A password will be e-mailed to you.

Paul Auster, uzun süren sessizliğini, içerik olarak otobiyografik ögeler barındırdığı düşünülen yeni romanı Baumgartner ile bozuyor. Can Yayınları’ndan Aralık 2023’te çıkan kitap, Seçkin Selvi tarafından Türkçeye kazandırıldı. Auster bu romanında sevdiklerimizin kaybı, yas, yaşlanma ve yaşama tutunma mücadelesi gibi derin temaları işliyor.

Roman, 70’li yaşlarındaki felsefe profesörü Baumgartner’ın sıradan bir günüyle başlıyor. Çalışma odasında felsefeci Kierkegaard üzerinde çalışırken başına pek çok küçük aksilik geliyor. Altı açık ocakta unuttuğu tencereyi alırken elini yakması, temizlikçi kadının kocasının iş kazasında iki parmağının koptuğunu öğrenmesi, elektrik şirketinin sayaç okuma görevlisiyle bodruma inerken merdivenlerden yuvarlanmasıyla dizini incitmesi gibi yaşadığı bu aksilikler onu geçmişin anılarına sürüklüyor. Bu anılar arasında, hayatının aşkı Anna ile olan tanışmaları ve trajik şekilde sona eren 36 yıllık evlilikleri yer alıyor.

Kayıp ve Yas: Anna’nın Hikâyesi

40 yıl önce tencereyi almak için girdiği dükkânda hayatının aşkı Anna’yı da ilk kez görmüştür. Sonrasında tanışıp başladığı ve 36 yıllık mutlu bir evlilikle sürdürdüğü ilişkisi Anna’nın yüzerken sert bir dalganın sırtına vurup omurgasını kırması sonucu trajik ölümüyle sona ermiştir. Bu yüzden Baumgartner aslında ilk önce bir yas romanı. Auster’ın Anna gibi yazar, şair, eleştirmen ve çevirmen olan 42 yıllık eşi hayatta olsa da yakın zamanda yaşadıkları büyük kayıplar, yazarın kendi yas sürecinin kitaba yansımış olabileceğini akıllara getiriyor. Yaşı ve ölüm şekli ne olursa olsun sevdiğimiz birini kaybettiğimizde içimizde oluşan “acaba buna engel olabilir miydim?” ya da “yapabileceğim başka bir şey var mıydı?” sorularına Auster’ın satırlarında bir yanıt, hatta bir teselli bulmak mümkün:

“Evet, şayet Anna yeniden girmese şimdi sağ olurdu ama o denize girmek isterken onu durdurmaya kalksaydım bizim ilişkimiz otuz yılı aşkın bir süre yürümezdi. Yaşam tehlikelidir Marion, her an herhangi birimizin başına herhangi bir şey gelebilir. Bunu sen de biliyorsun, ben de biliyorum, herkes de biliyor – eğer bilmiyorlarsa umursamıyorlar demektir ve eğer umursamıyorsan gerçekten yaşamıyorsun demektir.”

Paul Auster

Anna’nın yaklaşık 10 yıl önceki ölümünden sonra Baumgartner, acısıyla başa çıkabilmek için hem geçmişe tutunuyor hem de onu anımsatacak her şeyi hayatından çıkarıyor. Ancak bu çabalar, onun acısını hafifletmek yerine daha da içine kapanmasına sebep oluyor. İşte sinirle tekmelediği yerdeki yanmış tencereye bakarken ve temizlikçi kadının eşinin kopan iki parmağını düşünürken aslında neredeyse 10 yıldır acı çekmekten korkarak yaşamanın, yaşamayı reddetmek olduğunun ayırdına varır. Anna onun için sadece hayatının aşkı, sevgili eşi değil, varlığından bir unsurdur ve kaybıyla onun benlik duygusunda bir uçurum açmıştır. Tıpkı kayıp bir uzvun hala varmış gibi ağrı, karıncalanma, yanma gibi çeşitli hislerle hissedildiği hayalet uzuv sendromunda olduğu gibi. Baumgatner kendi deyimiyle “hayalet kişi sendromununun”, bir insanı yitirmenin acısına uygun bir metafor olduğunu düşünerek bu konuda bir deneme yazmaya başlar:

