A password will be e-mailed to you.

1940’lı yıllarda az bilinen bir roman, bugün neden Türkiye’nin çok satan kitapları arasına girdi? Maureen Freely, geleneksel cinsiyetçi rolleri reddeden bir yazar üzerine yazıyor ve sınırları giderek daralan bir topluma umut vaat ediyor.

 

1940’lı yıllarda az bilinen bir roman, bugün neden Türkiye’nin çok satan kitapları arasına girdi? Maureen Freely, geleneksel cinsiyetçi rolleri reddeden bir yazar üzerine yazıyor ve sınırları giderek daralan bir topluma umut vaat ediyor.

 

1943 yılında İstanbul’da ilk kez yayınlandığında herhangi bir etki yaratmamıştı. Kürk Mantolu Madonna, yıllar sonra elden ele dolaşan bir kitap haline geldiği zaman edebiyat çevreleri kitabı yok saymayı sürdürdü. Sabahattin Ali’nin diğer yapıtlarını büyük bir hayranlıkla izleyenler bile, bu yapıtı kafa karıştırıcı bir hata olarak gördüler. “Bu sadece genç kızlara dair dedikodu türünde bir aşk öyküsü” dediler. Ancak geçtiğimiz üç yıl boyunca Orhan Pamuk’tan fazla satmayı başararak, Türkiye’de en çok satan kitaplar listesinde en üst sıraya yerleşti. Bu kitap, her yaştan kadınlar ve erkekler tarafından, ama en çok da genç yetişkinler tarafından okundu ve sevildi, bu kitap için gözyaşları döküldü. Bunun nedenini açıklamayı neredeyse hiçkimse başaramadı. 

Öykü 1930’lu yıllarda, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni başkenti Ankara’da başlar. Öykünün anlatıcısı zor günler geçirmektedir. Kaba ve aşağılayıcı eski sınıf arkadaşının yardımıyla, kereste ticareti yapan bir firmada zar zor iş bulabilir. Burada hasta derecesinde hissiz Raif Bey’le tanışır. Anlatıcı, bize Raif Bey’in “İnsanların neden yaşadığını, hayatta ne bulduğunu, nefes alıp vermelerini zorunlu kılan mantığın ne olduğunu” sorgulatan türde bir adam olduğunu anlatır. Sonunda arkadaş oldukları zaman, Raif Bey’in hayatı hor görerek yaşama nedeninin ailesi olamayacağı ortaya çıkar. Aynı çatı altında birlikte yaşadığı akrabaları ona fazlasıyla küçümseyerek davranıyor ve dalga geçiyorlardır. Ölüm döşeğindeyken bile, bütün bunları hak ettiği için kabul ediyormuş gibidir. Ancak, bir de işyerindeki çekmecenin gözünde saklı duran defteri vardır. Arkadaşından onu yok etmesini ister.

Arkadaşı defteri yok edeceği yere okuduğu zaman, sabun imalatı öğrenmesi için babası tarafından Berlin’e yollanan genç Raif Bey’le tanışır. Birinci Dünya Savaşı’nda aynı tarafta yer alan Almanya ve Türkiye’nin savaşı kaybetmesinin üzerinden sadece birkaç yıl geçmiştir. Dolayısıyla kaldığı pansiyonun diğer sakinleri tarafından sıcak karşılanmıştır. Ancak o kendisine kaş göz eden dullarla ve hayatı kaymış gazetecilerle ve hatta sabunla bile pek ilgilenmez.Günlerini okumaya, gecelerini caddelerde dolaşmaya adamıştır. Bir akşam, bir modern sanat sergisini gezerken kürk mantosu içinde bir Madonna portresiyle büyülenir. Ertesi akşam ve sonraki akşamlar, sonunda sanatçıyla tanışana kadar yeniden ve yeniden gider. Raif’in hayran olduğu resim, bir otoportredir. Maria Puder özgür düşünceli yeni kadınlardan olmasına rağmen, Raif, yoğun bir platonik arkadaşlığın (biri Maria’nın dişiden çok erkek, diğerinde Raif’in erkekten çok dişi olduğu) iki formunun birden mümkün olabileceğini asla hayal etmemiştir. Her ikisi için de uygundur bu, ama kendilerine giderek yaklaşan hayatın başka planları vardır. 

Tıpkı Sabahattin Ali’ye yaptığı gibi. 1907 yılında, o zamanlar parçalanan Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan şimdiki Bulgaristan’da doğan Sabahattin Ali de, gençken Berlin’e gitmiş ve orada kaldığı18 ay kendisini özgür düşünceli biri yapmıştır. Türkiye’ye kutular dolusu kitapla döndükten sonra Aydın ilinde Almanca öğretmekle görevlendirilmiştir. Burası öğrencilerinin beynini tehlikeli fikirlerle zehirlediği suçlamasıyla hapiste ilk kısa süreli özgürlükten mahrum kalmayı yaşadığı yerdir. Serbest bırakıldıktan sonra, çalışmak üzere Konya’ya taşınır ve Atatürk’ü eleştiren bir şiir okuduğu için suçlu bulunarak yeniden hapse gönderilir. Kendisine düşüncelerini değiştirdiğini kanıtlamadığı sürece, bir daha öğretmenlik yapamayacağı söylenince, Atatürk’ü öven “Aşkım” başlıklı bir şiir yayınlar.

