A password will be e-mailed to you.

Tomur Atagök’ün son retrospektif sergisi “Döngüsel İzler” Kibele Sanat Galerisi’nde 18 Şubat’a dek görülebilir. Son dönemde özellikle kadın ve doğa temalarını işleyen sanatçı, sergide izleyebileceğimiz, kendi bahçesinden buluntularla oluşturduğu ve “kuru doğa” olarak adlandırdığı yerleştirmesiyle dikkat çekiyor. Aynı zamanda, 60’lı yıllarda Amerika’da gördüğü sanat eğitiminin yanı sıra orada gittiği müzelerin etkisiyle, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde kurduğu Müzecilik (YL) programı ile Türkiye’de akademik müzecilik eğitimini başlatan bir eğitimci ve 1980-84 yılları arasında MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde yürüttüğü müdür yardımcılığı göreviyle de müzeci kimliğine sahip çok boyutlu bir sanatçı.

Tomur Atagök ile retrospektifi vesilesiyle sergi mekanında buluştuk ve sanat ortamımızdan, hayatındaki döngülere, yeni mekanında İstanbul Bienali ile açılan MSGSÜ Resim ve Heykel Müzesi’ne ve internet çağı ile ilgili düşüncelerine kadar pek çok konuyu konuştuk.

 

İlk olarak serginin ismi dikkatimi çekti. Araştırmam esnasında 2015’teki retrospektifinizin kataloğunda Burcu Pelvanoğlu’nun bir yazısını okumuştum. Orada Burcu Hanım, bir döngüden bahsediyordu. Kısaca, “…Tomur Atagök’ün sanatını güncel tutan, zamana ve mekâna yaptığı yerinde müdahaleler, yani bu döngü…” diyor. Sizin tarihsel zamanı bugünle kesiştirmenizden söz ediyor aslında. Serginin isminden de yola çıkarak, bu döngüden bahsedebilir miyiz?

Tomur Atagök: Burcu Hanım’ın o yazıda bahsettiği döngü, bu serginin ana fikrini oluşturdu aslında. Çok erken yıllardan itibaren, devamlı olarak yeni bir şeyler yaşamak onları başkalarıyla paylaşmak ve sorgulamanın gerekli olduğunu düşündüm. Bunun yanı sıra annem benim temel eğitimcim oldu. Okuldan evvel müzik ve yabancı dil öğrenmemizi istedi. Kardeşimi ve beni koleje gönderdi. Kendisi istediği eğitimi alamadığı için bizlere ısrar ediyordu dolayısıyla Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne gittiğim vakit orada çok önemli kazanımlar elde ettim. Sadece temel dersler değil aynı zamanda sorgulamayı öğrendim. Oradaki çevrem de benim üzerimde çok etkili olmuştur.

Amerika’ya gittiğim vakit ise tamamen farklı bir döngü başladı. Hiç tanımadığım bir ortama gidiyordum, lisanım iyiydi fakat Oklahoma benim fazla bir şey öğrenebileceğim bir yer değildi, içine kapalı bir toplumdu. Halbuki 60’lı yıllarda Amerika aynı zamanda genç kadınların hareketlendiği, ortamı idare etmek istediği, kendi yaşamlarını değiştirmek istediği ve bu noktada birçok eylemde bulundukları hareketli bir ortamdı. Sanat ortamına gelince iyi olanlar vardı fakat bana yeterince katkıları olmuş muydu? Şimdi düşününce, muhakkak ki oldu. Bunu da birkaç yerde yazdım. California’da ise bambaşka bir ortam vardı, yani döngüler durmadan değişiyor. O dönem burslar kısa süreli veriliyordu dolayısıyla para kazanmam gerekti. Askeri bir okulda Türkçe ve diğer lisanları öğreten bir okulda sekreter olarak iş buldum.

California’da yüksek lisans çalışmalarımı sürdürürken bir yandan burada yarı zamanlı olarak çalıştım. Yaz aylarında herkes o civarda iş arıyordu birilerinin önerisiyle oraya gittim. California’ya iki buçuk saatlik bir mesafede bir yerdi. Orada üç buçuk ay çalıştım ve askeri hayatı da görmüş oldum yani Amerikan toplumundaki erkekleri tanıdım. Orada edindiğim birkaç dosttan bir tanesi eşim oldu. Evlendik ve onu Türkiye’de görevlendirdiler. Türkiye’ye döndük, iki çocuğum oldu. Resim eğitiminden, sekreterliğe sonra evlenmeye ve anne olmaya giden bir döngü… Şimdi ise yaptığınız hataları görüp sinirleniyor ve niye evlendiğinizi sorguluyorsunuz.