“Ölen çocuklarının yasını tutan annelerle babaları, ölen anneleriyle babalarının yasını tutan çocukları, ölen kocalarının yasını tutan kadınları, ölen karılarının yasını tutan erkekleri ve onları çektiği acının uzuvlarını kaybedenlerin duygularıyla ne kadar yakın olduğunu düşünüyor; çünkü yok olan kol ya da bacak önceden canlı bir gövdeye bağlıdır, yok olan bir insan da önceden başka bir canlı kişiye bağlıdır ve eğer siz geride kalan o canlı kişi iseniz, o kopan parçanızın, o hayalet parçanızın size hala derin acı vermeyi sürdürdüğünü hissedersiniz. Belirli birtakım çözümler acıyı biraz hafifletebilir, ama o acıyı kesinlikle yok edecek hiçbir çare yoktur.”

Geçmişle Yüzleşme: Anıların Gücü

Kitabın büyük bir bölümü geçmişe dönüşlerle dolu. Auster, Baumgartner’ın anılarını canlandırarak, kendi iç dünyasını ve geçmişini keşfetme sürecini gözler önüne seriyor. Romanın bu kısımları Auster’ın hayal ile gerçek arasındaki sınırı ustaca flulaştırdığı bir anlatıya sahip. Baumgartner yazarın “en gerçekçi” kurmacası gibi gözükse de bizi alametifarikasından mahrum bırakmıyor. Aksiliklerle geçen günden iki ay sonra bir gün Anna’nın çalışma odasındaki hattı kesik olduğu için çalması olanaksız olan telefon çalmaya başlıyor. Tıpkı bir diğer romanı New York Üçlemesi’nin bir telefonun çalmasıyla başlaması gibi. Telefonun karşı tarafında -beklendiği gibi- ölen karısı Anna vardır. Ona bir mucize şeklinde öbür dünyadan seslenen karısı ölen kişinin kalan tarafından sevildiği sürece “onu var olmakla yok olmak arasında geçici bir boşlukta” (araf?) tutabildiğini ve bu durumun kalan kişi ölene kadar sürdüğünü söyler. Aslında kesik telefonun diğer tarafından bu sözler muhtemelen kahramanımızın zihninin bulanıklaştığı bir anı anlatıyor. Mucizevi gelse de pek çoğumuz ölen sevdiklerimizin varlığının – fiziksel olarak olmasa bile- manevi olarak devam ettiğine, biz yaşadıkça onun da yaşayacağına inanırız. Bu kabulün insanların acısını hafifleteceği ve bir teselli olacağı düşünülür.

Kendi düşüncelerinin Anna’yı bir çeşit bedensiz, göksel ölüm sonrası yaşamda tuttuğuna inanmak, kendisi yer yüzünde sağ olduğu sürece Anna’nın o Büyük Boşluk’taki atomaltı yerinden onunla iletişim kurmasını sağladığını kabullenmek saçmalık olur; ama o saçmalıkları yaratan kendisi olduğu için onları yok sayması ya da bir ölçüde ruhsal huzur verdiğini yadsıması olanaksız; çünkü Anna boğulduğu günden itibaren Baumgartner onuna ilişkisini, bağını hiç kesmedi ve şimdi de Anna’yı, kocasının onu düşündüğünü bildiği, onu düşündüğünü hissettiği, onun kendisini düşündüğünü de düşünebildiği alternatif bir aleme yerleştirmişse, bunda gerçek payı olmadığını kim iddia edebilir? Belki bilimsel bir gerçek değil, belki kanıtlanabilir bir gerçek değil, ama duygusal bir gerçek, uzun vadede geçerli olan da bu zaten – önemli olan adamımızın duyguları ve bu duygulara ilişkin algıları.

Bellek ve Unutuş: Hatırlamanın Önemi

Ölen karısıyla yaptığı görüşmeden etkilenen Baumgartner da hayata yeniden tutunmaya ve Princeton’daki bir meslektaşıyla duygusal bir ilişkiye şans vermeye karar verir. (Bu bölümü biraz klişe bulduğumuzu itiraf edelim.)  Ancak bu ilişki de tarafların farklı beklentileri nedeniyle uzun ömürlü olmaz. Baumgartner, Anna’nın yokluğuyla tanımlanan bir hayatı sürdürürken, okuyucu da bu ilişkinin farklı dönemlerine tanık olur. Anna’yla geçirdiği uzun yıllar ve Anna’nın ardında bıraktığı şiirler, öyküler, mektuplar, Baumgartner’ın kaybettiği karısını belleğinde canlı tutmasını sağlar. Auster, bu süreçte belleğin gücünü ve hatırlamanın önemini vurguluyor:

“Bellek, hattı kapalı telefonda konuşan karısının sesini dinleyebilme ayrıcalığını bahşedecek kadar güçlü.”

