A password will be e-mailed to you.

Kültür ve sanatın farklı alanlarında hayatlarımıza değer katan şehrin ilham veren kadınları dizimiz, Everest Yayınları’nın yayın yönetmeni Saadet Özen ile devam ediyor. Özen, arkeoloji ve sanat tarihi alanlarındaki yüksek ihtisas öğreniminin yanında tarih alanında doktorasına devam ediyor. Bir dönem rehberlik de yapmış ve aynı zamanda çok iyi bir çevirmen olan Özen, José Saramago, Yves Simon ve Paulo Coelho’nun bulunduğu birçok yazarın kitaplarını Türkçeye çevirmiş. Neden olduğunu bilmese de Tom Sawyer’ı milyon kere okuyan ve feminizmin bir öğreti olduğunu savunan Saadet Özen en çok Saramago’dan etkilenmiş.

 

 

Tolga İldun: Aşırı üretken bir yayınevini yönetmenin en zevkli tarafı ne olabilir?

Saadet Özen: Ayda yaklaşık yirmi yeni kitap basıyoruz; bunun dışında bir de tekrar bastığımız kitaplar var. Bu hız sürekli değişen tartışma konuları, yani monotonlaşmanın imkânsız olması demek. Bu aynı zamanda, edebiyatın her alanına (şiir, tiyatro gibi yayınevlerinin genellikle çekingen davrandığı başlıklar da dahil) yer açabilmek anlamına geliyor; bir de tabii yeni yazarlara. İlk kitapları yayına hazırlamanın keyfi, sevinci hep ayrı.

 

Everest Yayınları’na Genel Yayın Yönetmeni olduktan sonra sürpriz transferler yaptınız. Mesela onlardan biri İhsan Oktay Anar’ı Everest yazarları arasına katmaktı. Bu transferin öyküsünü sizden dinlememiz mümkün mü?

Benim açımdan şöyle oldu: Alfa Yayın Grubu’nun kurucusu Faruk Bey (Bayrak) bir gün muazzam bir haberi olduğunu söyledi. Sonra e-mail ile kitap geldi; birkaç gün, kitabı ilk okuyanlardan biri olarak gezdim, bir okur olarak rüya gibiydi. Hayatımda bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum.

 

Öte yandan geçmişe büyük bir Homage, Saygı mı demeliyim söz konusu. Mesela Benerler seçkisi. Sadece içeriğiyle değil biçimsel olarak da tasarımıyla da çok özel bir yayın. Bu akrabalıklara dayalı yayıncılık seçkinizle ilgili de neler söylemek istersiniz?

Bener ailesi, edebiyat tarihinde dünyada da az rastlanan bir örnek oluşturuyor: Üç kuşak boyunca yazarlar çıkarmış, yani en az 109 yıldır sürekli edebiyatla kendini var etmiş bir aile var karşımızda. Dahası, birbirlerini yazarak edebileştirmiş, birbirlerinin ilk eleştirmenleri olmuş, edebiyatın her türünde eser vermiş yazarlar. Ailenin son kuşağından yazar, çevirmen Yiğit Bener aynı zamanda ailenin arşivini de muhafaza ediyor. Biz bu arşive sadece “üç kuşak” edebiyatçı yetiştirmiş bir ailenin izleri gözüyle bakmadık; bu ilişkilerin yazarları, yazınlarını nasıl şekillendirdiğini, etkilediğini anlamaya çalıştık. Tasarımı da arşiv hissini verecek şekilde yaptık ve birbiriyle etkileşimli beş kitabı bir “arşiv kutusunda” bir araya getirdik.

 

Türk edebiyatı üzerine yayıncılığın sizce zaafları neler? Ya da neler olabilir? Sizin incelikli yaklaşımınızda kriterleriniz neler?

Bu cevaplanması çok zor bir soru. Edebiyat mahfilleri, yani edebiyat çevreleri, yazarlar ve yapıtları hakkındaki görüşlerin şekillenmesinde birinci dereceden role sahip. Bunun dışında kalarak metinleri değerlendirmek her zaman zor. Biz Everest’te, bir kütüphane oluşturuyor, bu kütüphanenin raflarını kitaplarla doldurduğumuzu varsayıyoruz. Bu kurguda, hangi kitapların yan yana durabileceğine, bir bütün olarak bakıldığında bu kütüphaneden okurun nasıl bir izlenim edinmesini istediğimize karar vermeye çalışıyoruz. Şu an hem çağdaş edebiyat hem de büyük klasikler raflarımız hızla gelişiyor.

