Karşımızda, uluslararası Deleuze ve Guattari çalışmalarından bildiğim, çok da yabancısı olmadığım disjunctive bir sentez sistemi var, despotvari bir sistemi poster, reklamasyon ve kapital ile harmanlıyor. Diyor ki bize, orada duracaksın ve bil ki öznesin ama asla özne olamayacaksın! Ne yaparsan yap, Deleuze bayiliğimizi, kapitalden aldığımız güçle asla yersizyurtsuz kılmana izin vermeyeceğiz çünkü bizim Deleuze’ümüz tektir ve her Deleuze’den üstün biricik bir Deleuze’dür.

"Ayinesi iştir kişinin …", üretmeyense sadece spectacle’a bakar; hyperbole karşısında kendisini hep aynıyı (klişe) üretmekle sınırlandırıp,  arka bahçesini biçer durur görkemle, gösterişle; o arka bahçeyse hep büyür, hep büyür ve günün birinde Elif Şafak ya da Orhan Pamuk gibi yazarların kitaplarının (dikkat edin: "edebiyatçı" demiyorum), bazı marketlerde kasaların yanında satışa sunulmasına dönüşür, tıpkı gelecekte bir gün metroda babasının elini tutan bir çocuğun  "Baba bana Deleuze al" diyeceği gibi.

 

Zafer Aracagök Kimdir? 

 

Zafer Aracagök İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde kıta felsefesi ve görsel kuram konularında dersler veriyor. Bugüne kadar yurtiçi ve bilhassa yurtdışında Deleuze ve Guattari felsefesi hakkında birçok makale ile Desonance: Desonating (with) Deleuze (2009) ve Atopological Trilogy: Deleuze and Guattari (2015) adlı iki kitap yayınlamıştır.

 

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 17:40:36