A password will be e-mailed to you.

Zafer Aracagök, Alan İstanbul’daki Arkadan Yaklaşmak sergisiyle ve Kült Neşriyat’tan çıkan Atopolojik Sapmalar Deleuze ve Guattari kitabıyla ansızın geldi gündemimize oturdu. Bu gündeme yakından bakmayı denediğimizde, bakmak fiilinin italyanca kökenini -guardare- hatırlatırcasına -arkasına bakmak, gardını almak- mimetik olma biçimlerine karşı geliştirdiği pek çok imge ve düşünceyi görmek mümkün. Ve belki de bu bir imkandır: "Kimlik ile girdiğimiz mücadeleleri, savaşları" tedavi edebilir. Aracagök’le arzudan cinselliğe, kadınoluş’tan hırsızoluş’a Zizek’ten Badiou’ya pek çok şey’i görüştük.

 

Ayşegül Sönmez: ‘Deleuze ve Guattari’ye göre bizim doğayı ve dolayısıyla hayvanları ve kendimizi anlayışımız her ikisi de mimetik olan iki ayrı yaklaşımla belirlenir, seriler ve yapılar’, diyorsunuz. Bu içinde oluş kavramını taşıyan anlayışın Romantik’lerle bir kopuşu mu sürekliliği mi içerdiğini söyleyebiliriz? Romantikler nereden çıktı şimdi diyecek olursanız doğayla kurdukları bağ ve ona yükledikleri anlamlar açısından…

Zafer Aracagök.: Öncelikle bu çok önemli bir soru olduğu için ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Çünkü aynı zamanda Romantizm konusuna yaklaşımımızı da sarsacak gibi görünmekte. Benim Romantizm’den anladığım şey daha çok Alman Romantizmiyle ilgili ve Schlegel kardeşlere ait, Jena Romantikleri diye adlandırılan, erken dönem Hegel düşüncesiyle yoğrulmuş, İngiliz Romantizmi’nden tamamıyla farklı olan bir yaklaşım. Örneğin, Jean-Luc Nancy ve Philippe Lacoue-Labarthe’ın birlikte yazmış oldukları Edebi Mutlakiyet (L’Absolu Litteraire) adlı kitapta, Schlegel kardeşlerin nerdeyse bir yüzyıl sonra gerçekleşecek Dadaizm’e benzer şekilde hayat ve sanat arasındaki ayrımı yıkarak, hayatın edebiyat olduğunu söyledikleri bir an vardır. Bu edebiyat dediğimiz şeyi olduğu kadar hayatı da mimetik olan’ın boyunduruğundan kurtarıp, yaratıcı oluşlara açmak olarak yorumlanabilir. Bu noktada artık doğa ve insan arasında bir ayrım kalmamıştır ama öte yandan her ikisinin de bir üretim olduğu gözardı edilmez. Aslolan bir üretim olmuştur artık, hiçbir şeyin hiçbir şeyi taklit ederek kendini olur kılmadığı, her şeyin kendi tekilliği içinde oluşa açıldığı bir dünyadır bu. Deleuze ve Guattari’nin temel çabalarından birinin düşünceyi mimetik olandan, yani model-kopya tarzı mimetik deli-ceketinden, temsiliyetten kurtarıp üretime, yaratıcılığa açmak olduğunu hatırlayacak olursak, kuşkusuz, Deleuze ve Guattari’nin erken dönem Alman Romantizmiyle bir akrabalık oluşturduğunu söyleyebiliriz.

 

"HERKESTE BİR FRANCO NERO VARDIR"

-Bu mimesisin cinslerarası olanı da metninizde önemli bir yer tutuyor: kadın oluş, kuiroluş ama erkek oluş yok… Erkek hırsız o yüzden değil mi?

