A password will be e-mailed to you.

Ünlü yazar Marguerite Duras’nın şiirsel ve felsefi metni Ölüm Hastalığı, aşkı ve varoluşu sorguluyor.

Sıradışı ve benzersiz bir metin Ölüm Hastalığı. Tiyatroya uyarlandığında da bizi zamansız ve uzamsız bir boşlukta bir erkekle bir kadının ilişkisiyle başbaşa bırakıyor. Gizemli bir kadın, ne istediğini bilmeyen soru işaretleriyle dolu bir adam. Parası ödenmiş bir ilişkiyi gerçekleştirmek üzere bir araya geliyorlar. Aşk yok, sevme isteği yok, yaşama arzusu hiç yok. Bu sahne  aydınlatılması güç bir sahnedir, gizemli bir sahnedir. Tıpkı bir kadınla bir erkek arasındaki ilişki gibi. Duras, takıntılı, karmaşık bir iletişimsizliği anlatırken, bu koyu siyahlığın içini doldurmayı (okura) seyirciye bırakmak ister.

Simsiyah bir salonda simsiyah bir sahnede üzerine ışık düşen bir karyolaya bakıyoruz. Marguerite Duras, filmlerinde de simsiyah sahneleri sever. Alımlamayı seyirciye bırakır. Metinle görüntü arasındaki siyahlıkta erkek, kendi öteki beniyle konuşur. Denizi dinler. Odanın duvarlarına çok yakın olan denizi. Bazen kadın bir soru sorar. Erkek yanıt verir. Bilmiyorum, der. Sevmeyi biliyor muyuz, yaşamayı biliyor muyuz, yoksa hepimiz içimizdeki ölüm hastalığının tutsağı mıyız? İnsan ölümlü olduğunu bilen tek varlık. Hayata geldiğimiz andan itibaren ölmeye de başlarız. Duras, yaşamı boyunca ölümün çağrısını hisseder. Yaşamına anlam veren tek şeyin yazmak olduğunu söyler. Yazarken de varoluşun anlamsızlığını vurgular.

Marguerite Duras, insanın altbenliğini kurcalamayı seven bir yazar. Romanlarında, anlatılarında, filmlerinde hep sıradışı durumları anlattı. Aslında çoğunluğa sıradışı görünen davranışlar Duras’ya göre olağandı. Toplum bireyin yaşamını belirli kurallara göre yaşamasını istiyor, kesin sınırlar koyuyordu. Oysa gerçekte insanların tutkuları ve takıntıları çok daha karmaşıktı. Duras, aşkı yıkıcı ve yokedici bir tutku olarak irdeler. “Moderato Cantabile” adlı ünlü romanında kadın sevdiği erkek tarafından öldürülmeyi arzular. Aşk, içinde ölümü de taşıyan güçlü bir tutkudur. Duras, cinselliği ölümcül yanıyla işler. Saygon’da geçen çocukluğu, ilk gençliği ve Fransa’da Alman işgali sırasında yaşadığı acılar onu hep ölümle yüzyüze getirmişti. Duras cinsel takıntıları, ölümcül tutkuları, aşk için işlenen cinayetleri, korkuyu ve umutsuzluğu anlatırken hep muğlak bir anlatım kullanmayı tercih etti. Kolay anlaşılır, hap gibi yutulur yapıtlar yazmadı. Okurun kafasında soru işaretleri bırakan, kendini de, hayatını da sorgulamasını bekleyen romanlarında ve filmlerinde insanın karanlık bilinçaltına yolculuk yaptı.

