A password will be e-mailed to you.

Özellikle, inatla kendi mitolojisinden bahsetmek, durmadan onu gündeme getirmek; Semiha Berksoy’un fantastik otoportrelerinde, ‘anne ve çocuk’larında, kendi kendisini bir değişim-dönüşüm-başkalaşımın kahramanı (bazen de bir maske) olarak sunduğu işlerinde zamanı, trendleri, sade suya ruhbilimi, teatralliği aşan bir şey.

 

Semiha Berksoy hayatımıza ne zaman (yeniden) girdi? Unutulmayı reddeden bütün karakterler gibi Semiha Berksoy deyince de bunu yeniden, yeniden hatırlamak lazım. Tabii ki çoğumuz Kutluğ Ataman’ın ‘Semiha B. Unplugged’ video işi ile diyeceğiz. Fakat o tarihten bir süre önce, 1985’de Semiha B.’nin Broy yayınlarından çıkan ‘Sana Tütün ve Tesbih Yolluyorum’ adlı anı kitabını okuyanlar Cumhuriyetin ilk yıllarının bu dur durak bilmez kızının ’maceraları’ karşısında ağzı beş karış açık kalakalmışlardı. Onlardan biri bendim. Daha ‘diva’ lafı tedavülde değildi; bu ‘renkli’ Cumhuriyet kızı sadece Nazım Hikmet ve Fikret Mualla ile yazışmakla, birincisini hapishanede ziyaret etmekle, hatta flört etmekle kalmamış, teenager yıllarında Hollywood yıldızı Clara Bow’a yazdığı hayran mektubunda ‘Bir gün sizin gibi olacağım!’ diye hedef bildirmişti. Zaten, inatla vazgeçmediği kakülleri ile 1920lerde, 30larda bir ‘caz çağı kızı’ rüzgarı estirmiş olmalıydı. Ya da daha doğrusu kendi kendine esmişti belki. Bütün fokstrot edebiyatına, Muhsin Ertuğrul’un ‘Karım Beni Aldatırsa’sına, Beyaz Ruslar’ın dirilttiği İstanbul eğlence hayatına, Asmalımescit gecelerine rağmen İstanbul’da herhalde Fitzgeraldvari bir caz çağı yaşanmış olamaz. Bir tarafta Cahide Sonku ve melankolisi, bir tarafta Peyami Safa dekadansı ve ahlakçılığı vardı gibi görünüyor. Cumhuriyet Türkiyesinin bu ikisi arasında salınan kültürel ruhunun çok da fazla enerjiye tahammülü olmasa gerekti. Semiha, bu neredeyse tek kişilik kontenjanı istekle ve coşkuyla ve en avangard biçimde doldurmuşa benziyor. ‘Karım Beni Aldatırsa’da kravatlı, ceket pantolonlu bir Semiha, ‘Feministim ben, feminist!’ diye başlayan bir şarkı bile söyler. Herhalde bu rolü ondan başka kimsenin oynayamayacağına karar vermişlerdi. Kuşkusuz o da günün trendlerinden ‘feminizm’i cisimleştirecek biri varsa bunun kendisinden başka birisi olamayacağından emindi. Artık Sprechgesang mı dersiniz, Weimar kabare ruhu mu, Brecht mi… Ne dersek diyelim, Semiha oradaydı ve oradaydı. (Yeri gelmişken, egzantrik karakterlerin Türkiyeli tarihi, Semiha B.’den Lale Müldür’e kadar ciddiyetle incelenmesi gereken bir konu elbette.)

 

Derken Semiha’nın resimleri ortaya çıktı. Meğerse Namık İsmail atölyesine de devam etmişti! Hepsinde aşağı yukarı kendisi ya da kendisine benzeyen bir figür olmakla birlikte hiç de yabana atılacak şeyler değildi bu resimler. Gün, ekspresyonizm, fütürizm, konstrüktivizm, kübizm günüydü ve Almanya’dan, İtalya’dan, Sovyetler’den, Paris’ten esen avangard rüzgarlar elbette Semiha’yı coşturmuş olmalıydı. Türk ekspresyonizminin, erken dönem Nazım Hikmet piyesleri kadar Necip Fazıl’ın kan ve dehşet içeren imgeleri, Peyami Safa’nın ‘müteverrim’ karakterleri ile de dolu olduğu, belli belirsiz bir Osmanlı/Türk bilinçaltının ışıması olduğuna kuşku yok. Tiyatro, sinema, opera, Nazi Almanyası, Cumhuriyet Türkiyesi frekanslarında gezinen Semiha’nın buradaki hem yıkıcı hem yaratıcı enerjiyi cazip bulmaması herhalde mümkün değildi. Ressamlığının başından 70lere kadar uzanan devamına kadar da bu ruha sadık kalmış görünüyor.