Z.A.: Kitabın ilk makalesi, ‘Cinsel-Oluş’ta Deleuze ve Guattari’ye arkadan yaklaşarak sorgulamaya çalıştığım şey erkeğin erkek-oluş sürecinin elinden alınışı ve bunun da bir oluş süreci olarak sorgulanıp sorgulanmayacağıydı … buna bağlı olarak da kendi düşüncelerinde kuir-oluş gibi bir olasılığa yer vermemeleriydi. Ya da en başa dönecek olursak, Deleuze ve Guattari, kadın-oluş, hayvan-oluş, algılanamaz-oluş gibi süreçleri ardarda sıralarken düşüncelerinin temelinde molar’dan moleküler’e geçiş ve böylece mikro-politika dedikleri şeyin önünü açmak vardır. Bu çerçevede öncelikle kadın ya da erkek farketmez, her iki cinsel kimliğin de olma biçimlerindeki erkek-baskın söylemi yadsıyarak kadın-oluş’a geçmeleri gerekmektedir. Yani, sadece erkeğin değil, kadının da kadın diye tanımlanan cinsiyetten kadın-oluş’a geçmesi beklenmektedir, çünkü kadın-olmak ona erkek tarafından atfedilmiş, böylece kadın-oluş süreci kadından erkek tarafından çalınmıştır. Burada erkek hırsız olarak görülür ama benim sormak istediğim soru, eğer oluş süreçlerinden bahsediyorsak, erkeğin de kendisini mutlak erkek, mutlak hegemonya olarak kurarken kendisinden bir şey çalınıp çalınmadığı ve bu hırsızın kim olduğu sorusudur. Benim yaklaşımımda, kuşkusuz kuir’e yer açabilmek gibi bir kaygı var: eğer kadın-oluş’a girememenin önündeki engeli erkek olarak tanımlıyorsak ama erkek-oluş gibi bir sürece yer ayırmıyorsak, düşüncemizi karanlık bir aşkınsala teslim etmiyor muyuzdur? Ben bu krizin her iki cinsiyetin de oluş sürecini elinden çalan hırsızı bir cinsiyete ait kılmadan, düşüncede aşkın kalan, Hegelci bir yaklaşımın geri dönüşü olarak yorumlamak ve kuir-oluş’un hala elimizde kalan cinsiyet problematiğini hırsıza bir cinsiyet kazandırmadan düşünülerek aşılabileceğini savunuyorum. Yani, en başta, erkek gerçekten erkek olmak istemiş midir?

 

-Hemen burada Fassbinder örneğini veriyorsunuz kitapta…. Franco Nero’yu? Başka Nero’lar yok mu örnek gösterebileceğiniz?

Z.A.: Haha, burada Franco Nero’yu örnek vermemin nedeni kendisinin kuir dünyada bir idol olması, Fassbinder’in Querelle’inde bile bu idolleştirmenin devam ettiğinin altını çizmek, ve benim hetero-gay olarak nitelendirdiğim bir çoğunluğu temsil etmesiydi. Jean Genet’nin diğer romanlarına bakacak olursak görürüz ki Genet, Aziz Genet, ‘aziz’ olmasını hetero-gay bir dünyada kendisini tamamıyla kuir-oluş’a açmaya borçludur. Aziz acı çeker, ve acı çekmesinin temelinde arzu objesinin kendisini ulaşılmaz kılması, sürekli öyleyim ama aslında öyle değilim demesi vardır. Hani, şahane Morrissey’in ‘I Want the One I Can’t Have’ adlı parçasında olduğu gibi. Bu çizgide bir sürü ad sayabiliriz Ayhan Işık’tan Sean Connery’ye oradan Tom Selleck ve daha nicelerine uzanan. Fassbinder’in filminde duvarlara ‘ayıp’ resimler çizen kahramınımızdır aslında kuir-oluş’un önünü tıkayan hetero-gay’dir ta ki ‘bear’ ya da ‘ayı’ hareketi başlayıncaya kadar. Öte yandan herkesin umumi tuvaletlere benzer resimler çizebileceğini düşünürsek, aslında herkeste bir Franco Nero vardır belki, arzuyu ulaşılmaz kılarak oluşun önünü tıkayan.

 

-Deleuze ve Guattari kadın oluşu bu bağlamda doğadan kopuş olarak mı görüyorlar? Bu anlamda Donna Harraway’in Siborg Manifestosu kelime anlamıyla ‘Ana metni’ mi olmalı kadınların?

Z.A.: Donna Harraway ve temsil ettiği düşünceyle temel bir sorunum olduğunu söylemeliyim. Deleuze ve Guattari’de doğadan kopmaktan da öte doğa/insan gibi bir ayrım yoktur çünkü herşey bir içkinlik düzlemi dahilinde olmaktadır. Doğa, bize ait olmayan, yabancılaştığımız bir doğa ancak bu içkinlik düzlemini aşan bir aşkına izin verirsek olabilir. Siborg düşüncesinin temelinde mimetik bir düşünce yattığını düşündüğüm için Kıta felsefesinin son derece yanlış anlaşılmış bir versiyonu olduğunu düşünmüşümdür hep. Ana metin olmayı bırakın, dipnot bile olamaz bu yaklaşım çünkü siborgu kurabileceğimiz özerk bir alan yoktur, ya da varsa bile olsa olsa bir bilim-kurgu ürünüdür, aynı, fantaziyle oluşu birbirine karıştırmak gibi bir şey … Fantezi hep bir öteki dünyaya yatırım yapmak gibidir, oysa şu an burdayızdır ve faşistin arzusunu varetmeyeceksek fantaziden vazgeçmemiz gerekir. Pardon, Freud – fantazini al başına çal!

 

"KADIN NEDİR SORUSUNU SANAT, STİL VE DOĞRU SORUNLARINDAN AYRI DÜŞÜNEMEYİZ"

-Nietzche’nin Şen Bilimi’nden alıntı yapıyorsunuz: ‘kadınların büyüsü ve en güçlü etkisi, felsefi deyişle uzaktan eylemdir, bu her şeyden önce şunu gerektirir, uzaklık’? Bu eyleme uzak olmayı ve yakın olmayı biraz konuşalım mı?