Bu olaydan sonra kendisini bir şair ve kısa öykü yazarı olarak geliştirir. Arkadaşı olarak gördüğü diğer birçok yazar gibi, kendisi de sosyalist düşüncede bir yurtseverdi. Zamanında en fazla değer verdiği çalışmalar, sıradan insan için kurduğu düşlerle doluydu ve kaynağı acısını çektiği adaletsizlikten edindiği bilgiydi.

Devlet kurumlarında çalışmayı sürdürmesine rağmen muhalif yazıları sonunda 1945 yılında gazeteden atılmasına neden oldu. Daha sonra Türkiye’de tek partili devlet egemenliği kuran faşistlere karşı mücadele etmek üzere Ankara’dan İstanbul’a taşındı. Ödülü, kendisini ve arkadaşlarını hain ve Sovyet sempatizanı olarak damgalayan acımasız bir nefret kampanyası oldu. Ancak bu, arkadaşı Aziz Nesin’le birlikte şimdi efsane olan Marko Paşa adlı haftalık politik taşlama dergisini çıkarmalarını engelleyemedi.  Sekizinci sayısıyla birlikte 34.000 tiraja ulaştı ama devamı gelmedi. Eş genel yayın yönetmeni Nesin hapse atıldıktan sonra, Ali ve diğerleri bir dizi yeni ad altında yayını sürdürdüler: Son Paşa, Malum Paşa, Hoyrat Paşa, Ali Baba ve Kırk Haramiler. Bu adlar tek parti lideri İsmet Paşa’ya göndermede bulunma (ve belki de niyeti buydu) olarak görülüyordu. Zaman içinde gazete kendisini, “yazarları hapse girmediği veya toplatılmadığı zamanlarda çıkan haftalık dergi” olarak sundu.

1948 yılında hapiste diğer bir özgürlükten mahrumiyetle birlikte Ali tamamen durmaya zorlandı. Çevresindeki diğer kişiler gibi bir öğretmen veya yazar olarak iş bulmasının imkansız olduğunu gören Ali, Türkiye’de kendisi için bir gelecek olmadığına karar verdi. Pasaport için yaptığı başvurudan olumsuz cevap alınca, tek seçeneğin sınırı geçmek için başka bir yol bulmak olduğu da netleşti. Belki bu yüzden arkadaşları aracılığıyla kamyon şoförü olarak iş buldu.

Karısına yazdığı son mektupta, gelecek sefere kendisinden haber aldığında İtalya, İngiltere veya Fransa’dan yazacağını söyleyerek övünüyordu. Ardından uzun bir sessizlik dönemi başladı. Bu sessizlik, Bulgaristan sınırına kadar Ali’ye eşlik ettiğini iddia eden ve ardından gerçek kimliğini keşfettikten sonra vatanperverliğinden gelen bir öfkeyle eline geçirdiği kürekle Ali’yi öldürene dek döven Ali Ertekin adlı gümrük kaçakçısının itirafıyla sona erdi. Ayrıntılarla dolu bir açıklamaydı bu. Hatta Ali’nin o sırada okuduğundan bile söz etmişti. Ancak yaygın inanış, Ali’nin Milli Güvenlik Teşkilatı tarafından sorgulanırken öldüğü yönündeydi ve Teşkilat’la bağlantısı olan Ertekin suçu üstüne alması için seçilmişti. Ertekin’in aldığı dört yıl hapis cezasının sadece birkaç haftasını yatması bu teoriyi güçlendiriyor. Ertekin 1948 yılı Nisan ayının ilk günlerinde cinayete teşebbüs ettiğini iddia etmişti. Ali’nin bedeni -ki gerçekten ona aitse- kemiklerinin test edilmesi amacıyla bilinmeyen bir yere götürülmek üzere bedeninden ayrılmasından aylar sonra, bir köylü tarafından bulunmuştu. Yanında bulunan çantasının içindekiler, 1949 yılı Ocak ayında ulusal bir gazetede yayımlanan fotoğrafta görülüyordu. Kızı Filiz Ali’nin 1995 yılında yayınladığı hatıralarının son sayfalarından birinde de aynı fotoğraf vardı. Deri bir ceket, bir kol saati, bir gözlük, bir traş takımı, bir şişe kolonya, bir defter, bir kalem kutusu, Balzac’tan bir roman, Onegin’in başka bir cildi, bir defter, düzgünce katlanmış bir gazete yığını ve karısı Aliye’ye ait olan dışında ne olduğu anlaşılmayan dağınık fotoğraflar çantaya maharetle yerleştirilmişti. Kızı hala bu eşyaların kendisine teslim edilmesini bekliyor.