Duras, Ölüm Hastalığı‘nı 1982’de yazarken ölümün eşiğine geldi. Hastanede alkol tedavisi gördü. Genç dostu, bakıcısı, sekreteri, yoldaşı Yann Andrea güncesinde bu acı dolu günleri anlatır. Sevgilisi olarak tanıtılan Yann Andrea, aslında Marguerite Duras’nın yazdığı bir karakter, biçimlendirdiği bir kişidir. Duras, “hiç kimseden” bir roman kahramanı yaratmış, Yann’a Andrea adını da o vermiştir. Duras’ya derin bir tutku ve hayranlıkla bağlı olan Yann Andrea, Duras’nın hayatının sonuna kadar (arada bir  kaçıp gitse de) ona şefkatle bakmış, kötü günlerinde yanından ayrılmamıştır. Yann Andrea, M.D. adlı kitabında o hastalık günlerini şöyle anlatıyor: “Yaşamakla ölmek arasında sürüp giden bu trajik gelgit, bu görülmedik birliktelik. Her şeye karşın sizi ayakta tutan bu tüy gibi hafif ve umutsuz duygu.” Marguerite Duras, tedavisinden sonra Ölüm Hastalığı‘nı Yann Andrea ile tekrar okuyarak düzeltmelerini yapıyor ve “güzel bir metin bu” diyor. Tiyatroda temsil edilmesini istiyor. Kitabın sonuna oyun için talimatlarını ekliyor.

Taşra Kabare, Ölüm Hastalığı‘nı sahneleyerek sadece kabare tarzı veya o tarza dönüştürülebilen oyunları değil, deneysel, yenilikçi tiyatronun sıradışı metinlerini de yeni bir yorumla seyirciye sunacağını gösteriyor. Kabarenin alt katındaki kara kutu Sofa Sahne, Ölüm Hastalığı‘nın atmosferini yansıtıyor. Popüler dizi Bodrum Masalı‘nın yönetmeni Mehmet Ada Öztekin, sahneyi seyirciyi oyunun içine alacak biçimde düzenlemiş. Karanlık bir odanın içinde bir kadınla bir erkeği izliyoruz. Dramatik bir aksiyon, nehir gibi akan metnin önünü kesmiyor. Marguerite Duras’nın istediği gibi metin yalın bir biçimde akıyor. Erkek, ekrandan kendisine anlatıyor. “Öteki beni” kadının karyolasının yanında oturuyor, ona bakıyor ve karyolanın çevresinde yürüyor. Nergis Öztürk, beyaz ipek geceliğiyle bembeyaz çarşafların üzerinde Duras’nın istediği gibi güzel, zarif ve kişilikli bir kadını canlandırıyor. Erkek’te Cemal Toktaş, bu gizemli, cazibeli ve güzel kadınla ne yapacağını bilemeyen erkeğin ruh halini yansıtıyor.

Ölüm hastalığı, bizi için için yokeden sevgisizlik değil midir? Ölüm Hastalığı bireysel bir hikâyeyi anlatsa da biz bütün toplumu bir ur gibi saran iletişimsizliği hissedebiliyoruz bu oyunda. “Bütün hikâyeden onun uykuda söylediği birkaç sözcük kalmıştır, neye yakalandığınızı söyleyen o sözcükler: Ölüm Hastalığı. Çabucak vazgeçersiniz, artık onu aramazsınız, ne şehirde, ne gecede ne gündüzde. Böylece yine de bu aşkı sizin için olabilecek tek şekliyle yaşayabildiniz, başınıza gelmeden kaybederek.” Ölüm hastalığı sinsi bir biçimde insanlığın içine sızmış. Sevgisiz, iletişimsiz, umutsuz bir dünyada yaşıyoruz. Sevmekten ölesiye korkuyoruz. Ölüm Hastalığı, bize edebiyatla tiyatronun ilginç bir buluşmasını yaşatıyor.

Ölüm Hastalığı Aralık ayı boyunca her Cuma günü (9, 16, 23, 30 Aralık) saat 20:30’da Taşra Kabare Sofa Sahne’de izlenebilir.

Künye

Yazan: Marguerite Duras

Çeviren: Nilüfer Güngörmüş Erdem, Haldun Bayrı

Yöneten: Mehmet Ada Öztekin

Oyuncular: Cemal Toktaş, Nergis Öztürk

Daha fazla yazı yok
2024-04-19 03:36:01