Z.A.: Bir başka deyişle, ‘actio in distans’ 19. yüzyılda fizikte tartışılan, bir objenin diğer bir objeye dokunmadan onu uzaktan etkileyebilme gücüydü. Burada Nietzsche’yi etkileyen şey, Deleuze ve Guattari’nin ‘affect’ adını verdiği şeydi bence. Örneğin, uzaklık, mesafe denen şeyi nesnel, rasyonel anlamda ölçülebilir kıldığınız sürece ‘affect’i anlayamazsınız. Çünkü böyle bir durumda ‘affect’in gücünü ölçümle sabitlemiş olursunuz. Ya da Türkçe söyleyecek olursak, hissetmek ile hislemek arasında ya da duymak ile duyumlamak arasında fark vardır. Nietzsche’nin bunu kadınlara atfetmesinin nedenini filozofun ‘hysteria’ ve ‘histrionics’ sözcükleri arasında kurduğu ilişkilerde bulabiliriz. Burada bir parantez açarak işin içine biraz Derrida sokmak istiyorum. Derrida Éperons, Les Styles de Nietzsche’de, Nietzsche’nin çoğu zaman kadın düşmanlığı olarak yorumlanmış tavrından ve bu tavrın bir stil sorunu olduğundan bahseder. ‘Kadın’ olan asla indirgenemeyendir ve bu indirgenemezlik yazı yazan kişinin kaleminin ucunu – ki bu kişi erkekse iğdiş edildiği için iğdiş edici bir güce sahiptir – iğdiş eden güce karşı sivrilterek, bileyerek, kışkırtıcı hale getirir: Nietzsche’nin stratejisi – özellikle, Ecce Homo ve Şen Bilim’de olduğu gibi – ‘kimlik’ (identité) sorununu yazıda indirgenemezlik sorununa dönüştürüp kendi kendini iğdiş etmiş iğdiş edici gücün iğdiş edilmişliğini olumlayarak onunla ironik bir ilişki kuran bir stiller geçiti yaratmaktır.

Yani ‘stil’ ancak olmadığı an, ancak stiller çoğulluğuna işaret edebildiği an stil olabilen şeydir. Burada, Derrida’ya göre, Nietzsche’de kadın olan ve kadın oluşunu mesafesini koruyarak kuran şey ‘stil’in sivri ucunun dokunduğu anda geri çekilerek bıraktığı izin peşine takılan, ve özdeşlikler kurmaktan çok, özdeşliğin ‘doğru’ sunu (vérité, truth ) dissimule eden şeydir. Ve eğer ‘stil’ buysa, yani olmayan-oluş ile kurulan ama kurulduğu anda bozulan şeyse, bu, mesafeyi mesafe olarak korumayı gerektirir. Bunu yapabilme gücü erkek olandan çok kadın olana aittir çünkü tanımlanmaya direnen kadın olandır ve Derrida’nın Nietzsche’den alıntıladığı gibi kadın olan bir aktristir ve tarihi ‘histrionics (oyunculuk) ve hysteria (isteri) arasında gidip gelir.’ Bütün bu nedenler yüzünden kadın sorusunu ya da ‘kadın nedir?’ sorusunu sanat stil ve doğru sorunlarından ayrı düşünemeyiz. Kendi içinde kadın olanın kendi içinde doğru olan bir doğrusu yoktur; ya da kendi içinde doğru olan bir şey yoktur; olsa olsa bir doğrular çoğulluğu vardır.

 

-Bireye dönecek olursak buradan ‘bireyi bir olay olarak çoğulsallık dahilinde örgütlemeye’… Bu artık Yabancı, bunaltılı olan değil, kendini varoluşçuluktan da özgürleştirmiş olan mıdır?. ‘Mimesis değil de simulacrum’ üzerinden kurularak daha önce belirlenmiş olandan özgürleşen?

Z.A.: Evet, buna katılırım zaten kitabın üçüncü bölümü ‘Klinik ve Kritik Sapkınlık’ta açmaya çalıştığım konu bu. Yabancı yabancılaşmıştır çünkü kendi özü olarak varsaydığı bir benlikten uzak düştüğünü düşünmektedir. Öz, ancak mimetik, yani bir model kopya ilişkisi içinde düşünmeye devam ederseniz varolabilir. Bir başka yazıda, ‘Radikal-Aptal-Oluş’ adlı Gezi üstüne yazmış olduğum bir yazıda (ki burada da yayınlanmıştı), yine Deleuze ve Guattari’den yola çıkarak böyle bir durumun ‘birey-kal’dan (individual) çok ‘birey-kaç’ (-dividual) adını verdiğim bir kavramla düşünülebileceğini göstermeye çalışmıştım. Yani, ‘individual’ bölünemez bir bütünlüğe işaret ediyorsa ve yine bir öz sorunu çıkartıyorsa, ‘-dividual’, yani sonsuzca bölünebilir olanın özden kaçan, kendisiyle özlük bağlamında bir ilişki kurmayan bir oluş olduğundan söz etmiştim.

