Venedik-Bir bienalden tam olarak ne beklediğimizi kusursuz tarif ettiği için 57. Venedik Bienali’ne kocaman bir aferin. Lakin ne beklemediğimizi başarıyla sıraladığı için İtalyan küratörler onu beğenmemekte haklı. Skolastik bulmakta. Didaktik olmakla suçlamakla. Neredeyse pedagojik yaklaştığına değinmekte…
Hatta Fransız Le Monde ilk günden ilan etti onu çılgın bulmayışını.
Arsenale kapalı açık mekanlarında ve Giardini’de gerçekleşen ana sergi bize gezmesi son derece kolay, tecrübesi gayet makul bir bienal sunuyor.
Bu hususi servis, Venedik Bienali dedin mi en az üç yüz iş, yedi saatlik video filmler, dev ekranlarda görkemli görsellikler, küçük ekranlarda dünyanın dört bir kıtasında yaşanmakta olan nice ihtilaf, şiddet, ayrımcılık ve gaddarlığa ilişkin spesifik onca lokal detayla, bazen rakamlarla bezeli, mutlaka vakit ayırmanız gereken nice filmler, antropolojik kanıtlar, dokümanlar farklı yan yana gelmişlikler, bir teorinin kırır dökük dev bazen ezici izleyiciden bir insan değil sergi gezen yutan sindiren bir makine olmasını bekleyen sergileri aratıyor işte.
50.Venedik Bienali’ni unutamam. 10 küratör ve onlara ait 10 ayrı sergi vardı.
56.yı hiç söylemeyin. Bodyguardlarla gezen yıldız küratör Okwui Enwezor’un Afrika kıtasından Galler’e neredeyse dokunmadığı, değmediği irili ufaklı sanatçı, bölge, ihtilaf kalmamıştı.