Kitaptaki en etkileyici bölümlerde Auster bizi hatırlamak ve unutmak üzerine düşündürmeye devam ediyor. Neden bazı şeyleri unuturken bazılarının hafımızda yer ettiğine de kafa yoruyor:

“Örneğin lise mezuniyet törenini hiç anımsamıyor, ilk bisikletinin rengi aklından çıkmış, New School’daki ilk yılında haftada üç kez verdiği Sokrates Öncesi Filozoflar dersine giren öğrenciler belleğinden silinip gitmiş, ne bir ad geliyor aklına ne de bir surat, ama yarım yüzyıl önce trende gördüğü ve o zamandan beri yüzlerce kez düşündüğü kızı hatırlıyor.”

Hepimizin aklımıza gelen bu soruya da kendi yanıtını veriyor:

“Trende karşılaştığı çocuklarla ilgili anıları aklına gelip küçük kızla annesini ve küçük oğlanla babasını düşünmeye başlayınca aynı zamanda kendisini ve kendi annesiyle babasını da düşünüyor, çünkü o çocukları kendi çocukluğunun yerine koyduğu için onlarla ilgili anılarının bunlarca yıldır aklını kurcaladığını şimdi anlıyor.”

Geçmişin Derinliklerine Yolculuk: Baumgartner’ın Aile Hikayesi

Gerçekten de kitaptaki geri dönüşlerin önemli bir kısmı Baumgartner’ın aile geçmişine ait. Bu bölümlerde hatırlamayı tercih ettiği anıları üzerinden aile geçmişini; anne ve babasının tanışmasını, evliliklerini, kişiliklerini öğreniyoruz. Özellikle bu bölümler kitabın yaşlanmaya dair de olduğunu akıllara getiriyor. Tıpkı Auster gibi yetmişli yaşlarda olan Baumgartner geçmişin muhasebesini yaparken kendi çocukluğunun yanı sıra anne ve babasının geçmişlerini de bu muhasebeye dahil ediyor. Burada karşımıza çıkan Auster soyadı kitabın taşıdığı otobiyografik ögelerin bir parçası mı sorusunu akıllara getirdiğinden Paul Auster’ın daha önce de kendisiyle aynı soyadı taşıyan karakterlere yer verdiği hatırlatmakta fayda var.

Paul Auster’ın düzyazısı, Baumgartner’ın iç kargaşasını ustalıkla yansıtıyor. Onun cümleleri, bazen uzun ve lirik, bazen de kısa ve vurgulu olabiliyor. Bu anlatım tarzı, Baumgartner’ın sürekli değişen anıları ve düşüncelerini etkileyici bir biçimde aktarıyor. Auster, kurgusal zenginliğiyle tanınan bir yazar. Bu romanında da metinler arasında gezinti yapmamızı sağlıyor; Anna’nın yazdığı şiirler, ilk büyük aşkını anlatan denemeler ve Baumgartner’ın Polonya’ya yaptığı duygusal ziyaret gibi çeşitli hikâyelere bizi davet ediyor. Özellikle “Stanislav’ın Kurtları” adlı öyküsüyle, Auster hikâye anlatıcılığının sınırlarını zorluyor ve okuyucuyu derin bir edebi yolculuğa çıkarıyor:

Bir olayın gerçek olarak kabul edilmesi için gerçek olması mı gerekir; yoksa varsayılan olayın gerçekliğine duyulan inanç mı onu gerçek yapar? Ve olayın gerçekten olup olmadığını araştırmak için gösterdiğiniz çabalara karşın, bir belirsizlik çıkmazına girer de, Batı Ukrayna’da, İvano-Frankivsk kendindeki bir kafenin terasında anlatılan bir hikâyenin az bilinen ama kanıtlanabilir bir tarihsel olaya mı dayandığından, yoksa bir efsane ya da palavra veya babadan oğula aktarılan asılsız bir söylenti mi olduğundan kuşkuya düşerseniz ne olur? Daha da önemlisi, anlatılanlar küçük dilinizi yutturacak kadar şaşırtıcı ve çarpıcıysa ve dünya görüşünüzü değiştirdiğini, geliştirdiğini, derinleştirdiğini hissediyorsanız, hikâyenin gerçek olup olmamasının ne önemi olur?