 

"TANER CEYLAN’DA BİR KUİROLUŞ’TAN BAHSEDEBİLİRİZ"

-Bu anlamda Caillois’nin ortama hiper uyum sağlama ustası böceği bize neyi salık vermektedir en çok?

Z.A.: Kapladığımız uzamı ne kadar hakettiğimizi sorgulamamızı sağlayabilir. Çünkü böceğin temel arzusu kendisini hapsettiği uzam ile kendi dışında varolan uzam arasındaki ayrımı terkedip, uzam-oluş’a geçmektir. Atopolojik bir durumdur bu, koordinatları kaybetmiş, uzamla birlikte bir akışa geçmişinizdir. Mimetik olma biçimlerine karşıt olarak her an başka bir şeye dönüşmektesinizdir. Bu kimlik ile girdiğimiz mücadelelere, savaşlara bir çözülme getirebilir.

 

-Taner Ceylan’ın su anda NY’da sergilenmekte olan Ingres’i üzerine birkaç gündür düşünüyorum Doğrusu bunu bir rövanş, kendine ait olmayan bir sanat tarihi tarafından kuşaklar boyu ezilmiş Batılı olmayan sanatçının Batılılaşma serüveninde bir rövanşı olarak okumak üzereydim. İngres’ye müdahale edebilmesi nihayet onu bir travestiye dönüştürebilmesi onu kuir olarak yeniden üretmesini bir zafer olarak açıklamamı engelledi ne var ki kitabınız… Tam da buradaki ‘yeni kritik-sapkın, arzu’ sahibi sandığım Prenses’in aslında o Caillois’yla ilgili bölümde yazdığınız gibi ruhu aslında taklit ettiğini ruhun kendisine dönüşmekten uzak olduğunu fark ettim. Temsiliyetin kendi kurallarıyla hapsolmuştu istediği kadar başı değişse de… (http://hifructose.com/2015/10/09/taner-ceylans-homage-to-master-portrait-artist-ingres-is-surreal/)

Z.A.: Bence hala düşündüğünüz gibi düşünmeye devam edebilirsiniz. Çünkü uzam ile ilgili sorgulamalar ancak modernizmle birlikte radikal bir hal alıyor, o yüzden Ingres zaten bir temsiliyet geleneğinden geliyor ve Taner Ceylan’ın müdahalesi Prensesi tuvale aktaran Ingres’in kadın-oluş ya da prensesin kuir-oluş süreçlerinin yolunu açmakla kalmıyor, renk katmanlarından, pigmentlerinden oluşan forma, formun kapladığı alana müdahele ederek belli bir form geleneğini de kuirleştiriyor. Kuşkusuz burada Caillois’dan pek bahsedemeyiz, ama uzamın içine erimiş cinselliklerin görünür hala getirildiği bir kuir-oluş’tan bahsedebiliriz. Hani belki modernizm diye hala tanımaya çalıştığımız uçsuz bucaksız alanın içinde unutulmuş olan bir noktayı kurcalayarak oymak, temsiliyet rejiminin, uzamsal işleyişinde birtakım figürselleri hegemonik söylemine katarak görünmez kıldığı başka bir uzam anlayışını görünür kılmak gibi …

 

"TEMSİLİYETE GELMEYEN SERBEST BIRAKILIRSA…."

-Ve ses ve gürültü kitap çok ilham verici. ‘Rüyalarımızda sürekli gürültüden sese geçişi yaşarız’ Deleuze… Sonra Nietzche ‘sanki gürültü beni fantazilere sürüklemiş gibi… Bütün büyük gürültüler bizi uzak yerlerde mutluluğa götürürler.’ Sizce en temel fark nedir ses ve gürültü arasında bir müzisyen bir felsefeci bir ressam olarak?