İşte bu kez öyle değil.
Roma’da artık meydanlarda akşamları ışıklar yanmıyorsa bu ekonomik krizin 57.ci bienale yansımaması kaçınılmaz olmuş.
Ana sergide, hemen hemen hiç bienalin bütçesiyle özel olarak üretilmiş taze iş yok.
Mesela sadece bu bile bienalden başlı başına bir beklenti.
Ama aynı zamanda izleyici için bu bir fırsat olabilir.
Hem proseccosunu yudumlayacak hem öğlen yemeğini almak için bekleyeceği kuyrukta harcadığı vakitler için daha az suçluluk duyacak.
Üstelik dolaşacağı serginin kuralları, pardon temaları var.
Yani pavyonları, Şaman Pavyonu’nda şamanizmle, transdantal deneyimle ile ilgili işler, renk pavyonunda renklerle ilgili işler onu bekliyor.
Pavyonlar şöyle devam ediyor: Müşterekler Pavyonu, Diyonizyen Pavyonu, Renk Pavyonu, Gelenekler Pavyonu, Dünya Pavyonu, Zaman ve Sonsuzluk Pavyonu ve evet evet Haz ve Korkular Pavyonu…
Bu başlıkların hepsine aslında sığması gereken bir tecrübe değil mi sanat tecrübesi peki? Açılması gereken bir tartışma.
Dolayısıyla bölümler, işlerin içeriğini tek bir başlığa, bölümün ismine indirgiyor ister istemez…
Bu, deneyimli bir göz, bienal takipçisi, sanat dünyası profesyoneli için rahatsızlık verici bir öğrenci yerine konma. Ama sıradan hatta yeni bir çağdaş sanat meraklısı için burada hazır sizin için düşünülmüş bir kavram ve ona uygun işler var, nazik misafirlik doğrusu.
Venedik Bienali’nin geldiği eskiden beylik İngilizce romanları birer yabancı olarak okuyabilmemiz için ablidged edimiş versiyonlarını alırdık. Sizin için basitleştirilmiş, zor kelimelerden arındırılmış bir büyük sergi deneyimi.
Açıkcası Sanatatak Eğitim’i kurmuş sürekli yetişkinlere çağdaş sanat dersi veren biri olarak onlar adına sevinmediğimi söyleyemem.
Ama hayır bu basitleştirilmiş deneyim deyip geçemeyiz.
Bahsetmemiz, sorunlu sorunsuz ilham vermeye buna rağmen devam edebilenleri sıralamamız gerekiyor.
Öncelikle, sanat dünyasının adeta büyük sergilerde birbiriyle yarıştığı husus, tarihten yapılacak comeback müzik alanındaki deyişiyle söylersek revival benim dilimle “geç de olsa hakkını teslim etmek” bu serginin en güçlü taraflarından biri.
Küratör bu yarışta bir Parisyen olarak “ben de varım” diyor.
Geç de olsa hakkı teslim edilenlerin başında elbette 1919 doğumlu İtalyan Maria Lai geliyor. Sardunya adalı sanatçının dikişle tutturduğu resimleri serginin en büyük zaafını burada ortaya koyacak.
Documenta’nın da bu yıl cömertçe ağırladığı hakkını teslim ettiği sanatçılardan Maria Lai.
Sadece dikişle uğraşmıyor. Çizimler, performans fotoğrafları, şiirlerden oluşan yoğun bir üretim onunki. Ne yazık ki Venedik bienali sergisi onu da sergide ağırladığı pek çok isim gibi özellikle tekstille uğraşan bir zanaatkara hapsediyor.
Oysa onun Sardunya adasında geçen çocukluğunun getirdiği kadınsı, irrasyonal, deruni üretimi bir şairin onun için dediği gibi “asemantik şiirleri”ne dair yüzeysel bir algıya sürükleniyoruz.
Bu arada Charles Atlas’ın Yeryüzü Pavyonu‘nda yer alan, sergiye özel üretmediği, 2015 tarihli eski işi benim kitabımda- Ben Ayşegül Sönmez Çağın İçinde– yer alan söyleşisinde bana işini anlattığı gibi sanatçının aracının zaman olduğunu bir kez daha ispatliyor. Özellikle 2013 tarihli 44 farklı zamanda çektiği Güneş Batışları’nda – Kiss The Day Goodbye-.
Yeryüzü Pavyonu’nda, başlıkla böylesine direkt ilişki kuran başka işler de var. Lakin burada hakkı teslim edilen bir arşiv hazinesi var ki… Yine Arsenale’nin ilgi hak etmesi gerekenlerinin başında geliyor.
Arjantlinli sanatçı 1937 doğumlu Nicolas Garcia Uriburu’nun 1968 yılında Venedik’te yaptığı performansından görüntüler bunlar. Venedik’teki Grand Canal’a 30 kilo floresan boyayı nasıl akıttığını son derece estetik arşiv görüntüleriyle izliyoruz.Ve bu bir şans.
Hala çok cazip fikir ve bu gösteri/ turist dünyasında nasıl algılanır bugün, hayal edilesi.
Sanatçının boyayı savunan manifestosu da 40 kusür yıl sonra okunduğunda yeni umutlar aşılayabiliyor izleyiciye…
