Niyetim burada argoda aşırma anlamına gelen ve bir kişinin eserinde başka kişilerin ifade, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeksizin kendisine aitmiş gibi göstermesi anlamına gelen “intihal” olgusunu bertaraf etmek ya da meşrulaştırmak değil. Mesele Mamut Art’ın bu yılki yarışmalı sergisiyle yine gündeme gelen bu “intihal” olayını peşinen kabullenişimizin altında yatan iç güdüyü sorgulamak.

Başka bir deyişle “intihal”i çarmıha germenin kayıtsız şartsız bir gerekçesi, “özgünlük” olgusunu ise bir diriliş-kurtuluş yolu olarak gören patolojinin ekonomisini ve bu ekonomideki öz-çıkar ilişkilerini yerimiz el verdiği sürece deşmek.

Bu kez kurban Özdemir Altan’dı

Burada küresel kapitalizmin, imge ve ruh halimizin de küreselleştirdiği “rastlantısal benzerlik” durumunu hiç söz konusu etmeyelim çünkü bu apayrı bir konu. Yani Kenya’daki bir sanatçıyla Çin’deki bir sanatçının birbirini tanımadan aynı zamanda aynı imge ve anlatı üzerinde buluşuvermesi durumu.

Yakın geçmişte bilirkişi olarak görev aldığım bir intihal olayının arkasında yatan gerçekler bu ekonomiye canlı bir örnek olabilir: Kurban, Özdemir Altan’dı. Vakti zamanında ondan resimler almış bir koleksiyoncu Altan’dan, Wilhelm Nay’in resimlerini taklit ettiğini ve dolandırıldığını iddia ederek tazminat talebinde bulunmuş, Altan da bunu haklı olarak kendisine yapılmış bir hakaret olarak görerek koleksiyoncuyu dava etmişti. İddiaya göre Nay’in resimlerinde kullandığı yuvarlak formlar Altan’ın resimlerinde de vardı. Tam da bu noktada intihal, kurbandan kar elde etmek için ona doğrultulmuş en güçlü silah, özgünlük, yani dolandırılmanın gerekçesi olarak sanatçının özgün olmayışı mefhumu ise bu silahı doğrultmanın ana gerekçesi ve bir kurtuluş yolu olarak belirmekteydi. Bilirkişi raporundan söz konusu koleksiyoncunun dersini alıp almadığını bilmiyoruz ama özgünlük-intihal paradigmasının bir öz-çıkar ekonomisine dayandığı aşikardı.Yani Altan bir sanatçı olarak  “özgün” oluverse her şey süt liman olacaktı.

Buradaki paradoks “özgünlük”ün bir değer ölçütü olarak en tepe  noktaya yerleştirilmesinde yatıyor

Mükerrem Baki’nin Mamut Art’ta sergilenen işlerinin Zin Helena Song’un kopyası olduğu iddiası üzerine organizatörlerin, Baki’nin intihal yaptığı iddiasını kabul etmesinde de, intihal-özgünlük paradigmasının tökezlemiş bir okuması söz konusu. Açıklamada: 2017 etkinliğimizde işleri sergilenen Mükerrem Baki’nin işlerinin intihal olduğu uyarısı alınmış ve yapılan araştırmalar sonucu bunun gerçek olduğu öğrenilmiştir. Mamut Art Project olarak en hassas olduğumuz konuların özgünlük ve hakkaniyetli davranmak olduğunu hatırlatmak isteriz. Bu vesile ile, konu ile ilgili tüm gerekli işlemlerin başlatıldığını, sanatçının sözleşmesinin feshedildiğini ve satışlarının iptal edildiğini duyururuz. Yaşanan bu durumdan dolayı üzgünüz ve ileride bunun bir daha yaşanmaması için önlemlerimizi arttıracağımızı belirtmek isteriz.” deniyor.

Sanatta özgünlük diye bir şey yok

İmi Knoebl

Yani burada öyle bir iddia söz konusu ki, sergiden ihraç edilen sanatçı dışında, projede yer alan tüm sanatçıların özgün oldukları teminat altına alınmış oluyor. Buradaki paradoks “özgünlük”ün bir değer ölçütü olarak en tepe  noktaya yerleştirilmesinde yatıyor. Organizatörler “yapılan araştırmalar sonucu intihalin gerçek olduğunu” da iddia ediyorlar, ancak araştırmadan kast edilen belli ki Zin Helena Song’un resimlerindeki üsluba bir göz atmak olmuş. Şahsen, niyetim benzer biçimde özgünlük patalojisine yaslansa ya da araştırma alanımı genişletsem, Zin Helena Song’u Frank Stella’nın “hard edge” kompozisyonları ya da Imi Knoebl’un düz satıh panelleri ya da Tomma Abts geometrisi ile de ilişkilendirmem pekala mümkün. Ama böyle yaparsam yukarıda söylediklerimle çelişir ve özgünlük çukuruna düşerim.