Z.A.: Ses ve gürültü … Jacques Rivette’in La Belle Noiseuse adlı filmini ya da filmin adapte edildiği Balzac’ın Gizli Başyapıt adlı romanını hatırlar mısınız? Ünlü ressam Frenhofer 60 yaşına gelmiş ve çok uzun zamandan beri üstüne çalıştığı ve başyapıtı olacak işini yarım bırakmış, resim yapmaktan vazgeçmiştir. Ardından, genç bir kız sayesinde tekrar işe koyulur ve romanın sonunda başyapıt bitirilip izleyicilere gösterildiğinde ortaya tam bir gürültü çıkar. Çünkü başyapıt olarak sunulan şeyde renkler formlar tamamıyla birbirine girmiş, bir biçimsizlik curcunasına dönüşmüştür herşey. Ben bu tabloyu, kuşkusuz hiçbirimiz görmedik onu, sanatçının kaotik olanla, formsuz, form dışıyla yüzleşip onu temsil etme çabası olarak görüyorum. Yani bir yanda tamamıyla formdan kaçan, forma gelmeyen, mutlak bir uğultu, gürültü, öte yanda bu formsuzluğa form verebilen kişi olarak sanatçı. Fernhofer’in durumundaysa şöyle bir sorgulama var: formsuz olanı formsuzluğunu muhafaza ederek temsil edebilir miyiz? Kaosa giderken zaten aklımızda kaos’u bir form bağlamında, ona bir form vererek algılamıyor muyuz? Aslında bu söylediklerim, mutlak gürültüyle yüzyüze kaldığımızda bunu işitip işitemiyeceğimizle alakalı … her sanatçı, müzisyen ya da filozof her ne yapıyorsa yapsın bu göz ardı edilemez alanı, yani temsiliyete gelmeyen, serbest bırakılsa bütün temsiliyet kuramlarını altüst edecek bu quantum alanına, düşünülemez, imgelenemez, işitilemez alana saygı içinde yer ayırararak işine devam etmeli…

 

-Şizoensest ödipal enseste karşı… İşitilebilir ile işitilemez arasındaki sınırların imha edildiği bir işitme makinesine dönüştüğü takdirde mi sanatçı sanatçıdır ve estetiğe karşıdır?

Z.A.: Aslında bu tür koşullandırmalara karşıyım; herkes sanatçı olabilir ama arada tercihler vardır, hayatın bizleri çok da farkında olmadan seçmeye ittiği. Ben ancak, kendi payıma düşen şeyleri dile getirip, ifade edebilirim, ürettiğim ifade makinesinin öteki makinelerle nasıl karşılaşmalar deneyimlediğine dikkat ederek. Bütün mesele aslında bu öteki ifade makineleriyle nasıl ilişki kurduğunuza bağlı gibi – yani ilişkide odipal-ensesti şizoya dönüştüremiyorsanız, karşılıklı bir oluş içine sokamıyorsanız bırakın gitsin derim, çünkü neredeyse bir hayat boyu yatırım yapmışsınız ve sizi odipale bağlamak istiyorlarsa vazgeçmek ve önünüzün kesilmesine izin vermeden başka makinelerle tekrar yola düşmeniz gerekir. İşitilebilir ve işitilebilir olan arasındaki ayrım burada devreye girer, ayrımı imha etmektense, işitilemez olanı işitilemezliği içinde işitilebilir ile birlikte işitebilmeye çalışmak önemlidir. Ve burada estetiğe karşı olmaktan çok artık estetiğe gerek bile kalmaz çünkü estetik eğer form bağımlısı olmaksa, form formsuz olanla birlikte düşünülmeye açıldığı anda kaostan ziyade Deleuze ve Guattari’nin sözünü ettiği tutarlılık düzlemi ile organizasyon düzlemi arasında mekik dokumaya başlarsınız, bağımlısı olduğunuz şey her neyse bu sefer o size bağımlı hale gelir ve sizinse umurunuzda değildir.

 

"KAPİTALİZMİN YAŞAMSIZLIĞI ARZU-ÜRETİM MAKİNELERİNİ ELE GEÇİRMEYE DEVAM EDİYOR"

-Ya psikasteni yalnızca burjuva psikanalizinin genel ekonomisi dahilinde özgürleştirici kritik bir an koyuyorsa? Nörobilimin bu kadar ilerlemesi travmaları silen merkezlerin açılması hatta Ankara Garı patlaması trajedisinden sonra bazı travma silici merkezlerin insanları ücretsiz tedavi edeceklerini belirten ilanlarından sonra ya hiç hasta kalmazsa diye sormak istiyorum size?