Kanadanın yerlisi Kananginak Pootoogook’un naif ilüstrasyonları evet göz okşayıcı ve incelenmeye değer melezliklere sahip ama buranın izleyici için en bağrına basılanı Shimabuku. Japonyalı sanatçının Mac bilgisayarı törpüleyerek kesici bir alet yapması ve bununla yiyecek dilimlemesi, karda yaşayan maymunlarının sıcak Teksas’ta nasıl mutasyona uğradılklarını görüntülemesi Youtube’da dolaşacak hafiflikte ve kelimenin tam anlamıyla dünyalı işler.
Vietnamlı Thu Van Tran’ın dev sahne tasarımını andıran yerleştirmesi bir yana Michele Ciacciofera’nın Maria Lai’ın adası Sardunya’daki bir ritüelden yola çıkarak ürettiği post-arte povera işleri, suluboyalar, altın döktüğü bal peteğiyle o eski Sardunya adası masalını tarif ediyor.
Kendini arıcılığa vermiş Tanrı’nın bir seferinde parmağında kaçmasına izin verdiği kıvılcımla arının periye dönüşme masalını.
Koki Tanaka’nın Fukushima nükleer felaketinin mekanında gezdiği filmiyse travmatik olaylarına rağmen içinde yürümeye devam ettiğimiz İstanbulla tuhaf bir yakın ilişki kuruyor.
Tanaka, Kyoto’dan yola çıkarak 4 gün boyunca felaketin yaşandığı yere doğru yürüyor.
Bu yürüyüş Reina katliamından sonra Reina kulübünün önünden geçerken duyduğumuz tedirginliği veyahut Beşiktaş İnönü Stadı’ndaki patlamanın ertesi günü çarşıdaki Beşiktaş Köfteci’sinde mahzun köfte yiyişimizle yakın bir sırdaşlığa sahip.
Faslı sanatçının burgu burgu kendi deyişiyle cilt tabir ettiği yorganımsı yüzeyleri bizi üşütmeyen hafif kaz tüyü montlarımızı andırıyor. Touloub’un zanaatkar işleri serginin Geleneksel Pavyonu’nunda. Gelenek Pavyonu, Türkiye’de 1967 yılında yapılan kültür üzerine konuşmalarının (Bknz. Plastik Sanatlarımız- 1957, Sanatatak Yayınları) 21. yüzyılda hala nasıl taze kaldığının bir ispatı.
Sezer Tansuğ örneğin bu pavyonda dolaşsaydı ve gelenekten bugün anlaşılanın hala zanaat olduğu, Meksikalı sanatçı Cynthia Guiterrez’in folklorik Meksika dokuma kumaşlarını kolonyalist beyaz evlere ait kolon kesitlerinin üzerine tutturmasındaki güncellenememiş gelenek anlayışından ötürü müteessir olurdu kesin.
Gelenek pavyonunda, doğu ile batı, zanaat ile sanat, lokal ile global, çok geçmiş bir anlayışla artık Instagram’ın da gelenek yarattığını gelenekten folklorik olanı değil psikanalitik olarak toplumların tekrar ettiğini bulup çıkarmayı anlamak üzerine bir pencere açamayışıyla şaşırtıyor.
Ama hayır, bunu aşmayı başaracaklar elbette var.
Kuralları yıkacak temalara teslim olmayacak işler…
Burada belki buna en yakın iş, Guan Xiao’nun Michelangelo’nun David’inin yirmi birinci yüzyıl insanı tarafından önlükten fincana üretilişine dair matrak videosu.
Pavyon konusuna sadakatte görüntüde kusur vermeyen derli toplu işlerin arasında özgün bir hafifliğe sahip. Müziğiyle birlikte.
Hao Liang’ın ipek üzerine geleneksel Çin resminden yola çıkarak yaptığı resimler evet etkileyici ama Gabriel Orozco’nun eski tarihli yine bienale özel üretilmemiş yerleştirmesi Visible Labor, Anri Sala’nın duvar kağıdı motifi üreten müzik kutusu gibi gelenekseli eski anlamından, bildik dikotomilerinden özgürleştiren bir tavır sergilemiyor.
Şaman Pavyonu‘nda Brezilyalı ağdan mekanlarıyla bilinen Ernesto Neto var. O da 2014 tarihli hepimizi dinlendirecek mekanıyla sergide.
Şaman pavyonunun hakkı teslim edilmiş’i Huguette Caland. Bienalin bize değerli bir armağanı sanatçının desenlerini keşfetmek büyük haz.
Kader Attia’nın Zeki Müren ve Bülent Ersoy’un albüm kapaklarına yer verdiği ses ve şiir projesi ses geldikçe havalanan minik partikülleriyle müziğin ne kadar şahsi
ve kişiye, kulağa özel bir deneyim olduğunu bir kez daha doğruluyor.
Ama burada da genç bir keşfimiz olacak.
Sıkı durmak lazım!
Başlığının büyük hakkını verecek Pauline Curnier Jardin.
1980 Marsilya doğumlu sanatçının filmi de filme giden kapısı da filmin içi ve dışındaki mağaravari tasarım da Fellini izinde bir pozisyona, anti usluluğa, matraklığa sahip ve hakikaten katalogda bahsettiği gibi Fellini gibi Ulrike Ottinger’ün kült filmlerine -en çok Orlando’ya- selam vermekte kusur etmiyor.
Amsterdam’da yaşayan bu genç sanatçıyı tanımak güzel.
Ama burada Diyonizyen başlığında gösterilen ama neden Şaman’da gösterilmediği soru işareti uyandıran Nevin Aladağ’ın Raise The Roof ve 2015 tarihli Traces-İzler filminin serginin parçası olduğunu özellikle belirtelim.