Auster gibi kurmaca yazmasa da Baumgartner da kitaplar yazıyor. Baumgartner üzerinden bir kitap yazmanın, onu tamamlamanın ve hatta sonrasının sancılı süreçlerine de tanıklık ederken kendimizi, bunların ne kadarının Auster’ın kendi yazma deneyiminin yansımaları olduğunu merak ederken buluyoruz. Aynı zamanda yazmaya dair bir ders niteliğindeki şu satırlar bunun bir örneği:

“Şimdilik her şey durdu. Baumgartner Çark’ın Gizemleri’nin son bölümünün son paragrafını yazdı; artık gelecek ay ya da daha uzun bir süre kitabı bitirdiğini, hatta böyle bir kitap yazmaya giriştiğini bile unutması gerekiyor. […] Bu, kitabın tamamlanması için gerekli bir son adım; çünkü yazılma süreci olan birkaç yıl ya da daha uzun yıllar her gün, her gece kitapla iç içe yaşayınca, son noktayı koyma süresi geldiğinde artık yaptığınız işi değerlendirme, karar verme durumunda olamazsınız. Dahası, bu süreçte çok yakından aşina olduğunuz sözcükler kâğıt üzerinde hayatiyetini yitirir, onlardan tiksinir ve bir öfke ya da umutsuzluk nöbeti içinde yazdıklarınızı yırtıp atma noktasına gelebilirsiniz. Akıl sağlığınızı korumak ve berbat metnin içinden ne kadarını kurtarabilirse kurtarmak için kendiniz geri çekmek, o lanet metni yeniden ele aldığınızda ilk kez görüyormuşçasına yabancılaştırıncaya kadar bir kenara bırakmak gerekir.”

Kitabın sonuna doğru, Baumgartner’ın hayatına giren yeni bir karakter, hikâyenin devam edeceğine işaret ediyor. Bu, Auster’ın romanının sadece geçmişe değil, aynı zamanda geleceğe de uzanan bir köprü olduğunu gösteriyor. Beatrix (dostları ona Bebe der) Coen adında bir doktora öğrencisi, Anna’nın yazdıkları üzerine doktora tezi yazmak için Baumgartner’dan izin istiyor. Baumgartner, dış görünüşü ile olmasa da eğlenceli yapısı ve pozitif enerjisiyle Anna’yı anımsatan Beatrix’i daha yüz yüze tanışmadan çok sever ve onu Anna ile sahip olamadıkları kızları yerine koyar. Beatrix, Anna’nın belgeleriyle ilgili araştırması için bir üs olarak hizmet edecek olan garajının üstündeki bir daireye taşınma davetini kabul ettiğinde, 71 yaşındaki filozof kitapta onu beklemesini “yaz tatilini bekleyen öğrenci gibi sabırsızlıktan yerinde duramıyor,” sözleriyle anlatıyor.

Baumgartner: Auster’ın Kederli Yansıması

Baumgartner, Paul Auster’ın yaşamın son demlerindeki anlamlılığı ve kayıpların ağırlığını ustalıkla işlediği bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Kitap, kederin ve anıların gölgesinde, ölümün kıyısında dolaşan bir kahramanın, yaşamın kırılgan ama değerli yapısını keşfedişini anlatıyor. Auster’ın bu eseri, belki de yazarın kendi iç dünyasının yansımalarını taşıyor; son dönemde yaşadığı kayıpların ve mücadelelerin bir özeti niteliğinde. Bu roman, sadece Auster’ın kaleminin gücünü değil, aynı zamanda hayatın karmaşık dokusunu da sergiliyor.