Z.A.: Burjuva psikanalizinin genel ekonomisi demek ne kadar doğru olur bilmiyorum çünkü psikanaliz zaten her zaman bir burjuva psikanalizi olmuştur. 19. yüzyılda bir bilim dalı olarak kurulmaya başlandığında psikiyatrinin temel araştırma konusu, bir kadın hastalığı olarak tanımlanan histeria’ydı. Charcot’nun hipnoza dayalı tedavi yöntemi sayesinde zengin kocaları tarafından ya da sınıfsal ahlak değerleri tarafından evlere kapatılan kadınların maruz kaldıkları bedenin organizasyonunu terketme eğilimi olarak tanımlanan histeri tedavi edilebiliyordu. Daha geniş bir çerçevedeyse, kapitalizmin hayatları karartmaya başladığı bu dönemin temelde felsefi dayanakları da vardı. Örneğin, psikasteni yalnızca Kantçı bir uzam koşullandırmasına karşı çıkan bedenler oluşmaya başladığı zaman ortaya çıkabilir. Öte yanda, aynı döneme has bir hastalık olan ‘fugue’, kadın erkek ayrımı yapmasa da daha çok erkeklere has bir tür psikasteniydi. Fugue hastalığına maruz kalan kişilerin görünürde hiçbir neden olmaksızın evden ayrıldıkları ve aradan bir iki hafta geçtikten sonra eve döndüklerinde nerede olduklarını hatırlamadıkları gözlemleniyordu (Nietzsche en tanıdık örneklerdendir). İşte tam da burada, bu noktada giriyor kritik sapkınlık diye adlandırmaya çalıştığım şey. Kantçı uzam/zaman koşullandırılmasını tanımamak, reddetmek, ama bunu yaparken hasta olmadan hasta olabilmektir ayrım noktamız. Belki burada Nörobilimin yeterince burjuva olmayan şeyleri iyice burjuvalaştırdığından sözedilebilir. Nörobilimin, tıpkı Pierre Janet gibi sağlıklı bir beden ya da ruh önkoşulu olduğu sürece kritik sapkınlığa giden yolları tıkayacağını düşünüyorum. Oliver Sacks’in – ki kendisi çok sevdiğim bir yazardı – halüsünasyonları travmalardan bağımsız anlayabilme isteği gibi ya da karısını şapka sanan adamın sanrısını sadece bazı nöronların zedelenmiş olmasına bağlayabildiği gibi.

Patlamaya ve ardından travma silme merkezlerinin çağrılarına gelecek olursak bu kuşkusuz ‘insancıl’ bir yardım etme isteği ama aynı zamanda hakim politik sistemin ekmeğine yağ sürmek gibi bir şey. Burjuva psikanalizinin iddiasını tam anlamıyla beceremediği anlarda, yani bozulmuş bir odipal yapıyı tamir edememe noktasında giriyor devreye Nörobilim ve travma silme merkezleri: kritik olabilecek şey klinik vaka olarak ele alınarak unutturma, silme çabasına dönüştürülüyor.

 

"BENİM TERCİHİM GASPAR NOE’DEN YANA"

-Biraz da seks konuşalım. Bu incecik kitapta bir başka ilham verici bölüm de bir köpeğin araştırmaları başlığını taşıyor. Cinsel heyecanın kendimizi bozma etkisinden bahsediyorsunuz. Laplanche’ın Freudian Boy’unu örnek veriyorsunuz. Fallus merkezli kurulmuş egonun vazgeçiş yenilgisi olma ihtimali seksin… Bu anlamda mazoşist, kişinin kendinden olmayan bir kendinden vazgeçmesi kendini kaybetmesi yok etmesi ve bunun hazzı diyorsunuz. Nevfomanyak filmini izlemiş miydiniz?

Z.A.: Lars von Trier’in sadece Europa’sını beğenirim ve bilhassa Anti-Christ’tan sonra tamamıyla izlemekten vazgeçtim. Söylemlerinde ırkçılık, hayvan haklarına saygısızlık, kadın-düşmanlığı olan kişilerin bana anlatabilecekleri hiçbir şey yok. İfade makinelerimiz connect edemiyor, birbiriyle temasa geçemiyor. Benim tercihim Gaspar Noe’den yana … Son filmini henüz görmedim ama örneğin Irreversible ya da Into the Void’daki form kaygısı ve formu zedelemenin kritik bir dönüşsüzlükle boşlukta sonuçlanması, form karşısında verebileceğimiz en iyi cevap. Burada, kuşkusuz işin içine vahşet giriyor ama bir süs gibi değil. Ego’yu ego yapan şeyi, dahası ego’nun kuruluşuna daha orijininde dahil edilmiş vahşeti sadece gösterebilmek değil onu bir affect olarak algılattırabilmek Noe’ye mahsus.

 

-Seksin taşıdığı imkanların 21. yüzyılda tam olarak nerede ve nasıl bastırılmaya çalışıldığını düsünüyorsunuz? Ruwen Ogien sanatatakta yer verdiğimiz söyleşisinde yeni aşk biçimleri olarak cinsel piyasa, müzakere edilen cinsellik kavramlarına değiniyordu. Bütün bu çokluğun aşkın tanımlarını çoğalttığını ifade ediyordu internet çağında.