 

Uluslararası edebiyat da zorlu bir takip gerektiriyor. Sizin “Türkçeye çevrilmesi gerekir.” kararınızın ardında neler oluyor? Örneğin sosyal medya ne kadar etkili kararlarınızda?

Tıpkı Türk edebiyatında olduğu gibi çeviri edebiyatta da kitaplığımızda raflar kuruyoruz. 20. yüzyıl edebiyatına özel bir ilgimiz var, şimdi çağdaş edebiyatı da daha fazla geliştirmeye çalışıyoruz. Kitapları pek çok farklı kriterle seçiyoruz; bazılarını klasik oldukları için, bazılarını deneyselliğe alan açmak için, bazılarını farklı sebeplerle geniş kitlelere ulaşacaklarını düşündüğümüz için. Sosyal medya elbette önemli, fakat orada da yekpare bir okur kitlesi yok. Ayrıca zannedildiği kadar etkili ya da isabetli tartışmalar olmayabiliyor da; ne konuşulduğuna bakıyoruz ama sonuçta yayın çizgimizi belirlemek bizim işimiz, değerlendirmek gerekiyor.

 

Pek çok kült eser de hala Türkçede yok. Planladığınız, “Mutlaka Türkçe okumalıyız.” dediğiniz eserler var mı?

2022’de Ann Quin ve Norah Lange gibi dönemlerinde avangardı temsil ederken unutulmuş, geride bırakılmış iki ismin kitaplarını basmaya başladık; hatta kendi coğrafyalarıyla neredeyse aynı anda hatırladık onları. 2023’te buna sinemacı ve yazar Ousmane Sembene eklenecek; devamı da gelecek tabii.

 

Yayınevi yönetirken eskisinden daha çok kitap okuduğunuzu varsayıyorum. Bu bir sorun oluyor mu kişisel hayatınızda?

Daha çok kitap okumuyorum ama okuduklarımın türü değişti. Son yıllarda belgesel işleriyle uğraştığım, ayrıca tarih alanında doktoram devam ettiği için kurgu dışı metinler çok büyük yer tutuyordu. Everest’le birlikte edebiyata geri döndüm, çok ama çok mutluyum. Aslolan edebiyat, ötesi yalan.

Fotoğraflar: Tolga İldun

 

Pek çok yeni diziler söz konusu, onları anlatır mısınız? Açıkhava serisi devam ediyor sanıyorum. Başka hangi seriler yolda? Seriler okurun aidiyet hissini uyandırıyor. Haksız mıyım?

Açıkhava dizimiz devam ediyor, şu an otuz kitabı geçtik, 2023’te de belli bir tempoda devam edeceğiz. Bu dizi, yayınevi olarak bizi bir ekip haline getirdi, ayrıca yeni bir okurla bağ kurmamızı, bazı yazarlarımızı ön plana çıkarabilmemizi sağladı. Bu nedenle kalbimizde yeri ayrı. 2023’te çeviribilim ve çeviri sanatı üzerine, ağırlıklı olarak teorik metinleri içeren bir diziye başlıyoruz. Bunun dışında bir edebiyat eleştirisi listesi hazırladık. Gastronomi alanında hem kurmacayı hem kurmaca dışını içeren (yani hem gıda ve mutfak tarihi ya da sosyolojisi hem de örneğin yemekli polisiyeler) içeren bir kitaplığımız olacak. Bir de “ürperten” bir dizi olacak, sanırım yılın ikinci yarısını bulur.

 

Hayatınızda okuduğunuz ilk romanı sormak istiyorum.

İlk hangisiydi gerçekten hatırlamıyorum, fakat Tom Sawyer’ı milyon kere okuduğumu biliyorum, kim bilir neden.

 

Hayatınızda sizi en çok etkileyen yazarı da sormak istiyorum.

Tek bir yazar adı vermek zor, yine de Saramago’yu ayrı bir yere koyduğumu söyleyebilirim. Müthiş bir sezgi ve incelikle zihninde dünyalar kuran, edebiyat tarihinin figürleri ve yazarları arasında kendine bir yer tayin etme bilinciyle yazan bir bilge.

 

Bugün baktığınızda izlediğiniz ilk kültür sanat etkinliği neydi? Etkinliğe dair neler hatırlıyorsunuz? Neredeydiniz? Kiminleydiniz?

Ne izlediniz? Film? Sinema? Tiyatro? Konser?

