A password will be e-mailed to you.

5. Mardin Bienali Kovid 19 salgını gölgesinde tasarlandı. Dünyanın dört bir yanındaki  sanatçılar ile bu süreçte çalışıldı ve çimen vaadini yüzyılın en tuhaf hala gizemli hastalığıyla mücadele ederken tutmaya niyetlendi. Yeni Delhi merkezli küratör Adwait Singh, bienalini bir düşsel önerme olarak tanımlıyor. Sanatçı seçkisiyle birlikte hepimizi bu önermenin ön saflarında yer tutmaya davet ediyor. Bunu nasıl yapacağımız konusunda bir tüyo bu yazı. Mardin bienalinin beşinci versiyonunu felsefi olarak nasıl gezmemiz gerektiğine dair bir tür rehber. 

 

Belki salgın da Adwait Singh’in dünya küresinin içinde bulunduğu durumu işaret ettiği sözlerinde olduğu gibi bir arıza’ydı. Ve hepimiz bu arızanın kurbanı, tanığı, müsebbibiydik. Sadece insanlar değil “deniz seviyeleri”, insan olmayanlar tüm yeryüzü canlıları da öyleydi.

Yine Singh’in kavramsal çerçevesin açıkladığı metinden yola çıkacak olursak sisteme çok yüklenmiş, sistem de arıza yapmıştı. Büyük bir “açmaz”ın içindeydik. Ve Singh bu açmazdan nasıl kurtulacağımızı soruyordu:

“Yaygınlaşan güvenlikli siteler ve lüks kıyamet sığınakları, mültecilerin geçişini engellemek için yapılan yüzen deniz duvarları ve bariyerleri, düşman mimariler ve şirketleşmiş ulus devletlerin ayrımcı politikaları; tüm bunlar kapitalist kuşatmanın yayılımının işaretleri. Bu kuşatma, insanların ezici çoğunluğunu refahın dışında tutmayı başararak Şili’den Hong Kong’a kadar milyonları paydaş oldukları kırılganlıklar üzerinden birleştirdi ve kazara da olsa kolektif bir prekarya yarattı. Tabii coğrafi ve kültürel farklılıklarımıza rağmen bizi bir araya getiren evrensel bir erişim aracı olan küreselleşmenin altı, milliyetçi hükümetler tarafından sistematik olarak oyulmakta. Hükümetler bu makineler aracılığıyla ülkelerinin işgal edilmekte olduğu ve insanların işlerinin, sosyal güvencelerinin ve yaşam biçimlerinin tehdit altında olduğu imgesini yaratarak kitleleri terörize ediyor; oysaki tüm bu tehditleri bizzat hükümet adı altında kendileri yaratıyorlar. Peki insanların hak ve kaynaklarına göz diken bu kapitalist işgaller bütünü ile bunların yarattığı, sayısı artmakta olan mülksüzleştirilmiş devasa kalabalıklar arasında oluşan bu açmazdan nasıl kurtulacağız?”

Selma Gürbüz

Sergisi, Çimenin Vaadi aracılığıyla küresel mülksüzleşmenin varoluşsal bir kördüğüm olduğu fikrine şüpheyle yaklaşmayı uygun görüyor Singh.

Aksine bu mülksüzleşme sayesinde kapitalist öykümüzün başlangıç noktasına döndüğümüze, onun mantığını ve değerlerini ters yüz edebileceğimize böylelikle açmazdan kurtulabileceğimize -mülksüzleşme sayesinde- inanıyor.

Sergisi aracılığıyla da örneğin başta bienale özel olarak ürettiği Jonas Staal‘ın Ediyakaranları yani 94 milyon yıl önce yaşamış organizmaları, Lenin ve Mao’yla yoldaş ilan ettiği videosuyla, izleyici buna inandırmaya “bir sosyal ekoloji ihtimali”ni keşfe çağırıyor.

Bu ihtimalde insan ve insan olmayanın, sapsız organizmalarla bitkilerin, bitkilerle hayvanların, ne hayvan ne bitki olan iz fosillerinin, halıların, taşların, suyun, çimenle ağacın arasında hiyerarşik bir ilişki yok. Her biri diğeriyle birlikte kolektif ve “mülksüz” yaşanabileceğinin kısa süreli bir kaybolup tekrar beliren, yüzyıllardan beri olduğu gibi, göstergeleri.

Singh’e göre bu ihtimal, toprağın bahşettiği hediyelerin kapitalizmin hegemonik ve tekelci eğilimleri tarafından çoktan zehirlendiği bilgisine hatta şöyle diyeyim farkındalığından doğuyor.

Bu zehirden arınmanın yolu tasavvuftan geçiyor.

Böylesine bir karşılıksız sevgiden, bireysellikten feragat etmekten, bütün için parçadan vazgeçmekten geçiyor.

Bu uğurda sergi, cömertliği de çağırıyor çimenin vaadini tutması için. Takas fikrini de. Alternatif mülkiyet ve müşterekler paylaşımını, komün hayatları, armağan ekonomileriyle işleyen toplulukları, yerel bilgelikleri, yerel tarihleri, yeni tarımsal ekolojik atakları da.