Z.A.: Seksin imkanlarının temsile maruz kaldıkça, figüratifleştikçe elden kaçtığını düşünüyorum. Örneğin, cinsel devrimin en şanlı dönemi 70’lerde – ki sanırım bir daha böyle bir dönem olmayacak – buradaki film piyasasının bile belli ölçülerde seks furyasına girmiş olduğunu hayretle hatırlıyor insan. O dönemlerde farklı olan şey şuydu: temsil edilen cinselliklerden doğan hazzın ulaştığı nokta sadece seks filmi gösteren sinemalarda her an bir aktiviteye dönüşmeye hazırdı. Kitapta eşcinsel-yayılma, bekar-makineleri diye sözünü ettiğim şeylerin izlerine buralarda karşılaşmak mümkündü. Sinemalarda ilk defa figürselleştiğini gördüğümüz sahneler henüz hegemonik makine tarafından zaptedilmemişti. 80’lerde bile Müjde Ar üstündeki giysilerle bile izleyiciye cinselliğini temas ettirebiliyordu. Oysa şimdi TV dizilerinde sadece para, evlilik, aile, çocuk düşünen birey-kal kızcıklar var. Diyeceğim şu ki, zaman içinde teknolojiler gelişti, hepimiz kameralar sayesinde içimizdeki porno yıldızını keşfettik ama bu arada çok daha güçlü kontrol mekanizmalarına teslim olarak artık seksi bir yalnızlık içinde ancak temsiliyetiyle yaşayabilir hale geldik. Biopolitika diye adlandırılan alan bu kontrol mekanizmalarını bir bir açık ediyor fakat kapitalizmin yaşamsızlığı arzu-üretim makinelerini ele geçirmeye devam ediyor.


"MEDYA İNSANI APTAL OLMAYA MAHKUM EDER"

-Yeni teknolojiler peki? Bizi Michel Serres’in iddia ettiği gibi zeki olmaya mahkum ettiğini düşünüyor musunuz?

Z.A.: Michel Serres çok takdir ettiğim bir düşünür olmadı hiçbir zaman. Kendisinin Agamben gibi, Zizek gibi, Badiou gibi Hegel çizgisinden asla kurtulamayacak bir düşünür olduğuna inancım büyük. Yeni teknolojileri yadsımak, eleştirel bir süzgeçten geçirmeden çöpe atmak gibi bir alışkanlığım olmadı hiç. Birkaç yıl üstüste Ölü Medya adıyla bilinen çalışma alanı üstüne dersler verdim, bunun başlangıçta Kittler tarafından ortaya atıldığı biçimde bir medya arkeolojisi olabileceğini düşleyerek. Ancak sonunda farkettim ki, Ölü Medya artık yavaştan bir zeka gösterme alanına dönüşüyor, yani en olmadık bağlantıları kurma, kapitalizmin kullanım alanı dışarı bıraktığı medya araçlarını ontolojilerine dokunmadan, ontolojilerini sarsmadan tekrar kullanım alanına sokma çabasına dönüşmekte, o zaman adieu dedim. Bence zeki olmakta hiçbir zarar yok, radikal ayrım zekayı bir medya aracı olarak kullanıp kullanmamakta yatıyor. Burada, anlamışsınızdır: medya benim için her zaman pejoratif bir terim, bir alan olmuştur. Medya zeki olmanın tam tersine insanı aptal olmaya, klişe üretmeye mahkum eder. Yeni teknolojileri kullanabilir olmak, yeni diye nitelenen her şeyi – bu bir deterjan reklamı olabileceği gibi yeni bir bilgisayar teknolojisi de olabilir – yeninin yenisizliği çerçevesinde tekrar edilebilir olmaya alışmak demektir. Gerçekten ‘yeni’ olan birşeyi tanıyabilecek güce sahip olduğumuzu düşünüyorum, aptallığımız aşabilirsek.

 

"BENCE DERHAL ZİZEK OKUMAKTAN VAZGEÇİLMELİ"

-Sizin Badiou’yla ne alıp veremediğiniz var sahi? Size sık sık ona kızarken öfkelenirken rastlıyoruz…

Z.A.: Bu soru çok uzun bir cevabı hak ediyor fakat burada derinliğine açabileceğimi düşünmüyorum. En temelinde bir ontoloji sorunu var. Yani Deleuze’de olmayan bir sorunu ya da bilerek isteyerek ihmal edilmiş bir durumu sanki Deleuze bunu becerememiş gibi Deleuze felsefesinin içine zorla inşa etmek gibi … Bütün felsefesini ‘oluş’u tercih ederek kurmuş bir kişinin felsefesine matematiksel bir ontolojiyi zikredemezsiniz. Ya da yapıyorsanız, bunu 80’lerden günümüze uzanan neo-liberal siyasetlere katkıda bulunmak için yapmış olmadığınızı kimse yutmaz, ya da ben yutmam. Burada hemen, dahi arkadaşım Arkady Plotnitsky’yi alıntılamak istiyorum. Matematik bile kendisini ontolojik olarak kuramazken, Deleuze’de matematiksel bir ontolojiden nasıl bahsedilebilir?

 

-Demin sordum ya yeni teknolojiler ekranlarına eğilmiş başsızlar ordusu yoksa daha çok Zizek mi demek acaba? Şöyle yazdınız ya geçenlerde: ‘Keşke Zizek’i danışman yapsalar kendilerine. Hiçbir şey anlamazlar ama Hegel’se Hegel, bütün kompleks felsefi argümanları radikallikten arındırmaysa arındırma, herşeyi ortodoks Marxist çizgide ilerleyip kapitalle yorumlayarak, medyacı küresel sığlıkta, biz biliyorduk zaten edasıyla, aynı’lığa indirgeme ve hep tahmin edilebilir kılma ve bütün bunlar da işe yaramazsa kurtarıcı olarak karşımıza Thanatos’u yığma. Zangoç felsefesi ya da felsefenin zangoçu.’ Şu zangoç felsefesini biraz konuşalım lütfen… Bundan uzak durmanın 5 yolunu söyler misiniz örneğin?