Çocuk tiyatrosu. 🙂  Gazetelerin çocuk kulüpleri oluyordu, onlardan birinin tiyatrosuydu galiba. Herhalde annem götürmüştür. Anları değil ama duygusunu iyi hatırlıyorum, eğlenme, büyülenme, karmaşa, kafa karışıklığı, hepsi bir arada.

 

İstanbul kültür sanat hayatının en büyük eksiği nedir sizce?

Giderek “beklenmedik”, “şaşırtıcı”, “ilk kez görülen” etkinliklerle, “bilenin bildiği” özgün mekânlarla karşılaşma ihtimalinin azalması. Bir kültür etkinliğine katılmanın da başlı başına bir planlamaya, bir “etkinliğe” dönüşmesi. Bazı semtlerdeki aşırı yığılmanın içeriklerde standartlaşmayı desteklemesi, özgün olanın görünmez olması. Kültür-sanat kurumlarının, sponsorların belki daha “kurumsal” ve kanona dayalı bir sanat perspektifini devam ettirmesi anlaşılabilir ve önemli; ancak bunun yanında herhangi bir semtte, bir kapının ardındaki karşılaşma ihtimallerinin de olması gerekir.

 

İstanbullu size göre iyi bir okur mu? Ya da şöyle sorayım Saadet Hanım, İstanbullu diye bir okur var mı? Varsa o ne okur? Ne okumak ister hep?

Nüfus yoğunluğuyla okurların hatırı sayılır bir kısmı bu şehirde ve kitapların İstanbul’a özgü dağıtım, tanıtım imkânları elbette genel eğilimlerde etkili oluyor. Yelpaze de çok geniş, yani hemen her türün takipçisi okurlar var. Fakat bu başka şehirlerde okur, hele nitelikli okur yok anlamına gelmiyor kesinlikle. Kitaba ve edebiyat gündemine erişim -internetin çok büyük etkisiyle- kolaylaştıkça güçlü, tartışan, takip eden edebiyat çevreleri ve toplandıkları yerler pek çok şehirde ortaya çıkıyor. Çok hızlı bir değişim döneminde olduğumuzu da unutmayalım.

 

Everest Yayınları çoğulcu. Çok seçenekli. Çok yazarlı. Çok geniş yelpazesi. Siz nasıl tanımlıyorsunuz? Nasıl anılmasını istersiniz?

Everest Yayınları kitap basım sürecinin hiçbir aşamasını tesadüfe bırakmayan; edebiyatta klasiklere büyük değer veren, bunun yanı sıra yazarların, çevirmenlerin, editörlerin, kapak tasarımcılarının ilk eserlerine yer açmakla gurur duyan bir yayıncıdır; biz böyle anılmak istiyoruz, bunun için eksiklerimizi hızla gidermeye çalışıyoruz.

 

Kadın bir yönetici olarak kadın yazarlara iltimas geçtiğinizi pozitif ayrımcılık yaptığınızı söyleyebilir miyiz?

İçeriklere “pozitif ayrımcılık” yapmıyoruz elbette, zaten buna neden gerek olsun. Bununla birlikte eşit temsil için alan açmaya gayret ediyor, kendimizi sık sık yokluyoruz.

 

Feminist misiniz?

Kadın olmakla gelen, dayatılan eşitsizliğin, baskının, normların, kuralların, stereotiplerin bilincine varmadan, bunların değişebileceğini idrak edemeyiz. Zaten ister istemez, neredeyse farkında olmayacak kadar içselleştirdiğimiz bir mücadeleyle yaşıyoruz, feminizm bize bunu, aynı zamanda diğer kadınlara olan bağlarımızı, sorumluluklarımızı öğretiyor.

 

Feministseniz şayet feminizmi kimden okudunuz? Kimdir size feminizmi aktaran teorisyenler, romancılar, şairler?

Feminizmi bir öğreti, bir düşünsel kategori olarak inşa eden teorik metinlerden önce, kadınların -yazarların ya da yarattıkları kahramanların- başka türlü eylediği edebiyat eserleriyle karşılaştım galiba; örneğin Jean Rhys, Virginia Woolf, Simone de Beauvoir, Carson McCullers, Colette gibi. Aslında sonra da ağırlıklı olarak böyle devam etti, o zamanlar çalıştığım yayınevinin ilgi alanında olduğu için Shulamith Firestone, Kate Millett, Angela Davis, Betty Friedan, Bell Hooks gibi isimlerle de tanıştım ama teoride derinleşemedim; feminizm benim için metinsel bir çalışma alanına dönüşmedi.

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 13:26:44