Nevin Aladağ’ın Raise The Roof performansından

Raise The Roof’un bu kez bir terasta değil de sergi zemininde, Arsenale’de yapılması, 2014 tarihli bu performansı, dans edenlerin duyduğu ama bizim duymadığımız şarkılarla atılan adımların bakır levhaların üzerindeki izini bu kadar yakından sürebilmek, Aladağ’ın işine algımızı köpürttüğü aşikar.

Hale Tenger

Renk Pavyonu’nda Hale Tenger bu kez 2011 tarihli Balon ve Deniz işiyle yerini aldı. Renkler Pavyonu 1937 doğumlu Japon kavramsalcılar Gutai grubu üyelerinden Takesada Matsutani’nin 2016 işini sunuyor.
Bir post Gutai sanatçısı bugün ne yapıyor sorusunun yanıtını merak edenleri epey doyuruyor açıkcası.
Lakin Judith Scott’un Rank Pavyonu’nda konumlandırılışındaki şaşkınlığı silemiyordu elbette.

Judith Scott

Judith Scott’tan biraz bahsetmek gerekirse…
Down sendromlu 1943 doğumlu sanatçı, sanata tamamen terapi maksadıyla
giriyor. Avangard bir sanat terapisti grubun teşvikiyle başlıyor.
1980’lerin sonuna Scott, kumaşları keşfediyor. 18 yıl boyunca günde beş saat haftada beş gün çalışıyor. Kumaşları kat kat birbirine bağlıyor. Sarıyor, sarıyor. Nice objeler evriliyor bu düzenli uğraş. Sararak vardığı kumaştan kat kat objelerinden, bu son derece niyeti belki sanat olmayan ilginç üretimden sergide 20 iş yer alıyor.
Dolayısıyla böylesine atipik, sararak kapatarak dolaşarak oluşturulan işlerin Renk gibi formalist bir başlığın altına alınıp mesela neden Diyonisyen bulunmadığı ya da Gelenek’e girmediği bienalle ilgili vazgeçilmez sorularımız olarak yanıbaşımızda beliriyor. Bu tekrarın Renk başlığına sığamayacak kadar şahsi, psikolojik ve sosyal ağları tıpkı onun da sürekli bağladığı adlandırılmayan sanat uğraşı gibi Renk’e sığmadığı renkleri solladığı ortada.

Marwan’ın adeta bir solosu var Giardini’de

Giardini’ye gelince…
Burası da iki pavyona bölünmüş: Kitap ve Sanatçılar Pavyonu ile Korku ve Hazlar Pavyonu
Giardini diğer sergiye göre daha az didaktik kesinlikle. Kitaplar başlığı altında kitap gördüğünüzü unutursanız ilginç şahsiyetler ve kitabı bir obje gibi bir bağlam ve bir araç olarak kullananlar tanıyabilirsiniz.
Favorim elbette John Latham. Zambia’lı sanatçı, Enwezor’ün savaş sonrası sanatı seçkisinde “dünya” tarafından bir kez daha tanındı.

John Latham

Aslına bakarsanız Okwui Enwezorun Fahrünissa Zeid ve Erol Akyavaş’ı da dahil ettiği post-war sergisinin 57. Venedik Bienali’ne de, şu sıralar Atina’da devam etmekte olan Documenta’ya da katkısı, bağışladığı sanatçılar azımsanmayacak kadar çok…
Belki bu tavırdan hareketle Venedik Bienali, eli daha çok attırabilir, Huguett Caland ile Tiraje Dikmen’i sergileyebilir, Latham’a ya da Marwan’a açtığı solo imkanını onların çağdaşı Ömer Uluç’a üstelik Diyonizyen ya da Şaman bölümünde açabilirdi.
Ne yazık ki bu yaşanmadı.
Yaşanacağı günler gelecektir.
Yine de yine kendi tecrübenizle adım atabileceğiniz daha özgür olabileceğiniz bir sergi Giardini sergisi…
Başlıkları unutun, korku ve haz’ı silin hatta gördüğünüzü…
Giardini’de en sevdiğim mekan, Franz West’e giderken Dawn Kasper’ın açılmış bavullarından çıkan tişört ve kotlardan arta kalan kirli kanepeleri oldu.
Burada oturup müzik dinlemek benzersizdi.
Bu yaşanmış kanepenin Franz West’in Freudyen koltuğunu anımsatan koltuğuna giden aksını sevdim işte.

Franz West

Tıpkı Agnieszka Polska’nın 2009 tarihli kendine mahsus bir şekilde avangard Polonyalı sanatçı Borowski’yi anlattığı belgeselinin sonundaki Joy Division şarkısını sevdiğim gibi…
Aralıklarıydı büyük serginin… Sızabildiğiniz…

 

 

Rachel Rose filminin de mesela neden Gelenek Pavyonu’nda yer almadığın sormaya devam edebilirim. Marwan’ın en eski resimlerini görmek şerefi: Benzersiz II.
Liu Ye’nin Lolita kitabından adeta bir heykel üretmesi de…
Dağıstanlı kısa bir süreliğine Artsumer İstanbul ile çalışan Taus Makhackeva’nın 2015 tarihli daha önce izlediğimiz ama her seferinde yüreğimizi hoplatan filmini burada görmek bu Venedik Bienali 57. derlemesinde diyelim, olmuş.
Philippe Parreno ne mi yapmış?
İşte onu söylemek spolier’a girer!!!
Belki Kasım’dan sonra.

r6EjcM
(En iyi Ulusal Pavyon Anları’yla devam edeceğim.)

Daha fazla yazı yok
2024-03-29 01:23:18