 

Semiha Berksoy’un Utrillo, Picasso, Rouault vb. sularında gezinen peyzajları ile portrelerinde (Tepeden Çengelköy’ün Görünüşü, Bedia Cenap Berksoy Portresi vb.) Van Dongenvari figürlerinde, tabir caizse kendi kişiliğine de uyan bir ‘merkezden uzak olma ama şiddetle merkezi talep etme’ arzusunu, buna dayalı bir senkretizmin damgasını görmek mümkün. Aynı zamanda bunun sonuçlarının yabana atılmayacak derecede özgün olduğunu itiraf etmek de boynumuzun borcu sanki. Özellikle, inatla kendi mitolojisinden bahsetmek, durmadan onu gündeme getirmek; Semiha Berksoy’un fantastik otoportrelerinde, ‘anne ve çocuk’larında, kendi kendisini bir değişim-dönüşüm-başkalaşımın kahramanı (bazen de bir maske) olarak sunduğu işlerinde zamanı, trendleri, sade suya ruhbilimi, teatralliği aşan bir şey.         

 

Ve sonra başkaları… Onun Nazım Hikmet portresine bakınız. Semiha burada bize bir oyun mu oynar yoksa zihninde iki şey birbirini götürmez mi? Yazıda ‘evren güzelliğinde bir adamdı, mitolojilerde yaşayan bir esrarlı varlığı vardı, kağıt rengi beyaz bir ten, mavi gözler, altın sarısı saçlar, yüksek bir boy üstünde altından bir taç şeklinde parlamaktaydı. Erişilmesi çok zor bir ilahtı,’ diyerek bir ‘poster boy’ gibi tarif ettiği Nazım Hikmet’in Semiha’nın elinden çıkma portresi bambaşka bir şeydir. Bir Hockney resmi kadar modern ve sade, beyaz değirmi bir çocuk yüzü üzerine oturtulmuş Sarı, yüzün bütün hatlarına atanmış Mavi, keyifsiz, sımsıkı kapalı bir ağız. Söz ya da sahne sanatlarında mübalağaya gönül vermiş Semiha B. resimlerinde aniden bambaşka bir iç ya da uzgörü sahibidir. Bu da onun ‘Putları Yıkıyorum!’u belki de.

 

Aynı şeyi eşinin portresinde de görmek mümkün; kırmızı fon önünde uçuşan atkısının üzerinden tekinsiz, meydan okuyan bir yüz bize bakar. Bu, sanki bir ömür boyu Semiha’nın yanında geri planda kalmayı seçmiş bir adamın ‘mahrem portresi’dir. Semiha’nın en özgün portrelerindeki bu aniden ‘başka bir dünyaya geçiş’ hali ekspresyonizmin, şunun bunun da ötesinde Alacakaranlık Kuşağı gibi sahici ve irkiltici bir şeydir.

 

Dolayısıyla, Semiha Berksoy’da adı konmamış ama kuvvetle kendini duyuran bir şey, bir nevi Türk Gotiği de vardır. Roll dergisi bir keresinde Hayko Cepkin’e ‘Sence Türk Gotiği var mıdır?’ diye sormuştu, Hayko da cevap olarak ‘Evet, sabah ezanı’ cevabnı vermişti. İşte o Gotik; Semiha’da şafak vaktini delip çıkan sessel varlığıyla sabah ezanı yoksa da bunun hissi vardır; mezar, selvi, ölü, kabir, dirilen ölü, ‘Mezardan Gelen Mektup’, vampirizm, hatta nekrofili… Tanımlanmamış bir Osmanlı/Türk Gotiğinin ekpresyonizmle buluşması bu. Abdülhak Hamit’in ‘Makber’inin devşirme Sembolizminden Abdullah Yüce’nin ‘Ölürsem Kabrime Gelme İstemem’inin arabeskine uzanan, en azından o zamanın resminde pek kurcalanmamış bir çizgi. Galerist sergisindeki ‘Sonsuzluğun Aşka Dayanan Birliği’ bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Tekinsiz bir simetriyle tarif edilmiş bu resim, iki yanındaki selvilerin ortasındaki garip totemsi figürüyle ressam Semiha Berksoy’un belki de en ilginç ‘Gotik’ işlerinden biri.  Bez üzerine yazı ve desenle yaptığı neredeyse bütün bir odayı kaplayan dev işleri de öyle. Semiha Berksoy’un performanslarında aynı şeyle nasıl oynadığına tanık olmak için ise her şeyden önce onun Kutluğ Ataman’ın ‘Karanlık Sular’ında canlandırdığı falcı kadın rolüne bakmak gerekir.

 

Semiha Berksoy bizim neyimiz oluyor sorusuna en iyi cevap belki de ‘Gaipten Gelen Cumhuriyet hayaletimiz’ gibi bir şeydir. Kaldı ki bunlardan çok yok, hele bu kadar ısrarla kendini dayatanı hemen hemen hiç yok gibi…  Çoğu, günün sonunda bir ‘Halüsinasyon Duvarı’na çarpıp yok oldular denebilir. Semiha Berksoy ise bulduğu her mecradan, her delikten, her çatlaktan bizi şaşırtmaya devam ediyor. Harikuladeliği tam da burada. Kendi ‘Halüsinasyon Duvarı’nın şaşırtıcı sağlamlığında.             

 

Not: Semiha Berksoy’un "Halüsinasyon Duvarı" başlıklı sergisi 13 Kasım 2014 – 10 Ocak 2015 tarihlerinde Galerist’te yer alacak.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 19:51:38