 

Sorumluluk yüzünden mi?

Tabii ki… Eşim asker olarak bir süre orduda kaldı. İngilizcesinin yanı sıra Türkçe biliyordu. Washington’da tahsiline devam etmek istediğini söyledi. Ordudan ayrılınca üniversiteye başladı. Askeriyeden ayrılınca verdikleri bursla okumaya devam etti fakat bu para bize yetmiyordu. O zaman Seattle’da biraz akıllıca davranarak, eski fakat ucuz bir ev bulduk. Yarısını kiraladık yarısında da kendimiz oturduk. İki çocuk büyümeye başladı. Ben hem anne hem eş görevlerini üstlendim hem de kütüphanede çalışmaya başladım.

 

O sırada üretim yapamadınız mı?

Yapıyordum ama sınırlı olarak yapabiliyordum. Seattle’da eşim Osmanlı tarihi üzerine araştırma yapmaya başladı. Ona çok yardımcı oluyordum. Eş olarak epey faydalıydım fakat sanatım o noktada biraz çuvalladı. Buradaki döngüyü görüyorsun, hayatımın başlarında çok büyük değişimler yaşamışım.

“Ne olursa olsun her şeye karşı mücadele ettim”

Tomur Atagök, “Binbir Yüzlü Madonna”, 1989

Nasıl kırdınız peki?

Seattle’da yaşarken iki üç tane sergi yaptım, iki ödül aldım. Türkiye’ye geldiğimizde bir sergi açtım. Yani ne olursa olsun her şeye karşı mücadele ettim.

 

2015’te bir retrospektifiniz daha olmuştu, ikinci retrospektif fikri nasıl doğdu?

Benim fikrim değildi. Birkaç kere buraya başvurmuştum fakat çok yoğun bir programları vardı. Sonra birdenbire kasım ayında “Tamam” dedik ve çalışmaya başladık. Allahtan burada daha evvel çalışmış olan bir arkadaşımız, Denizhan (Özer) benimle çalışmayı kabul etti. Beraber çalışmaya başladık, yoğun bir sürecin ardından, düşünmesem de bir retrospektif ortaya çıkmış oldu. Burada kadın ve doğa konusuna odaklanmış söylemlerin daha etkili olduğu işleri seçmeye çalıştık.

 

Bu söylemler sizin için neden önemli?

Kadın meselesiyle ilgili olarak, kadın sanatçıların çok iyi olduğunu fakat iyi galerilerde sergilenmediğini, kadınların Amerika’da olduğu gibi birlikte çalışıp eylem yapmadıklarını gördüm. Bu noktada ilk olarak sanatçının ne yaptığı, ne yaşadığı ve sorunlarıyla ilgilendim. 2000’li yıllara girdiğimizde dikkatimi çeken şey toplumsal hayatta kadının gördüğü şiddet oldu. Vaktiyle oğlumla konuşurken bir şey düşünmeye başladım: Biz bunları haber yaparken acaba hata mı yapıyoruz? İnsanın kulağı alışıyor, kimliği alışıyor dolayısıyla insan herkesi öldürebilir hale gelmeye başlıyor. Çok dikkatli olmamız lazım. Sanatla etkili bir şey anlatabildiğimi de düşünmüyorum, kendimi kandırıyorum. Kendimi pozitif düşünmeye zorluyorum ama diğerlerine ne kadar etkim var çok emin değilim.

“Sorgulama diye bir şey yok maalesef”

Tomur Atagök, “Plastik Cennet veya Kirletmeyin”, 1987

Biz diyalog geliştiremiyor muyuz ?

İnsanlar yaptıklarını sorgulamak durumundalar. Ben iyi ve doğru bir iş yapıyor muyum? Kitap okuyor muyum? Sorgulama diye bir şey yok maalesef. O sorgulama olmayınca da yapılan iş her alanda yetersiz oluyor. Bunu buraya koymam ne ifade ediyor bilmiyorum. Evimin bahçesindeki yaprakları buraya getirdim aslında ama tam olarak doğanın yok oluşunu yansıtıyor mu? Hayır. Çünkü yaşadığım yerde o ağaç normal olarak yapraklarını döküyor.

Tomur Atagök, “Doğadan Enstalasyon”, 2019

 

Plastik sanatlar yeterince destek görüyor mu sizce?