Açıklanan karar ile özgünlük ölçütü ileride bu projede yer alacak jüri üyelerinin altından kalkamayacakları bir yüke dönüşecek. Jüri etkilendiği yapıtları bir de özgün olup olmadıklarına göre değerlendirecek, değerlendirebilirse tabii ki… Başvuran sanatçıları da, “nasıl özgün olabilirim?” paniği saracak. Alınacak önlem sonucunda bundan böyle tüm koleksiyoncular bir özgünlük hummasına tutulacak. Ellerindeki mevcut ya da yatırım yapacakları yapıtlar üzerine şüpheler şüpheleri doğuracak. Kim özgün kim değil krizleri yaşanacak. Oysa şurası kesin ki kimse kimin özgün olduğuna karar verecek bir yetkeye sahip değil. Çünkü sanatta özgünlük diye bir şey yok. Özgünlük piyasa dinamiklerinin yarattığı patolojinin ekonomisinden başka bir şey değil. Kimselere benzemeyen özgün imgelerin en değerli imgeler olacağı üzerine temellenen bu ekonomi, bir borsa aldı verdisinden başka bir şey değil.

Frank Stella

“Ölçekli ya da dereceli özgünlük” saçmalığı

İntihal ile karşılaşan sanatçılar dolaylı ya da dolaysız olarak iki ruh haline kapılıyorlar: İlki, benzetildikleri sanatçıdan haberdar olmayışlarından dolayı bu benzerliğin rastlantısal oluşunu dile getirmeleri, yani suç üstü yakalanmışlık korkusu. İkincisi kendi yapıtlarının “benzemeyen” yönlerine yaptıkları vurguyla özgünlüklerini kanıtlama girişimleri. Burada özgünlük yine bir sara nöbeti gibi sarıyor sanatçıları. Bir üçüncü ruh hali daha var ki, bu harici, sanatçının dışında gelişen bir ruh hali: Suçlayıcılar intihali telif hakları çerçevesinden ele alıyorlar. Hukukçu değiliz ancak bir sanatçının yapıtının izni alınmadan bir firmanın reklamında kullanılmasıyla sanat yapıtları arasındaki imge geçişkenlikleri apayrı şeyler.

Deniliyor ki, “bir sanatçının yapıtı bir başka sanatçının yapıtıyla benzeşiyorsa, hiç değilse sanatçının adının zikredilmesi, telif hakkının ödenmesi ya da izninin alınması vs” gerekir. Bu durumda intihal ikna edebilen bir kuvvet kazanıyor. Yani “meşrulaştırılmış intihal”e dönüşüyor. Veren ve alan arasındaki aleni suç ortaklığı “imge rüşveti” anlamında başka bir paradoks olarak sırıtıyor. Telifi sahibi tarafından verilmiş bir imge ile “intihal” sahibinin suç ortağı olduğu resmiyet kazanmış bir hırsızlığa dönüşüyor.

Sanatçıyı özgün olmayışla suçlayan mekanizmanın geliştirdiği bir başka taktik de “dereceli özgünlük” diyebileceğimiz saçmalık. Özgün olduğu iddia edilen bir sanatçının bir başka sanatçıyla benzeşimi söz konusu olduğunda bu mekanizma, kendini rahatlatmak için, etkilenen sanatçının etkiyi kendi diline belli bir derecede adapte edebilme kapasitesinde arıyor: A sanatçısı B’den etkilenmiş ama kendi özgün dilini yaratmış.

 “Aşırma”nın envai çeşit sanat tarihsel örnekleri

MamutArt’ta bu özgünlük ve intihal konusu bir kez daha gündeme gelir gelmez, kültür sanat camiasından sanatçılar, küratörler, yazarlar “aşırma”nın envai çeşit sanat tarihsel örneklerini sosyal medyada paylaşmanın hazzını yaşadılar. Verilen örnekler Duchamp’ın “Mona Lisa”sından, Picasso ile Braque’ın 1910’lu yıllarda neredeyse birbirinden ayırt edilmesi zor resimlerine kadar uzanıyor. An itibarıyla ortaya çıkan tablo ilginç: İntihal farklı yollardan entelektüalize edilip bilinçli bir stratejiye dönüştüğünde, savunulacak teorik bir zemine yaslandığında sanatsal bir tavra dönüşüyor ve hakkaniyet kazanıyor. Bir anlamda intihal kendi dokunulmazlık hakkını dikte ediyor. Böylesi bir ruh halini benimseyenler, örneklerini Batı çağdaş sanatından vererek, Batı’ya özgü intihalin felsefesini kabulleniveriyorlar.