Z.A.: Bunun beş yolu filan yok. Bence Zizek okumaktan derhal vazgeçilmeli. Örneğin daha geçen gün Kürtlerin dünyanın en kahraman, en devrimci halkı olduğunu söyledi. Hayatımda 19. yüzyıl ırkçı antropoloji çalışmalarından beri bu kadar saçma bir şey duymadım. Kesinlikle yanlış anlaşılmasın: Kürtlerin kahraman ya da devrimci olamayacağını düşündüğüm için değil … Rousseau’dan bugüne uzanan, Batı’nın her zaman çok rağbet ettiği, mutlak öteki olarak adlandırılabilecek bir ‘soylu vahşi’ (noble savage) kavramı vardır. Batı antropoloji adı verilen çalışma alanını kendi özne durumunu ötekine göre inşa ederek kurmuştur: yani vahşide olan bende yoktur ama bu olmayan şeyin teorizasyonu nedense beni ondan hep üstün kılmaktadır ve son sözü söylemek hep bana aittir. Bence herkesin anlaması gerekir ki Zizek’in bu son söylediği şey son derece ağır bir küstahlık, kendini bilmezlik taşımaktadır. Filozof olduğunu sanan Batılı bir özne, hayatında karşılaşmadığı bir halk hakkında konuşabilme özgürlüğüne sahip olmayı kendisinin ayrıcalığı, kendi hakkı olduğunu düşünmektedir. Bugün hangimiz kalkıp, Slovenya dünyanın en kahraman, en devrimci halkıdır gibi bir saçmalık yumurtlayabiliyoruz? Zangoçluğun kuşkusuz aşkınsal olanla, Hegel ile yakından ilişkisi var. Zizek maalesef bugün bir sürü kişiyi yazdığı şeylerin felsefe olduğuna ikna etmiş, düşüncenin önünü sürekli tıkayan, tıkadığı sürece de kapitalin spektaküler anlamda sürekli kendisini tekrar tekrar üretmesine katkıda bulunan bir kişidir. Neyse ki dünya Derrida ya da Deleuze gibi filozoflarla tanıştı ve hala tanışabilir eğer bir gün Zizek gibi şarlatanları okumaktan vazgeçerse.

 

-Bir sergiyle siyasal olanı deneyimlemek mümkün mü sahi? Serginizin öyle olduğunu duyurdunuz. Bir sergi, bir film, bir konser aracılığıyla siyasal olana gidebilmek?

Z.A.: Bunu ben duyurmadım sadece sergi üstüne verdiğim bir röportajdan cımbızla çekilmiş bir cümle bu. Elbette böyle bir davet var çünkü bugüne kadar ürettiğim gerek müzik, gerek felsefe ya da edebiyat, gerekse görsel işlerin böyle bir misyonu var ama bu misyon orada öyle tek başına kendisini doğrudan izleyiciye sunacak şekilde beklemiyor. Öncelikle yalnız deneysellik (‘experimental’) değil ama deneye, deneylemeye (‘experimenting’) açık olmanız gerekiyor, form ile bir alıp veremediğiniz olması gerekiyor. Siyasal olanın siyasetten farkı burada yatıyor … yani ancak mikro seviyede ulaşabilirsiniz siyaset ile siyasal arasındaki ayrıma. İlki molar bir yapıysa ikincisi birey-kaç bir moleküler yapı/sızdır. Siyasal, Deleuze ve Guattari’nin o ünlü örneğinde olduğu gibi, orkide ve arı arasında olan şeydir; form kaygısı olmadan karşılıklı oluşa girebilmek, açılabilmek, sonsuzca bölünebilmektir.

 

– Bu son: Hani konuşmuştuk. Din ve kültür rekabeti üzerine. Bu Venedik’teki cami seklindeki İzlanda pavyonu krizi olsun Vatikan’ın Venedik Bienali’ne pavyonuyla katılması olsun… Geçtiğimiz günlerde IŞİD karşıtı iş yapan Mumsy’nin işinin Londra’da sansüre uğraması olsun… İşin içine ‘din’ girince Moderniteye kriz yaşatıyor. Hatta ‘kültür’ü sıkıntıya sokuyor. Siz nasıl yorumluyorsunuz bu tür olayları?

Z.A.: Bu soruyu cevaplamaktan tekrar kaçınıyorum çünkü benim hayatımda, düşüncemde din denen şeyin hiçbir yeri olamaz ve bu konuya kafa yorarak vakit kaybetmek istemiyorum.

Daha fazla yazı yok
2024-04-24 15:42:08