Romanın açık uçlu bitişi, Baumgartner’ın hikâyesinin henüz tamamlanmadığının bir işareti gibi. Auster, bu eserin son romanı olabileceğini ima etse de karakterinin yaşamı gibi, romanın sonu da belirsizliklerle dolu. Auster’ın yarattığı Baumgartner karakteri, ne fantastik serüvenler yaşıyor ne de olağanüstü bir hayat sürüyor; o sadece ölümlülüğün kıyısında, gerçek bir insan gibi var olmaya çalışıyor. Belki de en önemlisi, roman Auster’ın kendi yaşamındaki deneyimlerle örtüşüyor olabilir. Böylece Baumgartner, biz okurlar için, hayatın en zor anlarında bile umudun ve insanlığın ışığını arayan bir kılavuz haline geliyor. Bu, özellikle de ölümün kıyısında, sular altında kalmış bir gemide bile, bir insan elinin bize uzanabileceğini, hayatta kalabileceğimizi hatırlatıyor.

Roman İçin Ne Dediler?

Fiona Maazel-New York Times-6 Kasım 2023

“Sızlanmaları şimdiden duyabiliyorum: Bu romanda hiçbir şey olmuyor. Çok yavaş, sıkıcı, yüksek konseptli ya da yüksek olaylı değil … O zaman “Baumgartner” nasıl bir roman? Çok hoş. Tatlı. Garip. Ama Auster hayranları için o kadar da tuhaf olmayabilir, zira onlar Baumgartner’ın eserleri arasında (20 roman yazmıştır) hemen yerini tespit etmek isteyecek, ana motifleri ve imza niteliğindeki hareketleri arayacaklardır. Bolca var… İlk sayfalarda karısı hakkında muhteşem pasajlar var… Roman aciliyetinin bir kısmını kaybetmeye başlıyor. Son bölümü belirsiz olsa da Sy için bölümler arasında bir durgunluk diyelim. Roman bize nereye gittiğini söylemiyor, bunun yerine kararsızlık ve belirsizlikle yetiniyor.”

Anthony Cummins-The Guardian-30 Ekim 2023

 “Baumgartner’ı sevmek istedim… ve yaklaşık 40 muhteşem sayfa boyunca sevdim de… Eğlenceli ve hızlı ilerleyen müthiş bir açılış. Yine de en ilgi çekici anlarda bile bir kırmızı bayrak var: Auster’ın gerçek sözcükleri ve bunların maddeleştirdiği olaylar, biriktirdikleri gerçeklerden daha az önemli … Tuhaf… Auster’ın turbo şarjlı başlangıcı bizi nihayetinde varış noktası olmayan bir yolculuğa çıkarıyor.”

Rebecca Watson-Financial Times-26 Ekim 2023

“Samimi… Yine de daha fazlasını istedim – Baumgartner’ın çözülmesini, ipliğin kopmasını istedim … Gerçekliğin ipuçları, romanın birini sevmenin ne olduğu ve bir taraf artık orada olmadığında bir ortaklığın neye benzeyebileceği üzerine düşünmesini yoğunlaştırıyor. Auster her zaman hafıza, şans ve yankı ile büyülenmiştir. Burada, bu saplantının yükü elektriklendiriyor.”

Malcolm Forbes-Los Angeles Times- 1 Kasım 2023

“Daha geleneksel bir şekilde tek bir yaşam yörüngesinin izini süren, daha küçültülmüş, daha sade bir ilişki. Ve bunun için çok daha iyi … Çeşitli tonlar arasında geçişler var. Auster, postmodern pirotekniklerinden vazgeçerek, unutulmaz bir hayat – ve anıların hayatı – hakkında daha ayakları yere basan ve dolayısıyla daha inandırıcı bir eser ortaya çıkarmış. Eski Auster olmayabilir ama kariyerinin son dönemindeki bir zafer olarak nitelendirilebilecek kadar dokunaklı ve ilgi çekici.”

Aslı Güneş-Gazete Duvar- 4 Ocak 2024

“Paul Auster’ın “belki de son romanım” dediği ‘Baumgartner’, bir destanın kahramanı olamayacak kadar ışıltısız bir kahramanın romanı. Ama belki de bu son romanın derdi ışıltılı bir kahramanı değil, hayatın durma noktasına gittiği o ana doğru küçük şeylerin tanrısıyla oyalanmaya çalışan bir insanı anlatmaktır.”

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 08:30:00