Chapman Kardeşler‘in orjinal Goya gravürleri üzerine yaptıkları müdahale “kültürel vandalizm” olarak meşrulaşırken, onların Tracey Emin’in çadırını, sanatçının onayıyla yeniden inşa ettikleri çalışmaları bir “intihal ittifakı” olarak beliriyor. Bunların hiç birinde bir sorun yok aslında, neden olsun ki? Ancak tersi bir durumda, yani intihal bir iç mesele olduğunda bizim kanayan yaramıza dönüşüyor ve kurban söz konusu batılı felsefi-teorik zeminden hareket etmediği için çarmıhı boyluyor. Benzer bir ruh haline Hale Tenger’in 2007’deki “Lahavle” adlı sergisinde de yakalanmıştık.

Tabii ki söz konusu örnekler Batılı olunca “özgünlük”leri (?) intihal kapsamında değil de “affinity” (etkileşimli benzerlik dersek daha iyi olur) ya da “bilinçli dönüştürme” bağlamında değerlendirip başımızı ağrıtmazken, Zeki Faik İzer’in, Delacroix’in “Halka Yol Gösteren Özgürlük” (1830) resminden hareketle yaptığı “İnkılap Yolunda” (1933) adlı resmini linç ediveriyoruz. Meseleyi D Grubu’nun 1930’lu yıllardaki üretimlerini batının ardılı oluşuyla ilişkilendirmeye ya da daha eskilere kadar götürebiliriz. Kaldı ki öteki kültürleri sömürerek modernizmi kuran Avrupa bu tutumu “yenilikçilik-öncülük”olarak tariflemiş. Şunu iddia etmiyoruz: Batı çalıyor, biz de çalalım. Mesele bize özgü şu özgünlük takıntımızdan nasıl ve ne zaman kurtulacağımız.

“Ardından gitme stratejisi ya da “temellük”

1980’lerin çağdaş sanatında, Sherry Levine ile birlikte bilinçli bir strateji olarak benimsenen “temellük / kendine mal etme” /appropriation” olgusu gündeme gelmişti ama ondan yıllar önce 1960’larda STURTEVANT bizzat Warhol’u inadına taklit ediyordu. Üstelik telif vs gibi durumlar da hiç söz konusu değildi yapıtlarında. Kopyaladığı Duchamp‘ları ve daha nicelerini gösteren kapsamlı retrospetifi Viyana’daki Albertina Müzesi’nde 2015’te açıldığında, duvar yazılarından birinde şöyle yazıyordu:

“Warhol’un galericisi kendisine çiçeklerden oluşan serigrafi baskılarını sergilemeyi önerdiğinde Warhol: “Sturtevant’a git, onda o seriden bir sürü var.”  1980’lerde ünlü erkek sanatçıların yapıtlarını çeşitli biçimlerde kopyalayarak kendine mal eden Sherry Levine’in sözlerini bu vesileyle yeniden hatırlayalım: “…Ancak her zaman bizden önce gelen dolayısıyla hiç bir zaman orjinal olmayan bir hareketi taklit etmemiz mümkündür. Ressamın ardından kopyacı, artık tutkuların, mizahın, duyguların, izlenimlerin değil, bütün bunların bir araya gelerek oluşturduğu dev ansiklopediden alıntıladıklarıyla vardır”. (Ahu Antmen: 20.Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2008, s. 280-283)

STURTEVANT

Mesele özgünlük mefhumunu kızlık zarı gibi gören bekçiliğe soyunan patoloji

Son sözde denilebilir ki özgünlüğün derecesi olmaz. Özgün olduğunu iddia etmek tümden benzersiz olduğunu da iddia etmektir ki karşılıklı etkileşime dayanan sanat gibi hassas bir alan söz konusu olduğunda benzeşimi olmayan bir imge bulmak da imkansız hale gelir. Özgün olduğunu iddia eden bir sanatçının yapıt/lar/ı da bu anlamda bir başka sanatçıya ait imgelerin dereceli dönüşümüdür ama asla ta kendisi değildir. Mesele özgünlük mefhumunu sanatsal imgenin kızlık zarı gibi gören ve namus bekçiliğe soyunan patolojide. Derecesi ve yüzdesini hesaba katmaksızın eğer özgünlük saplantısından kurtulamazsak yakın gelecekte birbirini intihal ile ihbar eden kindar sanatçılar kabilesine dönüşeceğiz.

Daha fazla yazı yok
2024-03-29 14:22:59