Devlet desteği olarak, Kültür ve Turizm Bakanlığı her zaman sinemayı destekledi çünkü parasal getirisi daha fazlaydı. Bunun yararı olmuştur elbet. Plastik sanatlar alanında ne oldu? Hiçbir şey. Son zamanlarda fuarlar açılıyor. Bu fuarları kim açıyor? Para kazanmak isteyen iş adamları açıyor. Fuarlara reklamlardan dolayı o kadar çok insan geliyor ki fakat işlere bakmadan yalnızca fotoğraflarını çekip gidiyorlar…

Tomur Atagök, Her Birimiz Birer Tanrıçayız”, 2016

Toplum meselesine gelmişken, işlerinizde güçlü kadın sembolleri olarak sıkça tanrıçaları kullanıyorsunuz. Ayrıca sıradan kadınları ve hatta Madonna gibi popüler kültüre ait figürleri de kullanmışsınız fakat toplumumuzda tanrıçaların öneminin yeterince anlaşılmadığını söylüyorsunuz. Tanrıçaların ve kullandığınız diğer kadın figürlerinin toplumumuz ve sizin için nasıl bir önemi var?

İlk olarak bu çalışmaları yapmaya başladığım vakit Madonna çok popülerdi. Madonna o ismi kullanarak kendisine bir şöhret yolu açtı ve çok akıllıca davrandığını düşünüyorum. Tabii Madonna giyim tarzıyla da başarılı oldu. Bunun yanı sıra benim ilk işim Meryem’di dolayısıyla dikkat çekeceğini düşünüyordum ama çekmedi. Başka tanrıçaları da kullandım onlar da çekemedi. İlk olarak Amerika’ya gittiğimde orada çok önemli sanatçılarla konuştum. Bizim buradaki zengin geçmişimize ilgi göstermeyerek hata ettiğimizi söyledi. El işlerinin ve tanrıçaların öneminden bahsetti. Tabii bu kadınlar sadece kendi ortamlarını değil başka ortamları da bilen insanlar, ben de onların gösterdiği yolda bir şeyler yapmak istedim fakat baktım ki insanlar benim yaptığım görsellerle bir şey anlamıyor, o zaman yazıyı kullanmaya başladım.

Yazıyı kullanmam çok artistik olmasa da insanları düşünmeye yönlendirerek işe yaradı zannediyorum. Bizim toplumumuzda sanatın daha geçerli olması için sanat ortamının sadece sanatçılar değil, sanat tarihçileri ve araştırmacıları, yöneticileri tarafından çok ciddi şekilde gözden geçirilmesi lazım. Bir bütün olarak algılanması lazım.

 

Tanrıçaların ders olarak verilmesi gerektiğinden bahsetmişsiniz. Hâlâ devam ediyor mu bu düşünceniz?

İşe yarayacaktır muhakkak. Bizim eğitimci olarak en büyük sorunumuz ezbercilik dolayısıyla öğrencilerimiz de sıkılıyor ve bizden bir şey almıyor. Onlara ilginç gelecek bir şeyler lazım. Tanrıçalar bunlardan biri olabilir.

“Değişim kadın sanatçılardan kaynaklanmıyor”

Tomur Atagök, “Uğur Mumcu”, detay, 1999

Amerika’da bulunduğunuz sürede, farklı görüşlerin bir arada olmasından etkilendiğinizi söylüyorsunuz. 80’ler ve 90’larda da pek çok önemli sergi ile bu konuda çalışmış, üretmişsiniz fakat günümüzü nasıl değerlendiriyorsunuz ?

Etkili olduğunu düşünmüyorum, eğer bir sanatçı bir şekilde başarıyı yakalamışsa küratörler ve müzeler tarafından ön plana çıkartılıyor. O ön plana çıkartıldığı içinde, diğer insanlara diğer sanatçılara bakmasına, destek vermesine gerek kalmıyor çünkü kendisi istediği yere erişmiş oluyor. Bu bencilce bir yaklaşım ama gerçek, dolayısıyla fazla bir değişim olmadı. Belki küratör olarak veyahut müzelerde uzman olarak çalışan kadınlar sayesinde daha çok şey ortaya çıkmaya başladı, bu da bizim lehimize ama kadın sanatçılardan kaynaklanmıyor, galericiden, küratörden kaynaklıyor.

 

Yok olan kadın sanatçılarla ilgili neler söylersiniz?