Bu arada, babası yurt dışına çıkamasa da kitapları engellenmeden yolculuk etmişti. Kitapları, soğuk savaş süresince, Sovyet bloğu dilleri de dahil bir dizi dile çevrildi, Bulgaristan’da hala çok okunur. Doğduğu yer olan Ardino’da Ali’nin bir büstü bile vardır.

Türkiye’de tıpkı hayatının işini gölgede bırakması gibi, Sabahattin Ali’nin ölümü de tabii olumlu anlamda hayatını gölgede bırakmayı sürdürmekte. Çağdaş yankıları bilmeksizin çektiği büyük sıkıntıyı anlamak imkansız. Ali’nin çıkardığı haftalık taşlama dergisi Marko Paşa’nın kaderi insanın aklına Cumhurbaşkanı Erdoğan’la alay etmeye cesaret edenler hakkında açılan 2000’e yakın davayı getiriyor. Sözde vatanseverlik duyguları incinmiş bir yurtseverin elleriyle katledilen Ali’nin ölümü, Türkiye Ermeni’si gazeteci Hrant Dink’in 2007 yılında katledilmesiyle yeniden yankı buldu. Bu aynı zamanda Türkiye’deki ana muhalefet gazetesi genel yayın yönetmeni Can Dündar’ın, iktidar partisinin Suriye’deki silahlı terör örgütlerinin silahlandırılmasına gizli olarak karıştığı hakkında bir haber yayınlamaktan beş yıl ceza almak üzere karısıyla birlikte mahkemeye giderken uğradığı silahlı saldırıyı da akla getiriyor. Sadece birkaç hafta önce gerçekleşmiş bir olay. Ve bu bağımsız yayıncılık ve gazeteciliğe yönelik giderek vahşileşen bir dizi saldırının en son olayı. Eleştirel sesler bugün en az Ali’yi ve pek çok başkasını ezen tek parti devleti döneminde olduğu kadar, belki de çok daha fazla sert bir tutum bastırılıyor. Ali’nin okurları onun için ağlarken, kendileri için de ağlıyorlar. 

Ve işte tam da bu noktada romancı ve eleştirmen Kaya Genç’in Ali’nin birdenbire yenilenen şöhretinin gizeminin anahtarı olarak gördüğü şeye geliyoruz. Onun en az itibar gören romanı bugün Türkiye’nin en çok beğenilen aşk hikayesi oldu çünkü Türkiye’nin cumhurbaşkanının yalnızca dinsel bölgelerde değil ama yaklaşık bir yüzyıldır laikleşen ve liberalleşen şehirler ve bölgelerde de kararlı bir biçimde yerleştirmeye çalıştığı geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini reddetmektedir. Onun gerici normlarından ayrılan ve uzaklaşan herkesi vatan haini ya da terörist olarak damgalamaktadır. Cumhurbaşkanı geçen yılın seçim kampanyası sırasında Türkiye’deki LGBT topluluğunu Ermenilerle, Kürtlerle ve bunlara para kaynaklığı eden dış düşman güçlerle işbirliği içinde olmakla suçlayacak kadar ileri gitmiştir. Gün geçmiyor ki bir kadının nasıl olması gerektiği ve bir erkeğin -gerçek bir erkeğin onu yerinde tutmak için ne yapması gerektiği hakkında bir kelam etmesin. 

Ali’yle, hayatı boyunca, hatta ölümünden sonra bile, “gerçek bir erkek” gibi davranmakta başarısız olduğu gerekçesiyle halk nezdinde alay edilmiştir. Berlin’de yaşadığı zamanla ilgili sonu gelmez bir ima vardı. Bunlara asla karşılık vermemiştir. Onun yerine Kürk Mantolu Madonna’yı yazmıştır. Ali, Kürk Mantolu Madonna’da insanın kendi doğasına karşı dürüst olabilme olasılığına sahip olduğu, nefes alabildiği ve kısa bir süreliğine de olasa yapmacıklaşmadan yaşayabildiği ve sevebildiği bir zaman ve yer yaratır. Çok uzaklarda, yitik bir Berlin’de kalmış böylesi hayalleri taşıyan bir romanın, bugünün Türkiye’sinin genç okurlarına nasıl bir sığınak olduğunu ve nasıl olup da biraz da olsa umut vaat ettiğini görmek çok zor olmasa gerek. Bu gençler de ifade özgürlüğünün ve hatta düşünce özgürlüğünün alanının gün be gün daralmakta olduğunun fazlasıyla farkındalar. Ama ellerindeki bu kitapla, kendisine karşı samimi olan ve aşk hakkında dürüst olan bir hikayenin duvarlar arasında gezinebildiğini görebiliyorlar. Belki 70 yıldan uzun sürdü ama Ali en sonunda intikamını aldı diyor Kaya Genç. Ve yalnızca Türkçe’de değil İngilizce’de de… Onun has kitabının yolculuğu uzaklara doğru devam edecek. 

Kaynak:  Sabahattin Ali’s Madonna in a Fur Coat – the surprise Turkish bestseller

Daha fazla yazı yok
2024-04-30 07:25:41