Küratöre göre hepimiz, her birimiz, “mülksüzleştirilmeyi özgürleşmenin ön koşulu olarak görerek, yavaş yavaş etrafımızı çevreleyen harabeleri çok daha kozmopolit, yerleşik, empati sahibi ve eşitlikçi olan yeni bakım ekolojilerini hizmete sokmak için büyük bir manevi kaynak yaratmak üzere bir araya getirmeye başlayabilir”.

Gülsün Karamustafa

Singh’in Hindistan, Türkiye, Bulgaristan, Tibet, Haiti, Yunanistan gibi farklı merkezlerden sergisine dahil attığı sanatçıların hep birlikte farklı araç, öykü ve pozisyonlarla bu listeden neleri çağıracakları, estetik ve plastik olarak bunu nasıl çağıracakları 5. Mardin bienalinin şehrin 8 farklı noktasındaki geleneksel, tarihi ve güncel mekanlarına yayılan bienalde büyük bir macera konusu.

Bu macerada Mardin kentinin turistik kalabalığından kimi zaman ayrı düşer kimi zaman bu kalabalığın jestlerine hatta tercihlerine karışırken düşünmemiz gereken en büyük fikir şüphesiz bizim mülksüzleşme’den ne anladığımız.

Mülksüzleşme derken, Disposessed‘i  Türkçeye çevirirken dahi ister istemez yeni bir kavram mülk’ü-property-  ilave ettiğimiz kavramın hepimize bu sergiyi  gezerken, anlamaya çalışırken yol göstermesi gerekiyor.

Kim olduğumuzdan ziyade hangi mülklere sahip olduğumuzu düşünmemiz bu mülklerden kastımızın sahip olduğumuz ya da olmak istediğimiz güneydeki ya da Ege’deki arsalarımız evlerimiz, koltuklarımız, smart televizyonumuz değil, siyasal ve vatandaşlık haklarımız, geçim kaynaklarımız, oksijen, su ve hava olduğunu görmeliyiz.

Bu soruyu böyle yanıtladıktan sonra da şunu da anlamalıyız:

Tam da az önce sıraladığımız siyasal, vatandaşlık haklarımız, suyumuz, havamız, geçim kaynaklarımız, buğdayımız, hayvanlarımız, kedilerimiz, köpeklerimiz, sümüklü böceklerimiz, parklarımız, kaktüslerimiz, sukulentlerimiz yani mülklerimizin aslında sadece bize ait olmadığını. Bunlardan bazılarına biz sahip olur, başkaları bunlardan mahrumken bizim de onlara aslında sahip olmamızın imkansız olduğunu görmenin gerekliliği. Hatta aciliyeti.

Mülksüzleşebilecek miyiz? Bu uğurda nelerden vazgeçebiliriz?

Egemenlerin nelere egemen olduğunu o egemenlerden biri olup olmadığımızı idrak etmek için 5. Mardin Bienali sergisi bir fırsat.

Türkçedeki anlamıyla mülkün yalnızca sahip olunan mal değil üzerinde egemen olunan alan olarak çağrışımlarımızı hızlandıracak tetikleyecek bir geçici yapı. Tıpkı Singh’in bahsettiği bir görünüp bir kaybolan 94 milyonluk yeryüzünün oluşum tarihindeki nice sosyal ekolojik ihtimaller içeren duraklara yakınlaşmak için sade bir vesile.

Kendi mülksüzleşme kavramımızı yaratmamız, “özgün” kılmamız, sergiyi ve kavramını, çimenin vaadini genişleten ve serginin güzergâhını serginin mekanlarından bağımsız yeniden kuran bir performans.

Dolayısıyla izleyiciler olarak her birinize her birimize önerim
sahip olduklarını, sahip olduklarımızı, mallarını, toprağını kaybeden, yerinden edilenlerin deneyimlerini bir kez daha hatırlamak.

Adriyatik açıklarında batan gemileri, bu gemileri içindekilerle birlikte gömen denizleri, onları kurtarmaya çalışanlara dava açan bakanlıkları, bunlardan beslenen denizlerdeki balıkları, canlıları, mercan kesiflerini, Ukrayna’dan kaçanları Avrupa’ya eşlerini bırakıp gidenleri birlikte bir bütün olarak hatırlamak.

Bununla da yetinmemek. Benliğimizin, kimliğimizin, rüyalarımızın, bilincimizin altını da tıpkı Adriyatik açıklarının derinlikleri gibi kocaman, tehlikeli, eşsiz ve engin varsaymak.

Bizden başka bizimle birlikte başka pek çok benliğe yer olduğunu o derinliklerde gömülenin bizim de olduğumuzu kavramak.

Biz demek belki ben derken.

Ve mümkünse Mardin sokaklarında sergiyi böyle gezebilmek.

Bir başkası olarak.

Mülksüzleşerek.

En azından bir sergiliğine.

Şimdilik!

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 20:49:22