Benim bir işimde de fotoğrafları bulunuyor ama kim farkında? Ben uzun yıllardır bu işin içindeyim ama düşünüyorum Necla Hanımı kaç kişi tanıyor? (Necla Arat) Tanıyan az maalesef. Düşünüyorum, Öncü Türk Sanatından Bir Kesit sergisini hazırlarken, bir takım sanatçılar bir araya geldi, bazıları teker teker devam ettiler. Listeye bakarsanız çok önemli kadın sanatçılar yer aldı ve bu kadınlar arasından ön plana geçenler oldu. Ayşe Erkmen mesela. Onlara destek veren kişiler ön plana geçmeye başlıyor sonuç olarak destek almayanlar geri planda kalıyor. Bu noktada kadın sanatçılar, yeterince destek görmedikleri için yorgun ve bitkin oluyorlar. Halbuki bu sanatçıları güçlendirirseniz diğerlerini de güçlendirmiş oluyorsunuz. Aksi halde yavaş yavaş yok oluyorlar. Bir de şimdi, işin ilginç tarafı çok sayıda güzel sanatlar fakültesi açıldı. Güzel sanatlar fakültesindeki insanlar okuyup bitiriyor sonra ne oluyor? Öğretmen olarak orta okul, lisede görevli oluyorlar ama sanat dünyasından yok oluyorlar.

“En büyük sorun misyon ve vizyonumuzun olmaması”

Tomur Atagök, “Çerçevelenmiş Doğa”, 2010

Müzeciliğe geçmek istiyorum. Müzecilikte halkla ilişkilerin, bireylere göre şekillenmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Anadolu’dan gelen birinin Arkeoloji Müzesi’ne gittiğinde ilgilendiği şey üzerinden bir iletişim kurulabilir demişsiniz. Bunu nasıl sağlayabiliriz? Günümüzde gelişmeler var mı?

Müzelerde çalışanların gerçekten müzecilik eğitimi almış olması lazım. En büyük sorun gerçekten bir misyon ve vizyonumuzun olmaması. Neyi nasıl yapacağız yani strateji ile hareket edilmesi lazım. Karar vermeleri gerekiyor, kararları veremeyen kişiler ne kadar eğitim görürlerse görsünler belli bir noktadan sonra sadece bildikleriyle kalıyor. Bu da iletişim kuramamalarına neden oluyor.

 

MGSÜ Resim ve Heykel Müzesi’nin 16. İstanbul Bienali ile açılışını yaptığı bir yılı geride bıraktık. Müzenin tarihi içinde aktif rol oynayan biri olarak yeni müzeyi ve bienal ile yaptığı açılışı değerlendirebilir misiniz?

Bienal ile açılması pozitif bir şey ama o da bienalin eksik taraflarına dikkat çekti. Yapılan seçimler neye göre yapılmıştı? Tam anlayamadık… Halbuki günümüz dünyasında bizim eserler arasındaki ilişkiyi gayet iyi görmemiz lazım. Bir de bu bienalin çok ilginç bir konu başlığı vardı. Atıklar ile üretilen sanat eserleri vardı. Nitekim işlerin bazıları insanları gerçekten etkileyemedi. Çünkü birçok benzer iş bir arada olunca yavaş yavaş etki kaybolabiliyor. Resim Heykel Müzesi içindeki eserlerin yerleşmesi ve birbirleriyle ilişkilerinin yeterince iyi olmaması bu bienal sergisinin başarısız olmasına neden oldu diye düşünüyorum. Diğer mekanları görmediğimi de belirtmeliyim. Binayla ilgili olarak ise, sadece ben değil bütün arkadaşlarım sergi bitiminde son derece yorulmuştuk. Binada her tarafın cam olmasını da ilginç buldum. Sergilenen eserlerin ışıktan korunması gerekli, cam ise ışığı yansıtan bir malzeme.

 

Son olarak, günümüzde internet hepimiz için oldukça önemli bir mecra. Sizin ilişkinizi ve geçmişle bugün arasında internet ile gelen değişimi değerlendirmenizi istesem?

Ben interneti ve teknolojik aletleri daha farklı kullanıyorum. Bilgisayarıma gelen belli yazılar var. Kullandığım telefon kısa mesajları kabul ediyor fakat yazı gelsin istemiyorum. İletişimi bilgisayar aracılığıyla sağlamaktan yana değilim. Bilgisayarı da belli gazetelere bakmak ve araştırma olanakları için kullanıyorum. Hem sanatçı hem sanatsever olarak gelen belirli yazıları gayet iyi görebiliyorum. Diğerleri için bunun geçerli olduğunu düşünmüyorum. İlan gibi biri geliyor biri gidiyor…Hatta bazı sosyal medya hesaplarımı da kapadım çünkü bunun sonu yok. Bana geliyor, gelmiyor, niye gelmiyor, niye yeterince ilgi görmüyorum? Diye dertleniyorsun. Bunu zararlı buluyorum.

Tomur Atagök ve Ezgi Özşahin

 

İLGİLİ HABERLER

Tomur Atagök UNESCO Ödülü Kazandı

Son 20 yılın özeti: Kibele’nin Hafızası

Daha fazla yazı yok
2024-05-15 12:38:19