"1930’ların 40 yaş altı ile bugünün 40 yaş altının epey bir farkı var. Fakat değişmeyen tek şey, sanırım gencizm. Devletin değil de bu kez galericinin, müzayedecinin, yeni zengin koleksiyonerin "gençlik"ten beklentisi."

40 yaşın altındakilere yapılan özel listeyle ilgili duygu ve düşüncelerimi Twitter ve Facebook’tan paylaşsam da konu, bu paylaşımlar sayesinde farklı noktalara taşındı ister istemez…

Ki bu iyi bir şey…

Sosyal medyanın en büyük özelliği bu… Bir konuyu başka bir konuya, kimi zaman mikrodan makroya tüme vardırması, adeta sürükleyebilmesi…

Bu konu da öyle oldu.

Konuyla ilişkin ortaya gencizm diye bir kavram attım.  Fikrim, bu gencizmden Türkiye’nin hem çektiği hem de kaybettiğiydi…

Bu yazının konusu da bu…

Gencizmden kaybeden bir kuşağı hatırlamak, hatırlatmak…

Müstakiller’i…

İsimleri gibi müstakil olamayacak ama olmak için hayati bir mücadele verecek Gençler’i…

Türkiye’nin gencizminin sanat tarihindeki belki de ilk sanatçı kurbanları…

1928 yılında, Talda adlı vapurla İstanbul Limanı’na yanaşan 7 gençtir onlar…

Aslında devletin onları bin bir umutla gönderdiği Paris’ten resmi olarak dönmelerine vardır. Lakin, Paris’ten T.C. Maarif Vekaleti Sanayi-i Nefise Akademisi antetli 29.1.1928 tarihli Sanayi-i Nefise Akademisi müdür vekili müfettiş-i umumi Namık İsmail imzalı bir mektup aracılığıyla burslarının bitimine bir yıl kala yurda çağrılırlar.

Gençler hak olarak kazandıkları öğrenim süreleri sona ermeden yurda geri çağrılmaktan dolayı duydukları endişeden hareketle dayanışır ve birleşirler. Bu kararın tekrar gözden geçirilmesini dileyen mektuplarını, dönemin akademi müdürü Namık İsmail’e gönderirler. Gençler, isimlerini o yıllarda Paris’te etkinliklerini sürdürmekte olan La Societe des Artistes Independants’dan alırlar.

Örgütlenmenin amacı, sanatçıların güvence altına alınmaları ve bireysel sanat anlayışlarına özgürlük tanıyan bir ortamda çalışmalarını sürdürmeleri için gereken ortamı sağlamak amacıyla mücadele vermektir. Sanatçılar da diğer meslek sahipleri gibi eğitimini gördükleri alanda çalışma olanakları bularak yaşamlarını kazanmalıdırlar.

Bu amaçla birlik, resmi makamlara, sanatçıların meslekleri karşılığında yaptıkları işlerle yaşamlarını kazanmaları gerektiğini savlayan yazılar gönderirler. Öğretmen olarak görevlendirilerek yurdun çeşitli illerine tayin edilen sanatçı öğretmenlerin, ders saatlerinin 10 saatle sınırlanması ve sanatlarını yapacak atölyelerin okul bünyelerinde yer alması konusunda Maarif Vekaleti’ne yazılar yazarlar.

Özellikle Akademi’den sonra yurt dışına gönderilerek öğrenimlerini pekiştiren ressamların, İstanbul dışına, Anadolu illerine öğretmen olarak atanmalarının, yetişmiş sanatçılar için büyük sıkıntılar yarattığını belirtir ve devletin, yetişmiş sanatçı potansiyelinden gereğince yararlanamamasının önemli bir israf olduğunu vurgularlar.

Türkiye’de sanatla ilgili en basit görüşten, yurtdışı ve yurtiçi sergilere, devlete adına yapılacak sanat eserlerine kadar her alanda devletin başvuru merciinin yalnızca Güzel Sanatlar Akademisi olmasını yadırgarlar.

Sanatın ve sanatçının tanıtımı ve toplumla buluşması için gerekli ortamın sağlanmadığını ifade eder ve bu düzenin Akademi dışında kalan çok sayıda ressamı mağdur etmesini kınarlar. Bunu, aralarında yapılan konuşmaların ötesine taşıyıp, gerekli yerlere başvurarak çeşitli yazılar ve makalelerle ya da verdikleri konferanslarla topluma anlatmaya çalışırlar.

3.2.1941 tarihli, belediyeye yazdıkları dilekçede şöyle yazarlar:

“[…] Sanat kültürümüzün geriliği ve içtimai şartların kifayetsizliği yüzünden Türk artistleri hayatlarını aykırı meslekle tutarak kazanmakta ve bu mesleklerden arta kalan zaman ve kazançlar ile de malzeme temin ederek sanata çalışmaktadırlar. Bu yük pek ağırdır.”

Dönemin Cumhuriyet gazetesinin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi’nin, 4. Müstakiller Sergisi hakkındaki başyazısında artık onlar genç bile değildir. Bir avuç “çocuk”tur:

“Müstakiller Birliği şimdilik yalnız on beş, on altı kadar azadan müteşekkildir. Onlar da şurada burada hayatlarını kazanmak mecburiyetindeki çocuklardır.”

Müstakillerden Cevat Dereli, Refik Epikman ve Zeki Kocamemi, Akademi’de görevlendirilir. Epikman, çok geçmeden kovulur. Aylarca sıkıntı çektikten sonra Ankara’ya gider. Gazi Eğitim’de kütüphanecilik yapar. Sonra öğretmenlik. Bir başka “çocuk” Mahmut Cuda, 1935 yılından itibaren geçimini sağlamak için emekli olana kadar İstanbul Üniversitesi’nde Coğrafya Enstitüsü kartografı olarak çalışır. Yıllar sonra eşi hastalandığında sosyal bir garantisi yoktur ve yine asıl mesleği olarak düşündüğü resimden geçimini sağlamanın peşine düşer:

“[…] doktor parası, ilaç parası, masajcı parası… elimde üç beş resim var.Satayım diye düşündüm. Çevreleri geniş olan birkaç arkadaşa rica ettim. […] Fakat bir resim satamadım.”


1930’ların 40 yaş altı ile bugünün 40 yaş altının epey bir farkı var.

Fakat değişmeyen tek şey, sanırım gencizm. Devletin değil de bu kez galericinin, müzayedecinin, yeni zengin koleksiyonerin "gençlik"ten beklentisi.

Toptanlaştırılan, listeler sayesinde pazarlanması daha kolay bir gençlik algısındaki inatçı ısrar üzücü doğrusu…

O halde gencizme karşı omuz omuza…
 

Daha fazla yazı yok
2024-03-29 13:24:09